Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bir zamanlar, bundan tam 14 asır evvel, dünya üzerinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) yaşadı. Ve onun sahâbesi, onunla birlikte çok mutluydular. Allah'ın dostları, Allah'ın sevgilileriydiler. Allah'a teslim olmuşlardı. Allah'a çağırıyorlardı. Kendilerini öldürmeye kasteden, kendilerine işkence eden insanlara karşı iyilikle mukabele etmeyi, onları sevmeyi başarmışlardı. Yaşadıkları asır, Asr-ı Saadet'ti (Saadet asrı). Yaşadıkları onca zulme rağmen, nasıl dünyanın en mutlu insanları olabilmişlerdi?
Allah'ın dostları, Allah'ın sevgilileri...
Bundan 14 asır evvel, Peygamber Efendimiz (S.A.V) yaşadı ve onun sahâbesi, can dostları, onunla birlikte yaşadılar.
Sahâbe deyince, orada durun! Sahâbenin, İslâm'ın 7 safhasının, hanif dîninin 7 safhasının yedisini de yaşadığını ve sonuna kadar ulaştıklarını bilmenizi istiyorum.
Sahâbe... Güzelliklerin temsilcileri... İrşad makamının sahipleri... İrşad makamının sahibi olmak, yolumuzun sonu; ama hadi gelin oradan başlayalım.
Sahâbe mürşid miydiler? Elbette mürşiddiler. Nereden biliyoruz? Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de mürşidi tarif ediyor:
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne). "Muhakkak ki; ben, Allah'a teslim oldum." diyerek Allah'a çağırandan ve nefsi ıslâh edici ameller işleyenden daha güzel söz söyleyen kim vardır.
41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh(seyyietu), idfa' billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun). Hasenat (sevaplar) ile seyyiat (günahlar) eşit değildir. Sen yapılanı ahsen olan (davranışla) söndür (önle). O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, muhakkak ki yakın dost olmuştur.
41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illellezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin). Bu haslete (kötülüğü iyilikle önleme hasletine), sadece sabır sahipleri ve en büyük hazza sahip olanlar ulaştırılır.
Anlıyoruz ki; bunlar mürşidler. Peki özellikleri neymiş?
1- Allah'a teslim olmuşlar. 2- Allah'a çağırıyorlar. 3- Kötülüğe iyilikle mukabele ediyorlar.
3 özellik taşıyor Fussilet 33, 34, 35 ve mürşitlerin 3 özelliği geçiyor. Şimdi bakıyoruz, sahâbe bu 3 özelliğin sahibi mi?
Evet. Hepsi Allah'a çağırıyordu.
İşte Al-i İmran 119. Allahû Tealâ diyor ki:
3/AL-İ İMRAN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû'minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri). (Ey mü'minler)! Siz öyle kimselersiniz ki; onlar, sizi sevmedikleri halde siz, onları seversiniz ve siz Kitab'ın bütününe îmân edersiniz. Onlar, sizinle karşılaştıkları zaman: "Îmân ettik." derler. Ama tenhada, kendi başlarına kaldıkları zaman size olan öfkelerinden (dolayı), parmak uçlarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizden ölün." Hiç şüphesiz Allah, sinelerde olanı bilir.
Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde; Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e buyuruyor ki:
12/YUSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed'û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne). De ki: "Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah'ı görerek) Allah'a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah'ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim."
Kim çağırıyormuş Allah'a? Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve ona tâbî olanlar.
Sahâbe kime denir?
Hadi bakalım, şimdi tanıdığınız dîn adamlarına sorun: "Sahâbe kim?" Size diyeceklerdir ki: "Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'i hayattayken görenlerdir." Hayır! Peygamber Efendimiz'i görenler değil, O'na tâbî olanlardır.
İşte Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki: "O kitap sahiplerine ve ümmîlere de ki: Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah'ı görerek Allah'a davet ettiğimiz yol."
Kimlermiş? Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve O'na tâbî olanlar.
Peki Al-i İmran Suresinin 20. âyet-i kerimesinde ne söylüyor Allahû Tealâ?
3/AL-İ İMRAN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belag(belagu), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi). Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: "Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik." O kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: "Siz de (fizik vücudunuzu Allah'a) teslim ettiniz mi?" Eğer teslim ettilerse; o zaman (onlar), andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse; o zaman sana düşen (görev), ancak tebliğdir. Allah kullarını Basîr'dir (görendir).
Kimlermiş? Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve O'na tâbî olanlarmış. Öyleyse sahâbeyi, "hayattayken Peygamber Efendimiz (S.A.V)'i görenler" diye karalamasınlar. Sahâbe, kendileri gibi düşünmüyordu. Onlar tâbî olmayı bir şeref sayıyorlardı ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî oldular ve Kur'ân'a da tâbî olanlar olarak girdiler. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve O'na tâbî olanlar, onun sahâbesi...
