savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
BİR AYET VE BİR YORUM VEYA KUR'ÂN’I ANLAMANIN İMKANI
ŞABAN KARATAŞ
Kur'ân-ı Kerim müslümanlar için hem bilim hem de iman objesi; müslüman olmayanlar için ise bilgi objesidir. Kendisini İslâm kimliği içerisinde gören bir ferdin, gerek fizik gerekse metafizik sahaya ilişkin epistomolojisini Kur'ân’a dayandırmadan oluşturmaya çalışması ancak anakronizm, paradoks veya patoloji gibi ödünç kelimelerle izah edilebilir bir nitelik arzetmektedir. Peki aradan geçen bu kadar asırdan sonra; dil, anlayış, algılayış ve her şeyden daha önemlisi dünya neredeyse tamamen değiştikten sonra; bugün yediden yetmişe bütün müslümanlar olarak bizim, Kur'ân’ı anlamamız veya Kur'ân’dan yararlanmamız mümkün müdür?
Bu soruya verilecek hazır cevaplar olduğunu bilmiyorum zannedilmesin. Neredeyse herkes, “Tabîî ki, alimler ilmî seviyelerine göre; halk da alimlerin açıklamalarına göre Kur'ân’ı anlarlar.” diyecektir. Keşke her şey temennilere göre gerçekleşse ama bu cevabın acele ile olmasa da fazla iyimserlikle verildiğini şu ayeti tahlil ederken hep birlikte göreceğiz. “İnananların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdi. Ama her kabileden bir cemaatin dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldiklerinde, sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?” Tevbe suresindeki bu ayetle ilgili olarak Süleyman Ateş bakınız neler söylüyor:
“Bu ayet, bir milletin savaş zamanında dahi ilmi faaliyetlerini sürdürmesini ve ilimle uğraşacak bir zümrenin görevlendirilip onların sadece bu işe tahsis edilmesini öngörmektedir. Öyle ya savaş yıllarca sürebilir. Bir milletin ayakta durabilmesi için, din adamlarının, ilim adamlarının bilgi, iman ve teknik bakımdan savaşan zümreyi beslemeleri gerekir. Zaruret olmadan yetişmiş elemanların, din ve ilim adamlarının savaş alanına götürülmesi doğru değildir. Onlar cephe gerisinde çalışacaklar, bilgilerini ilerletecekler, milletin çocuklarına iman ve ilim aşılayacaklar, sanat öğretecekler, fabrikalarını çalıştıracaklar, maarifini besleyeceklerdir. Ancak bu suretle o milletin ordusu arkadan güç alır, azimle çarpışır. Bazı kimseler, İslâm’da din adamı olmadığını söylerler. İşte bu ayet onlara da cevaptır. Gerçi İslâm’da Allah ile kul arasında aracı yoktur, ruhbanlık yoktur ama din adamı, yani din işlerinde ihtisas sahibi kimselerin bulunması, bu ayet ile farz kılınmaktadır. Milletten mutlaka bir grubun bu işle görevlendirilmesini bu ayet, kifaye olarak farz kılmıştır. Şayet cemiyet içinde dini görevleri öğretecek ve yönetecek hiç kimse bulunmazsa bütün cemiyet günahkar olur.”
Muhtemelen Ateş, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın yorumundan yararlanmış ve ayeti onun anladığı gibi yorumlamıştır.
Gerek Elmalılı gerekse Ateş’in yorumundan şu sonuçlar çıkmaktadır:
1.Herkes cepheye savaşa gitmek zorunda değildir; bir kısım insanın toplumun ihtiyaçları ve istikbali için cephe gerisinde kalması gerekir.
2.Bu ayet İslâm’da din adamı sınıfı olmadığını söyleyenlere en iyi cevaptır. İslâm’da din işlerini deruhte edecek görevliler olmalıdır.
3.Fıkıh tahsili Allah yolunda cihat gibidir.
Her iki müfessir de bu ayete ideolojik yaklaştıkları için isabet kaydedememişler; çünkü Kur'ân tefsirinde hayatî derecede mühim olan, ayetlerin indiği ortam ile ayetlerin iniş gayesi arasındaki ilişkiyi kuramamışlardır. Birkaç açıdan konuyu tahlil etmekte yarar bulunmaktadır:
1.Eğer bu ayet savaşa iştirak edecek veya etmeyecek fertleri konu ediniyorsa, ayetin birinci muhatapları olan Hz. Peygamber ve ashabı için hiçbir önem taşımamaktadır. Hz. Peygamber ve onun güzide ashabı düşmanla savaşırken; geride kalanlar kimden ne öğreneceklerdir? Bu konu ile ilgili olarak özellikle Tebük Savaşı’na katılmayan üç büyük sahabinin başına gelen dramın hatırlanması konunun anlaşılması için bir fikir verecektir.
