Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli Ebuzer Kardeşim!
Fil Suresi ile ilgili düşüncelerimize katkısı olur düşüncesiyle "Fil Suresinin" tebyinini bilgilerinize sunmak istiyorum.
Fil suresi Mekke`de 19. sırada inmiştir. Surenin iniş tarihi M.S. 615 olarak tahmin edilmekte olup, bu sureden önce inen Kâfirun suresi ile arasında fazla bir zaman aralığı bulunmadığı bilinmektedir. Yani Müslümanların sayısı daha 40`ı bile bulmamış, Ömer ile Hamza henüz Müslüman olmamışlardır (Ömer ve Hamza, iki Habeşistan hicreti arasındaki dönemde M.S. 616 yılında Müslüman olmuşlardır).
Bu dönem, Müslümanlarla kâfirler arasındaki dengenin kâfirler lehine olduğu, kâfirlerin varlıklı, güçlü, üstün oldukları bir dönemdir. Çünkü İslâm`a girenler arasında temiz vicdanlı zenginler azınlıkta olup, Müslüman olanların çoğu dünya malına sahip olmayan varlıksız kimselerdir. Böyle bir ortamda Kâfirun suresi inmiş ve peygamberimiz, kendisine verilen talimat gereği, Müslüman olmayanlara “eyyühel kâfirun” ile başlayan bir hitapla, artık safların ayrılması gerektiğini, herkesin kendi dinini/ düzenini yaşaması gerektiğini bildirmiştir.
İniş sebebi:
Kâfirun suresi ile yapılan bildirinin muhatapları, bu bildiriden sonra, artık peygamberimizle yapmayı düşündükleri uzlaşmadan/ anlaşmadan tamamen ümitlerini kesmişler ve yeni bir strateji belirlemeye karar vermişlerdir. Maddeci, ahireti inkârcı ve ahlâksız olan kâfirler (Kureyş`in ileri gelenleri), çıkarları gereği putçuluğu devam ettirmek azminde oldukları için, tüm putları reddeden Müslümanlığı kendi çıkarları açısından tehlikeli bulmuşlar ve ilerlemesine engel olmayı, yeni stratejileri olarak benimsemişlerdir.
İlk zamanlar Haşimîlerden çekindikleri için, Ebutalib`in himayesinde olan peygamberimizin hayatına müdahale edemeyen Kureyşliler, artık sadece “mecnun, kâhin, şair” gibi ifadelerle yetinmeyip fiziksel saldırılara da başlamışlar ve bu saldırılarını, Ukbe`nin Kâbe`de yaptığı gibi, peygamberimizi boğma girişiminde bulunacak kadar ileri götürmüşlerdir.
Yeni stratejileri gereği, herkesin gözünü korkutarak Müslümanlığın ilerlemesine engel olmayı amaç edinen Kureyşliler, kabilesi güçlü olan Müslümanlara dokunamamalarına karşılık, kimsesizlere, özellikle köle ve cariyelere, sonu ölümlerle biten işkenceler uygulamışlardır. Giderek artan bu işkenceler karşısında, Müslümanların bir kısmı dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde peygamberimiz ve beraberindekilerin içinde bulundukları korku ve çaresizlik, daha sonra Bakara suresinin 214. ayetinde başkalarına örnek olarak anlatılmıştır.
İşte, peygamberimiz ve Müslümanlar bu sıkıntılar içindeyken gerekli manevî destek bu sure ile verilmiş; Allah`a inanıp, onun buyruklarını yerine getirenlerin, hakka inanmalarına rağmen güçsüz oldukları için zalimlere karşı çıkamayanların korkmamaları gerektiği, Allah`ın onları koruyacağı ve onlara yardım edeceği bildirilmiştir. Ayrıca bu surede, Allah`ın buyruklarına karşı gelenlerin, inananlara ve zayıflara saldırıda bulunarak zulmedenlerin de, güçleri ne olursa olsun Allah`ın cezalandırması karşısında yok olup gidecekleri de vurgulanmıştır.