Ne çıktı karşımıza? Demek ki; bütün sahâbe Allah'a çağırıyormuş. Tamam, çok güzel. Peki sahâbe Allah'a teslim olmuşlar mı? Elbette. Bütün sahâbe, ruhlarını Allah'a teslim etmişler; teslimin 1. safhası.
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ibâd(ibâdi). Onlar ki; şeytana kul olmaktan içtinab ederler (kaçınırlar) ve Allah'a yönelirler. Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi). Onlar (sahâbe), sözleri işitirler ve onların (sözlerin) ahsen olanına (Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından söylenilenine) tâbî olurlar. İşte onlar, hidayete erenlerdir (ruhlarını ölmeden evvel Allah'a ulaştıranlardır). Ve onlar, ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleridir).
Öyleyse bütün sahâbe hidayete ermiş, ruhlarını Allah'a ulaştırmış. Sonra? Fizik vücutlarını da ruhlarını Allah'a teslim etmişler, hidayete ermişler. Hidayet nedir? İnsan ruhunun Allah'a ulaşması, Allah'a teslim olması. Bakalım âyetler ne diyor?
3/AL-İ İMRAN-73: "...innel hudâ hudallâh..." "Hiç şüphesiz hidayet, Allah'a ulaşmaktır."
Bakara 120 ne diyor?
2/BAKARA-120: "inne hudallâhi huvel hudâ" "Muhakkak ki; Allah'a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir."
Öyleyse Allahû Tealâ'nın dizaynı içerisinde, her şeyin en güzel hüviyette olduğu bir muhteşem hüviyet var. Bütün sahâbe, Allah'a ruhlarını teslim etmişler. Peki fizik vücutlarını, vechlerini teslim etmişler mi? Elbette teslim etmişler.
İşte Al-i İmran 20. Allahû Tealâ buyuruyor:
3/AL-İ İMRAN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belag(belagu), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi). Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: "Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik." O kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: "Siz de (fizik vücudunuzu Allah'a) teslim ettiniz mi?" Eğer teslim ettilerse; o zaman (onlar), andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse; o zaman sana düşen (görev), ancak tebliğdir. Allah kullarını Basîr'dir (görendir).
Sahâbe, nefslerini Allah'a teslim etmişler mi? Teslim etmişler. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 136. âyet-i kerimesinde diyor ki:
2/BAKARA-136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya'kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne). Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilenlere, İbrâhîm'e İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere, Musa ve İsa'ya verilenlere ve (diğer) nebîlere, Rab'leri (tarafı)ndan verilenlere (sahife, kitap ve vahiylere) îmân ettik. Onların arasında hiçbir ayırım yapmayız (fark gözetmeyiz). Zaten biz, O'na teslim olanlarız.
"Ey sahâbe! Onlara deyin ki: Zaten biz, O'na teslim olanlarız." Buradaki teslim, Bakara Suresinin 132. âyet-i kerimesinde geçen: "Siz ölmeyin önce Allah'a teslim olun, sonra ölün." âyet-i kerimesinin neticesi; yani sahâbe nefslerini de Allah'a teslim etmişler.
2/BAKARA-132: Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve ya'kûb(ya'kûbu). Yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temût tunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne). İbrâhîm de bunu kendi oğullarına vasiyet etti. Yâkub da (o sıra oğullarına): "Ey oğullarım! Muhakkak ki; Allah bu dîni sizin için seçti. Artık siz ölmeyin ancak Allah'a teslim olarak (ölün)." dedi.
Peki sahâbe, iradelerini Allah'a teslim etmiş mi? Bütün sahâbe iradelerini de Allah'a teslim etmişler ve bihakkın takvanın sahibi olmuşlar, irşad makamına tayin edilmişler. İşte Allahû Tealâ, iradenin teslimi ile alâkalı olan işi, sahâbenin gerçekleştirdiğini söylüyor: "fe lâ temût tunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).." "Siz ölmeyin." diyor Allahû Tealâ, arkasından da sahâbe için diyor ki: "Onlara deyin ki; biz muhakkak ki müslimun olanlarız. (Yani "Siz ölmeyin, önce Allah'a teslim olun, sonra ölün." sözünün gereğini yerine getirenleriz)."
Peki ne oluyor bir insan iradesini Allah'a teslim ederse? Allahû Tealâ onu, "İrşada memur ve mezun kılındın." cümlesiyle irşad makamına tayin ediyor. Sonuç itibariyle, bütün sahâbenin bu şerefe erdiğini net olarak görüyoruz.