2.Kur'ân ayetleri içine Fıkıh ilmini sokmanın ne manası var? Kur'ân’ın indiği dönemde böyle bir ilim var mıydı? Özellikle Elmalılı gibi bir tefsir aliminin “Tefakkuh”tan “Fıkıh” veya “İlm-i Din” çıkarmasını akıl-izân almıyor?
Başka itirazlarda ileri sürülebilir fakat biz bu ayete ilişkin daha tutarlı bir açıklama bulma gayretimizi öne alıyoruz. Yeri gelmişken ifade edelim ki, Mısırlı alim Muhammed Ahmed Halefullah ( ö. 1998 )’ın açıklamaları bu ayet üzerindeki sis perdesini aralamaktadır . Bizim bu ayete yaklaşımımızda Halefullah’ın önemli bir katkısının olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.
1.İslâm dininin Arap yarımadasına hızla yayılması nedeniyle, buralarda dini öğretecek uzman kişilere olan taleplerde patlama meydana gelmiş; gönderilen görevliler nedeniyle Medine’de Hz. Peygamber’in çevresinde bir zafiyet riski ortaya çıkmıştı.
2. Hz. Peygamber’in çevre kabilelere uzman insan göndermesi çok tehlikeliydi. İslâm’a yönelik sempatinin yanında düşmanlık da ivme kazanmıştı. Özellikle Bi’r-i Ma’ûne veya Racî vakıası gibi trajediler Hz. Peygamber ve diğer müslümanların ruh dünyasında kanayan yaralar açmıştı.
3.Müslüman olan kabilelere mensup insanlar gerek münferiden gerekse heyetler halinde Medine’ye akın ediyor; burada geçici de olsa yerleşiyor ve zengin-yoksul bütün gelen gidenleri ağırlamak Hz. Peygamber ve onun yakın çevresine düşüyordu.
4.Medine’ye akın eden insanlar, kendi iş ve uğraşlarını bırakıyorlardı. Bu durum tabîî olarak bölgenin istikrarı ve her alanda güçlenmesi açısından bir zafiyet sebebiolabilirdi.
İnsanların müslüman olması, onlara ekstra bir zahmet getirmişti . Ayet-i Celîle böyle bir ortamda nazil olmuş ve muhtelif kabilelere mensup müslümanların, gerek merak gerekse İslâm’a dair bir şeyler öğrenmek üzere ferdî veya heyetler halinde kendi bölgelerini boşaltıp Medine’ye yığınak yapmalarına veya Hz. Peygamber’in her tarafa uzman öğreticiler göndermesine gerek olmadığını vurgulayarak alternatif bir uygulamayı yürürlüğe koymuştur: Çevre veya uzak kabilelere mensup yeni müslümanlar veya İslâm’a dair bir şeyler öğrenmek isteyen diğer kabileler örgütlü davranacaklar; kendi içlerinden ehliyetli temsilciler seçerek bunları Medine’ye gönderecekler, bunlar Hz. Peygamber’le görüşecekler, İslâm’la ilgili hak ve sorumluluklarını öğrenecekler; zamanı geldiği zaman da kabilelerine dönerek olup biteni ve bildiklerini temsilcisi olduğu insanlara anlatacaklar.
Bu uygulama ile bireyin yerine grup konulmakta ve bu şekilde bireysel değil, toplumsal bir önderlik gerçekleşmektedir. Hiç kimse şüphe edemez ki, özellikle de yeni davetin hareket alanında, toplumsal önderlik bireysel önderlikten çok daha üstündür. Özellikle de içerisinde radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının bulunmadığı bir zaman diliminde, bir grup insana tebliğ edilirken, davetin toplumsal eylem olarak sunulması bireysel bir eylem olarak tebliğ edilmesinden daha kuvvetlidir. Yeni davet yolunda çalışan, bizzat içerisinden geldiği ve onunla yakınlık, akrabalık ve aynı vatanı paylaşma bağlarıyla bağlı olduğu topluluk içerisinde görevini yapan grup, davetin başarıya ulaşmasında, durumu ne olursa olsun tek bireyden daha güçlü ve etkin olur.