Peygamberimiz ve çevresindeki Müslümanları rahatlatan, Allah ve elçileri tarafında olanların mutlaka galip geleceğini bildiren bu ifadeler, daha sonra Mücadele suresinde şöyle tekrarlanmıştır:
Mücadele; 20, 21: Allah`a ve elçisine kafa tutanlar en aşağılık kişiler arasındadırlar. Allah, “Ben ve elçilerim mutlaka galip geleceğiz.” diye yazmıştır. Allah çok güçlüdür, Aziz`dir.
19/ FİL SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1 - Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashab-ı file!
2 - Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
3 - Onların üzerlerine öbek öbek uçanlar (bulutlar; boran) göndermedi mi?
4 - Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur yağdırıyorlardı.
5 - Sonunda onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi
Ayetlerin tahlili:
1. Ayet:
Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashab-ı file,
Tarihi kaynaklara göre “Fil olayı”, bu surenin inişinden 45, 46 yıl önce meydana gelmiştir. Böyle olmasına rağmen sure, sanki olay yeni meydana gelmiş ve herkes de görmüş gibi “الم تر görmedin mi?” ifadesi ile başlamıştır. Bunun sebebi; “fil olayı”nı gören, yaşayan insanların sayısının çok olmasıdır. Rivayetlere göre, surenin iniş yıllarında yaşları 50`nin üzerinde olup bu olayı hatırlayanlar olduğu gibi, “اصحاب فيل ashab-ı fil”e mensup olup bizzat olayı yaşamış ve sakatlığı sebebiyle ülkesine geri dönememiş kimseler de vardır.
Bir olayı ne kadar çok insan görmüş, yaşamışsa, o olayın meydana gelişi hakkındaki rivayetlerin yalan olma ihtimali o kadar zayıftır ve bu tür, yani tevatüren sabit, kanıtlanmış sayılan olaylar için “duymadın mı” yerine “görmedin mi, görmüyor musun?” gibi ifadeler, Arapça`da olduğu gibi pek çok dilde de kullanılmaktadır. Bu soru şekli tıpkı Mâûn suresindeki gibi cevabı beklenen bir soru şekli olmayıp, teaccüp (hayret) uyandıran bir soru şeklidir. Yani ayet; “Onlardan korkman, çekinmen şaşılacak şey.
Korkma, bak Rabbin ashab-ı fili ne hâle getirdi. Gerekirse onları da, senin düşmanlarını da yok ediverir.” anlamında bir uyarı ifade etmektedir.
Bu ifade tarzının ayrıca, geleceğe yönelik mucize bir mesaj olma ihtimali de mevcuttur. Belki ilerideki bir tarihte yapılacak arkeolojik araştırmalar sırasında “ashab-ı fil”in yer altındaki kalıntıları bulunacak, firavunun cesedi gibi müzelerde sergilenecek, bu olayın gerçekliği bir başka yolla daha gün ışığına çıkacaktır?
Ashab-ı fil:
“Ashab-ı fil”, sözcük anlamı olarak “fil arkadaşları” demek olup, Kur`an`a göre, kötü plânları sebebiyle Allah tarafından helâk edilmiş bir topluluktur. Arap ve İslâm kaynaklarından olan İbn İshak`ın es-Siret; ibn Hişam`ın es-Siret; Taberi`nin Tarih-ül Ümem ve-l Mülük gibi eserlere göre ise “ashab-ı fil”, Habeşistan`ın Yemen valisi Ebrehe`nin komuta ettiği, heybetini arttırmak için önünde Habeşistan`dan getirilmiş bir filin yürütüldüğü orduya verilen isimdir.