Allahû Tealâ Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde diyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu). O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan ulûl'elbab, ihlâs ve salâh makamlarını, en üst üç makamı işgal edenler), onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden), bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe, irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu.) Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
İster ensar olsun, ister muhacirîn, hepsine tâbî olunmuş. Âyet kesin. Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi. Öyleyse sahâbenin mürşid olduğunu bu âyet zaten tek başına ispat ediyor; ama aynı zamanda bihakkın takvanın sahibi olduğunu da.
Sahâbe ondan sonra irşad makamına tayin olunduğu için, böyle bir sonuçla karşı karşıyayız. Bütün sahâbe Allah'a teslim olmuşlar. Bütün sahâbe Allah'a çağırıyorlardı, Allah'a teslim de olmuşlar.
Peki bütün sahâbe, 3. özelliğin de sahipleri miydi? Yani kötülüğe iyilikle mi mukabele ediyorlardı? Evet. Al-i İmran Suresinin 119. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ net ve açık olarak bu hususu ortaya koyuyor.
Konu ne? Kötülüğe iyilikle mukabele etmek.
3/AL-İ İMRAN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû'minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri). (Ey mü'minler)! Siz öyle kimselersiniz ki; onlar, sizi sevmedikleri halde siz, onları seversiniz ve siz Kitab'ın bütününe îmân edersiniz. Onlar, sizinle karşılaştıkları zaman: "Îmân ettik." derler. Ama tenhada, kendi başlarına kaldıkları zaman size olan öfkelerinden (dolayı), parmak uçlarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizden ölün." Hiç şüphesiz Allah, sinelerde olanı bilir.
Kitab'ın bütününe îmân edenler; yani Kur'ân-ı Kerim'de Allahû Tealâ'nın bahsettiği 7 safhaya da gerekli önemi verenler, 7 safhayı da yaşayanlar, Kur'ân'ın bütününü yaşayanlar. 14 asır evvel onlar Kur'ân'ın bütününü yaşadılar, bütün farzlarına riayet ettiler, bütün sünnetlerine de riayet ettiler Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in ve İslâm'ın 7 safhasını yaşadılar. 14 asır sonra bugün, yaşanmıyor.
Öyleyse tasavvuf nedir?
Tasavvuf, Hazreti İbrâhîm'in hanif dînidir.
Hazreti İbrâhîm, tam bir mutasavvıftı. O, hanif dîninin sahibiydi. Hanif dîni bir insanı nereden alır, nereye götürür? Hanif dîni bir insanı sıfırdan alır, önce o kişi Allah'a ulaşmayı diler. Sonra? Mürşidine ulaşıp tâbî olur. Sonra? Ruhunu Allah'a ulaştırıp teslim eder. Sonra? Fizik vücudunu Allah'a muhsin kılarak teslim eder.
Nefsini Allah'a ahsen kılarak teslim eder. İrşada ulaşır. İradesini de Allah'a teslim eder ve mürşidlerden olur. Bütün sahâbe, bu vasıfların hepsine sahiptiler, 7 safhanın hepsini bihakkın yaşadılar. Öyleyse onlar İslâm'ın gerçek temsilcileriydi; Hazreti İbrâhîm'in hanif dîninin gerçek temsilcileriydi.
Öyleyse Allahû Tealâ'yla olan ilişkilerimizde en güzeli yaşamak söz konusu mu? Elbette. Hangi şartlar içinde? Sahâbenin yaşadığı şartlar içinde. Onlar kanlı katiller iken, her biri her türlü zulmü işlerken, kız çocuklarını diri diri mezara gömerken Allah'ın yoluna girerler ve girdikleri zaman hayatlarının tümü değişir. Öyle bir dizaynla Allahû Tealâ onları olgunlaştırır ki; birbirinin can düşmanı olan sahâbe, birbirinin can dostu olurlar.
İşte Al-i İmran 103. Allahû Tealâ buyuruyor:
3/AL-İ İMRAN-103: Va'tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni'metallâhi aleykum iz kuntum a'dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni'metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne). Ve hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; hani o zaman siz birbirinize düşman idiniz. (Sonra Allah), kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu ni'meti ile artık kardeşler oldunuz. Siz, ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da (Allah), sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle beyan ediyor ki; böylece hidayete eresiniz.
Bütün kabileler arasında kan davası vardı. Sonradan sahâbe olanlar, her kabiledeki kan davasına iştirak etmişlerdi. Onlardan birilerini yabancı kabileler öldürmüştü, onlar da yabancı kabilelerden birilerini öldürmüştüler.