Dışarıdan tebliğ için gelen kişi, insanların onunla, onun da bu insanlarla kaynaşması/tanışması ve güven duygusunun oluşması için, uzunca bir zamana ihtiyaç vardır. Bu işler herhangi bir çevrede yetişen, aile ve aşiretinin geçimini düşünmek zorunda kalan bir kişi ile hiçbir zaman gerçekleşemez. Davetçi ile davet edilenler arasındaki bağ, tarih boyunca ortaya çıkan ilahi mesajlardan bahsetmek suretiyle, Kur'ân'ın uzunca temas ettiği meselelerdendir. Gönderilen her peygamber içerisinde büyüdüğü ve yetiştiği topluma gönderilmiştir. Muhammed (s)'den başka hiçbir peygamber bütün insanlara gönderilmiş değildir. Gönderilen her peygamber kendilerine açıklamalarda bulunmak için kendi toplumunun diliyle gönderilmiştir. Bu kuvvetli bağ, peygamberi, kendi kavminin hidayeti için daha itinalı olmaya sevk etmektedir. Yoluna bir takım engeller konulduğunda ve bazı problemlerle mücadele etmek zorunda kaldığında, peygamberin kalbine ümitsizlik girmemekte ve o daveti yayılıp amaçları gerçekleşene dek yoluna devam etmektedir.
Ayet "onlardan her bir cemaat için bir grubun sefere çıkması gerekmez miydi?" demektedir. Bundan anlıyoruz ki, istenilen, her bir yerleşim birimi veya insan topluluğu ya da cemaat için, kendilerine mensup fertlerden müteşekkil bir grubun veya topluluğun sefere çıkmasıdır. Bu grup ya kendiliğinden veya seçim için vazedilen bir takım şartlara uygun olarak diğer fertlerin seçimiyle ortaya çıkabilir. Bahsi geçen bu grup dini iyice incelemek/anlamak, yani asli vatana ve liderlik merkezine yeni davet için gitmek üzere yola çıkıyorlardı. Burada dini anlamak (tefakkuh) kesinlikle fıkıh kitaplarını araştırmak anlamına gelmiyor. Çünkü Peygamber devrinde bu tür kitaplar mevcut değildi. Bu kitaplar daha sonra, iki asır sonra sonra ortaya çıkmıştır. Burada anlamak (tefakkuh) eylemi, kendisine nazil olan ve vahyedilen Kur'ân'a çağırmasına istinaden, Hz. Muhammed'in davet ettiği İslâmî sistemle alakalıdır. Anlama sadece, Kur'ân'ın kendisine çağırdığı konularda, ince bilgi ve derin anlayış sahibi olmak demektir. Kur'ân insanlara hidayet için gönderilmiştir. Kur'ân zararlı her şeye savaş açmış ve faydalı her türlü şeye davet etmiştir.
Bütün bu açıklamalardan sonra, yukarıda Kur'ân’ı anlamanın imkanıyla ilgili olarak sorduğumuz soruyu hatırlayalım. Tabîî ki, Kur'ân anlaşılmak için inmiştir ve onun “tenzîl” niteliği, Allah’ın insanlığa “tenezzülü”nü yansıtmaktadır. Kur'ân bir yandan tenzîl olunurken yani indirilirken, aynı zamanda da idrakimize indirgenmiş bir kitaptır. Ancak, bu teorik tespit bizim yapacağımız çalışmalarda öldürücü ve tembelleştirici bir afyon fonksiyonu icra etmemelidir. Madem ki Kur'ân, bir müslüman için hem bilgi hem de iman objesidir, o halde hiç olmazsa diğer kitaplar kadar ciddiye alınarak okunmaya değmez mi?
Dipnotlar:
1-Tevbe 9/122
2-Ateş, Süleyman, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, İstanbul, ty, s. 205
3-Bkz: Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1979, c. 4, s. 2644.
4-Nitekim Elmalılı Mealini sadeleştirenler, müfessirimizin “Fıkıh tahsil etsinler...” ifadesini, “dinde derinleşsinler...” şeklinde sadeleştirmişlerdir. Bkz: Yazır, Muhammed Hamdi, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli (Sadeleştirenler: M. Sadi Çöğenli ve Nevzah H. Yanık), İstanbul, 1996, s. 205.
5-Bkz: Halefullah, Muhammed Ahmed, el-Kur'ân v’es-Sevratus-Sekafiyye, Kahire, 1974, s. 57-61.
6-Benzer mütalaalar için bkz: Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hâdîs, Kahire, 1963, c. 12, s. 239.
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|