Tarihî kaynaklara göre VI. yüzyılın ortalarında Habeşistan`ın Yemen valisi olan Ebrehe, Arapların Kâbe`ye olan saygılarını görmüş dinî, siyasî ve ekonomik amaçlarla San`â şehrinde “el-Kulleys” adında gösterişli bir kilise yaptırmış ve yayınladığı bir bildiri ile Araplar`ı bu kiliseyi ziyarete çağırmıştır. Bu davet Araplar tarafından kabul görmediği gibi üstelik Ebrehe`nin kilisesi bir Arap tarafından hakaret maksadıyla kirletilince, öfkelenen Ebrehe Kâbe`yi yıkmak amacıyla ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürümüştür. Ordunun başında yürüyen fil dolayısıyla bu olaya “fil olayı”, olayın vuku bulduğu seneye de “fil senesi” denmiştir.
Bakara suresinin 127. ayetinden öğrendiğimize göre, oğlu İsmail ile birlikte İbrahim peygamber tarafından inşa edilen tavansız, dört köşe (bu sebeple Kâbe denilmiştir) ve küçük bir yapı olan Kâbe, yine Kur`an`dan öğrendiğimize göre Allah`ın İbrahim peygambere vahyi doğrultusunda, insanların ziyaret yeri olarak ilân edilmiştir (Hacc; 27). Kur`an`da “بيتى beytî (evim), Beytullah (Allah’ın evi), (Bakara; 125, Hacc; 26), “بيت العتيق Beytü`l-Atik” (Eski ev) gibi isimler verilen Kâbe, içinde bulunduğu kent olan Mekke`ye de “امّ القراء Ümmü`l-Kurâ” (Kentlerin anası; Anakent), (En`âm; 92), “Beledü`l-Emin” (Güvenli Kent) (Tin; 3) gibi nitelikler kazandırmıştır.
Yaptırdığı kilisenin bir Arap tarafından kirletilmesine son derece öfkelenen Ebrehe, karşılık olarak Araplar arasında “Allah`ın evi” denilen ve emin bir yer olduğu inancı yaygın olan Kâbe`yi yıkmaya karar vermiştir. Saldırı öncesinde Abdülmuttalib`in, o güne kadar Kâbe`ye hiç kimsenin saldırmadığı ve kendisinin de saldırmaması gerektiği yolundaki uyarılarına karşı, Kâbe`yi yıkarak onun “emin ev” olma özelliğini de yıkacağını söyleyen Ebrehe, Kâbe`yi Allah`ın bile elinden alamayacağını da sözlerine ekleyerek büyüklenmiştir.
O tarihte Arabistan yarımadasının ortasında, bedevîlik hâlinden kurtulamamış ve aralarında bitmek bilmeyen savaşlar süren Arap kabileler yaşamakta idi. Birbirlerine karşı bile bir üstünlük sağlayamamış bu kabileler, kutsal saydıkları evlerinin yıkılmasını önlemek için münferit karşı koyma hareketlerine girişmişlerse de, Ebrehe`nin güçlü ordusu karşısında yenilip dağılmışlardır. Böylece, ancak küçük direnişlerle karşılaşan ve onları kolaylıkla bertaraf eden Ebrehe, Mekke yakınlarına gelmiştir. Burada iken, Kâbe`nin yıkılmasına halkın direniş göstermemesi hâlinde kimseye dokunmayacağını vadeden, aksi takdirde ise bütün şehri yıkacağı ihtarında bulunan Ebrehe, ikazına uyan halkın şehri boşaltmasına izin vermiştir.
Ertesi sabah Mekke`ye girmek üzere hareket eden Ebrehe`nin ordusu, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınında, Muassıb denilen yerde iken, ayetlerde anlatıldığı gibi müthiş bir afet ile helâk olmuştur. Ebrehe ve ordusunun helâk olması her yerde duyulmuş, bu olay nedeniyle Kureyş itibar kazanmış ve Kureyş`in kervanları gittikleri her yerde âdeta dokunulmazlık elde etmiştir.
Tarihi kaynaklara göre M.S. 571 yılında cereyan eden bu olay üzerine, müşrik Mekkeliler on yıl kadar sadece “Tek Allah`a” iman edip putlarını Kâbe`den kaldırmışlar ama sonra yine eski âdetlerine geri dönmüşlerdir.
2. Ayet:
Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
Yani; “Tıpkı yolunu şaşırıp aradığına ulaşamayan insan gibi, onların düzenlerinin yönünü şaşırtmadı mı? Hedefinden ve amacından saptırmadı mı?”
Burada Kureyş`e, güçlü olan “ashab-ı fil”e karşı âciz kaldıkları bir sırada Kâbe`yi koruyup himaye eden Allah`ın bu nimeti hatırlatılmaktadır. Başka bir ifade ile, daha önce kendi evine saldırmak isteyenleri ezip geçen Allah`ın, elçisine ve inanmış azınlığa karşı kendi güçleri ile gururlananları da ezip geçeceği ihtar edilmektedir.
3. Ayet:
Rabbin onların üzerlerine grup grup uçanlar (BULUTLAR)
Göndermedi mi?
Ayette geçen “طير tayr”, “طائر tâir” sözcüğünün çoğuludur. “طائر Tâir”, sözlüklerde “havada kanatla uçan varlık” olarak bildirilmiştir. Yani sözcüğün vazı` (ilk) anlamında “kanatla uçmak” söz konusu olup, sözcük kanatsız uçma anlamını içermiyor demektir. Eski müfessirler bu anlama itibar ederek ayete “Üzerlerine sürü halinde kuşlar göndermedi mi?” manası vermişlerdir. Buna bağlı olarak da, bu sure ile ilgili yüzeysel yorumlar yapılmıştır:
Kimileri, “Bu sure mucez (az öz ifadeli) bir suredir, olayla ilgili fazla detay yoktur, çünkü surenin ana teması olaydaki detay değil olayın sonucudur, yani o günün süper dev gücünün hakka zarar verme teşebbüsünün sonuçsuz bırakılması ve yok olmasıdır.” demişler ve ayetlerin tamamını anlamayı gereksiz görerek “Ayetlerin bu kadarını anlayıp tamamını anlamasak da olur.” deyip işin içinden çıkmışlardır.
Kimileri, Allah`ın, “ashab-ı kehf” kıssasında “ashab-ı kehf”in sayısını kapalı bıraktığı gibi bu konuyu da kapalı bıraktığını, konu hakkında fikir yürütmenin gayba/ karanlığa taş atma anlamına geleceğini (palavradan başka bir şey olmayacağını) ileri sürmüşler ve her iki konunun kapalı bırakılmasında hikmetler olacağını beyan edip ayetleri anlamaya hiç gayret etmemişlerdir.
Muhammed Abduh ve arkadaşları ise, 3. ayetteki “طير tayr (uçanlar)” sözcüğünün, mikrop taşıyan sivrisinekler olduğunu ve Habeşli askerler üzerine mikrop saçmış olabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Bu kanaatlerine delil olarak, tarihi belgelerde, sağ kalan askerler arasında çiçek ve veba gibi hastalıkların baş göstermiş olduğunun yer almasını göstermişlerdir. (İbn Hişam, bu olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık hastalıklarının görüldüğünü nakleder. (İbn Hişam, es-Sîratü`n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II, 43-62)
Hamidüddin Ferahi ise, 4. ayetteki “termîhim” fiilinin failinin, “gördün mü" ifadesi ile muhatap alınan Mekkeliler ve diğer Araplar olduğunu söylemiş ve kuşlar hakkında ise, onların taş atmadıklarını, aslında “ashab-ı fil”in cesetlerini yemek için geldiklerini belirtmiştir. Ona göre; Abdulmuttalib`in, Ebrehe`nin yanına giderek, Kâbe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi ve Kureyşliler ile hacc için gelmiş diğer Arapların, Ebrehe`nin hücumuna karşı koymayarak Kâbe`yi Allah`ın takdirine bırakıp dağlara çekilmeleri hakkındaki rivayetleri kabul etmek mümkün değildir. Bu olayın gerçek seyri ona göre şöyledir: Araplar Ebrehe`nin askerlerini taşlamışlar, Allah da tufan göndererek taşlar yağdırmış ve Ebrehe`nin askerlerini helâk etmiş, daha sonra da onların cesetlerini yemek için kuşlar göndermiştir.
Hemen fark edileceği gibi bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Zira bu açıklamaya göre surenin ayet diziminin şöyle olması gerekirdi: “Onlara, pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti.” Ama biz görüyoruz ki, Allah burada önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.
Kimilerine göre de Ebrehe`nin ordusunun yanıbaşında yanardağ patlaması olmuştur. Onların üstüne lâvlar yağmıştır. Onları yakıp yok etmiştir.
Bize göre ise, yakın geçmişte cereyan etmiş bir olayı anlatan bu sure müteşabih ayet içermemekte ve herhangi bir tevile ihtiyaç göstermemektedir. Çünkü o gün için Mekke`de, gerek “ashab-ı fil”e mensup olanlardan gerekse Mekkelilerden, olayın canlı tanığı olan kimseler vardır. Dolayısıyla bu ayetin ve bu surenin müteşabihliği kesinlikle söz konusu değildir. Sure, peygamberimiz, arkadaşları ve o günün tüm insanları tarafından gayet iyi ve net bir şekilde anlaşılmıştır.
Bu ayetin müteşabih kabul edilerek üzerinde fazla durulmaması veya yapılan açıklamaların tutarsız ve yanlış oluşu; “طير tayr” sözcüğünün “kuşlar” olarak anlaşılmasından/ kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Buna benzer bir yanlış da ileride Neml suresinde “hüdhüd” sözcüğünün “kuş” olarak değerlendirilmesi şeklinde karşımıza çıkacaktır.
“طير Tayr” sözcüğüne “iki kanatla uçmak” anlamının verilmesi aslında Kur`an`a uymamaktadır. Çünkü En`âm suresinin 38. ayetinde “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir…” denilmektedir. Bu ayette geçen “يطير Yetıru” fiili sadece “uçar” anlamında olup, “kanatlarıyla/ iki kanadıyla” tamlaması ayrıca “بجناحين bicenahayni” sözcüğüyle ifade edilmiştir. Eğer “طير tayr” sözcüğü “kanatlarıyla uçar” anlamında olsaydı, “بجناحين bicenahayni” sözcüğüne gerek kalmaz, bu sözcük ayette zikredilmezdi. Bu durumda “طير tayr” sözcüğünden “iki kanatla uçan kuşlar” anlamı çıkarmak yanlıştır.
Arapça`da bazı sözcükler özel anlamlar ifade eder. Örnek olarak “isra” sözcüğü, “gece yürüyüşü” demektir, sadece “yürümek” anlamına gelmez. “Tayr” sözcüğü de iddia edildiği gibi “iki kanatla uçmak” anlamına gelmez, En`âm suresinin 38. ayetinin gösterdiği gibi sadece “uçmak” anlamına gelir.
Sözcüğün Kur`an`a uygun olan bu anlamı esas alındığında, Nahl suresinin 79. ayetinde de geçen “tayr” sözcüğünü “kuşlar” anlamında değil, “bulutlar” anlamında kabul etmek daha isabetli olacaktır.
Nahl; 79: Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan kuşlara (bulutlara) bakmadılar mı? Onları Allah`tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir kavm/halk için elbette ki ayetler (açık kanıtlar) vardır.
Yine Mülk suresinin 19. ayetinde de “صفّات saffat” ve “يقبضن yegbidne” sözcüklerine gerçek anlamları verilirse bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Bugüne kadar tüm tefsirciler(!) ve dil bilimciler tarafından “sürüler, topluluklar, öbek öbek, gruplar” olarak çevrilen “ebabil” sözcüğü için de bu anlam kabul edilebilir.
4. Ayet:
Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur yağdırıyorlardı.
Gördüğümüz, bildiğimiz tefsirlerin(!) tümünde “ترميهم termîhim” fiili, “رمى remyün” mastarından türetilen “fiili müzari, müfred, müennes” bir kalıp olarak alınmıştır. “Remyün” mastarı, “remy” kökünden türetilmiş olup, “atmak” anlamına gelir. “Taş atmak”, “ok atmak” ifadeleri “ramy” fiili ile söylendiği gibi, “مرمى mermi” sözcüğü de bu kökten türetilmiştir. Bu sözcük ayrıca istiare yoluyla “sövmek” ve “iftira atmak” anlamlarında kullanılmaktadır (Nur; 4, 6, 23).
“ترميهم Termîhim” fiilinin kökü “رمى remyün” olarak kabul edilince, doğal olarak ayet “Ki bunlar onlara ateşte pişmiş taşlar atıyorlardı” şeklinde açıklanmakta, ayetin bu şekilde açıklanması ise, atılan şeylerin ne olduğu hakkında yorumcuların (!) “atış” alanlarını genişletmektedir:
Mukatil`e göre; “Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş atıyordu ki, kimi öldüreceğine dair ismi üzerinde yazılı bulunan taşlar o adamı öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri delip, öte taraftan çıkıyordu. Mesela eğer, bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.” (Palavraya iyi bir örnek!)
İkrime, İbn Abbas`tan: “O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu taşların en küçüğü mercimek, en büyüğü ise nohut kadardır.” (Râzî)
Bize göre ise bu ayette üzerinde durulması gereken üç husus mevcuttur:
Birinci husus; “ترميهم termîhim” fiilinin hangi kökten türediğidir. Arapça lügat kitaplarına göre “termîhim” fiilinin, yine “ر م ى rmy” harflerinden oluşmuş, (mim harfinin esresiyle) “remiyün” sözcüğünden de türemiş olması mümkündür. İsim olarak “yağmuru iri ve yere sert inen bulut” anlamına gelen bu sözcük filleştirilirse, “bulut iri ve yere sert inen yağmuru yağdırıyor” demek olur. Ayrıca rmy sözcüğünü “atmak” anlamında alıp bulutarın taş atmalarını mecaz anlamıyla “Taş yağdırmak” anlamıyla anlamanın da sakıncalı bir tarafı söz konusu değildir.
İkinci husus; “بحجارة bi hicaretin” ifadesinin başındaki “ب be” harf-i cerrinin, cümleye kattığı anlamdır. Nahv ilminde “harf-i cer” denilen “be” edatı (bağlandığı sözcükte “bi” olarak okunur), cümleye “ilsak, teaddiye, sebebiyye, istiane, musahabe, bedel, mükabele, kasem, tefdiye” anlamları katar. Bu ayeti yorumlayan ve çevirenler bugüne kadar “be” edatının cümleye “ilsak (mecazi)” anlam kattığını kabul etmişler ve ifadeyi “pişmiş taşlar” olarak manalandırmışlardır. Bize göre ise bu edat, cümleye “مصاحبة musahabe (yoldaşlık, birliktelik)” anlamı katmakta olup, ifade “pişmiş taşlar ile birlikte” şeklinde manalandırılmalıdır.
Üçüncü husus; “سجّيل siccil” sözcüğünün Kur`an`daki kullanımlarıdır. Biz burada “siccil” sözcüğünün eski Farsça`dan (Pehlevîce) Arapça`ya geçmiş bir sözcük olduğu ve aslının “seng-i gil (kilden, topraktan yapılmış pişmiş taş)” anlamına geldiği hakkında bir itirazda bulunmuyoruz. Sadece bu sözcüğün Kur`an`ın başka ayetlerindeki kullanımına dikkat çekmek istiyoruz. “Siccil” sözcüğü, konumuz olan bu ayet dışında Kur`an`da iki yerde daha geçmektedir:
Hud; 82: Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş, pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık.
Hıcr; 74: O kentin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık.”
Bu ayetlerde “yerin üstünün altına getirilmesi” olayını anlatan ifadelerin, Hıcr suresinin 73. ayetindeki “Sonra, şafakla birlikte çığlık/ uğultu onları yakalayıverdi” ifadesi ile birlikte düşünülmesi hâlinde bir volkan patlamasını ve buna bağlı olarak bir depremi işaret ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hud suresinin 82. ayetinde “منضود mendudin (istiflenmiş)” sözcüğü ile nitelenmiş “pişmiş çamurdan yapılan taşlar” ifadesi âdeta, bir yanardağın püskürttüğü lâvların (cüruf), yığınlar oluşturduğunu anlatmaktadır. Şu hâlde, Kur`an`ın “siccilden taşlar” ifadesini yukarıdaki ayetlerde “lâv (cüruf)” anlamında kullanmasından hareketle, “siccilden taşlar”ın bu ayette de aynı anlamda kullanıldığını söylemek mümkündür. Bu durumda ise, bir yanardağ ifrazatı olan “siccil taşları”nın, rüzgâr yardımı ile taşınıp “ashab-ı fil”in üzerine şiddetli bir yağmur ile birlikte yağması söz konusu olmaktadır.
Yukarıdaki hususlar dikkate alınarak 3. ve 4. ayetleri şu şekilde ifade etmemiz mümkün olmaktadır:
Fil; 3 4: Ki (gönderilen öbek öbek bulutlar) onlara lâvlar (cüruf, pişmiş taşlar) ile birlikte büyük taneli, sert yağmur yağdırıyorlardı.
Bu iki ayetten şunu anlıyoruz: Rabbimiz “ashab-ı fil” üzerine iri taneli, sert yağmur yağdıran bulutlar yollamıştır. Bu bulut BORAN`dır. Kur’an’daki açıklamalara göre, yağmur ve fırtına Allah`ın ordularından olup, müminler bir çok savaşta bunların yardımı ile zaferler sağlamışlardır. Boran, olay yerine ulaşırken yol boyunca volkanik dağlardan toparladığı “siccilden taşları (pişmiş taşları, cürufları)” olay mahallinde yağmuruyla, dolusuyla birlikte “ashab-ı fil”in üzerine yağdırmıştır.
Boran; yıldırım, çakım, gök gürültüsü, kuvvetli rüzgâr, sağanak hâlinde yağmur veya dolu ile birlikte beliren şiddetli bir atmosfer olayıdır. Genellikle de sıcak ülkelerde görülür.
Görüldüğü gibi, sözcükler bizim verdiğimiz gibi manalandırılırsa, kesinlikle zorlama yoruma ve tutarsız söylentilere gerek kalmamaktadır. Ayetler ve sure gayet net olarak anlaşılmaktadır.
Eski kaynaklarda yer alan bazı açıklamalar ve coğrafî belgeler de bizim verdiğimiz anlamları desteklemektedir. Şöyle ki: Hicaz bölgesinin küçük ölçekli haritalarında ve uzaydan çekilen haritalarda, olayın vuku bulduğu bölgede krater çukurları görülmektedir. Zaten ayrıca olay mahalline yakın yerlerde oluşmuş volkanik dağlar ve tepeler de hâlen mevcuttur.
İbn-i İshak`ın, “Siret-ü İbn İshak” adlı eserinde belirttiğine göre, “fil olayı”nın meydana geldiği yerde bir süre ot bile yetişmemiştir. Daha sonra da yörenin bitki örtüsü değişmiştir.
Şair Eslet oğlu Ebu Kays, bir şiirinde, onların üstüne taş yağdığını ve bu taşların onları cüceler gibi ezdiğini anlatır.
Yine Emêviler devrinin şairlerinden olan Ferezdak, “fil olayı”na değinmiş ve “Allah, Kâbe`yi korumak için yağdırdığı taşları Haccac b. Yusuf`un üzerine de yağdırsın. Bu taşlar fili süren Habeşli askerlere değdi ve onları helâk etti” (Siret-ün Nebeviyye, 1, 63) şeklinde bir ifade kullanmıştır. Dikkat edilirse Ferezdak, “taş attıkları” şeklinde bir ifade kullanmamış, “taş yağması”ndan bahsetmiştir.
Yine Siret-ün Nebeviyye`de yer aldığına göre, bazı şairler ve yazarlar “fil olayı” günü simsiyah bir bulutun yükseldiğini ve bu bulutun Habeşlileri helâk ettiğini yazmışlardır.
Bazı rivayetlerde de, bu olay sırasında, olayın vuku bulduğu yörede şiddetli bir fırtına ve rüzgâr meydana geldiği bildirilmektedir.
5. Ayet:
Böylece onları bir yenik bitki yaprağı gibi kılıverdi.
Ayette geçen “عصف asf” kelimesi, ağacın kuru yaprağıdır. “Asf” kelimesi, Rahman suresinin 12. ayetinde de kullanılmıştır; “ذو العصف والرّيحا 06; zu-l asfı ve-r reyhan (yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler)”. Bu yaprağın bir de “yenik” diye nitelendirilmesi, onun çürüdüğünü, öğütüldüğünü ifade eder. Böceklerin onu yiyip parçaladığı andaki ya da hayvanların onu yiyip çiğneyip, öğüttüğündeki halini anlatmaktadır. Bu ifade, borandan yağan bu taşların onların bedenlerini nasıl paramparça ettiklerini somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bize göre bu olayı, “onların çiçek veya kızamık hastalıkları ile helâk edilirken ki hâllerinin tasviridir” şeklinde yorumlamaya, ayet dizimlerini farklılaştırmaya, anlatılanların müteşabihliğine hükmetmeye, kısacası bu surenin bu gün için anlaşılamayacağı görüşünü ileri sürmeye gerek yoktur. Sure en güzel şekilde anlaşılmaktadır ve 1. ayette yer alan “keyfiyet/ nasıllık” da güzelce ortaya çıkmaktadır.
Surede bahsedilen olayların genel değerlendirilmesi:
Saldırganların yok edilişi bir “mucize olay”dır, sıradan ve tesadüfen meydana gelmiş bir hadise değildir.
Olayın o gününü anlamak istersek, Yüce Allah`ın “بيتى beyti/evim” dediği Kâbe`nin himayesini müşriklere bırakmadığını, evini savunmak için olaya el koyduğunu görürüz. Böylece Allah, sonsuz güç ve kudretiyle, hem Kâbe`yi hem de kısa bir süre sonra içinde âlemlere rahmet olarak göndereceği ahir zaman peygamberinin doğacağı şehri, düşman taarruzundan korumuştur.
Yine bu olay göstermiştir ki, Yüce Allah, ehlikitab (Ebrehe ve ordusu) için Allah`ın kutsal evini yıkmayı ve kutsal yurda hâkim olmayı takdir etmemiştir.
Fil suresinde anlatılan bu kıssayı ibretle düşünmek gerekir. Tarihte ve günümüzde bir çok İslâm düşmanı sistem ve insan Allah`ın dinine tuzak kurmak için çalışıp durmaktadır. Ama Yüce Allah, geçmişte mümin insanların bu tuzakları bozmakta âciz kalması hâlinde nasıl o zalimleri kendi tuzakları içinde bozguna uğrattıysa, her zaman da uğratabilir. Bu husus hiç unutulmamalıdır.
Surenin bu güne mesajı:
İslâm`ın ve mücahitlerinin karşısındaki güçler, hangi seviyede (süper, hiper, ultra süper vs.) olursa olsunlar, kesinlikle İslâm`a zarar veremezler, perişan olur giderler.
Bunun böyle olduğunu müminler bilip rahat olmalıdırlar. Onlar, Allah`ın ayetlerinin (Kur`an), Kâbe gibi korunacağından emin olmalı ve sadece kendilerini kurtarmayı düşünmelidirler. Kâfirler de bu mucize olayı unutmamalı, “ashab-ı fil”in başına gelen felâketin veya benzerlerinin kendi başlarına gelmesinin hiç de uzak bir ihtimal olmadığını akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Savaş stratejisi açısından bakıldığında hava gücünün, en üstün kara gücünden daha etkin olduğunu bildiren bu sure, Müslümanlara bu anlayışla savunma gücü hazırlamaları konusunda da örnek olmalıdır
Kaynak: İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz)
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah`tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________ Halil Ay
|