Öyleyse böyle bir dizaynda, Allah'ın sahâbenin kalplerini birbirine telif etmesi üzerine can dostları olduğunu görüyoruz. Sahâbenin özelliği neydi? Kalplerinin telif edilmesinin arkasında ne vardı? Bütün sahâbenin Sıratı Mustakîm'in üzerinde olması vardı. Bir insanı şeytanın kulu olmaktan kurtaracak olan şey, Sıratı Mustakîm'in üzerinde olmaktır.
Tevhidin temelinde Sıratı Mustakîm vardır. Bütün sahâbe tevhid erleriydi. Tek Allah'a inanıyorlardı. Hanif dîninin, İslâm dîninin gerçek temsilcileriydiler. 1. özellikleri tek Allah'a inanmaktı. Bu bakımdan Allah'ın tekliği konusunda kesin olarak haniftiler.
Hanif dîninin 2. özelliği, tek bir toplum oluşturmaktı. Onu da bütün sahâbe gerçekleştirmişti. Bütün sahâbe Sıratı Mustakîm'in üzerindeydi; yani hanif fıtratının gereğini gerçek anlamda tahakkuk ettirmişlerdi. Bütün sahâbe kendileri, Sıratı Mustakîm'in üzerinde oldukları gibi başka insanları da Sıratı Mustakîm'e çağırıyorlardı ve hepsi mü'minlerdi.
Şimdi gelin bakalım Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi ne diyor?
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu'minîn(mu'minîne). Şeytan, insanlar üzerindeki vaadini yerine getirdi. Mü'minlerden ibaret bir tek fırka hariç hepsi, iblise tâbî oldular.
Sahâbe soruyor Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e: "Ey Allah'ın Resûl'ü, kaç fırka olacak?" "73" diyor. "Peki bunlardan gerçekten sadece bir tek fırka mı hak olacak?" "Evet" diyor. "Ey Allah'ın Resûl'ü, ismi ne bu fırkanın?" "Fırka-i Naciye" "Bu fırkadakilerin özellikleri ne?" Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: "Onlar da sizin ve benim gibi Sıratı Mustakîm'in üzerinde olanlardı." diyor. "Olanlar olacaklar."
Öyleyse kimmiş bu insanlar? Mü'minleri oluşturan bir tek fırka hariç bütün fırkalar şeytana kul oldular. Buradan hareket edelim: Bütün fırkaların var olduğu ayrıca bir fırkayı da işaret edildiği bir âyet var mı Kur'ân-ı Kerim'de? Var.
En'am 153. Allahû Tealâ buyuruyor:
6/EN'AM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne). Ve muhakkak ki; bu, benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Böylece siz takva sahibi olursunuz.
Öyleyse sahâbeye bakıyoruz. Sahâbe Sıratı Mustakîm'in üzerindeydi. Önce Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'in, sonra fizik vücutlarını Allah'a teslim eden Sıratı Mustakîm'in, sonra nefslerini Allahû Tealâ'ya teslim eden Sıratı Mustakîm'in, sonra iradelerini Allah'a teslim eden Sıratı Mustakîm'in; dört Sıratı Mustakîm'in de üzerindeydi sahâbe.
Öyleyse onlar Sıratı Mustakîm'in üzerindeydiler. Onlar tevhidi tam anlamıyla tahakkuk ettirmişlerdir. Sıratı Mustakîm'in üzerinde olduklarının kesin işareti; Allah'ın kalplerini telif etmesiyle birbirlerinin can dostu olmayı başarmaları. Can düşmanlarıyla can dostu haline gelmişlerdi.
Ne diyordu Allahû Tealâ Fussilet 34'te? "Sen seyyiati hasenatla önle. Hiç seyyiatle hasenat bir olur mu?" Bütün sahâbe seyyiati hasenatla önlemişlerdi. Diğerlerinin can düşmanı olan sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olduktan sonra can dostları oldular ve düşmana karşı el ele, gönül gönüle savaş verdiler.
Tasavvuf nedir? Tasavvuf, Allah'a teslim olmaktır. Hanif dîni nedir? Hanif dîni, Allah'a teslim olmaktır. İslâm dîni nedir? İslâm dîni, Allah'a teslim olmaktır. Öyleyse şunu herşeyden evvel bilelim, yerli yerine oturtalım ki; kâinatta 1'den fazla dîn, hiç olmamıştır. Allah'a göre sadece bir tek dîn vardır, ona Allahû Tealâ "Hazreti İbrâhîm'in hanif dîni" diyor, "Babanız İbrâhîm'in hanif dîni" diyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e diyor ki: "Sana hanif olanı vahyettik, sen de onu yerine getirdin." Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e: "Sen hanifsin (diyor) kendini hanif olarak dîne doğrult." diyor ve Allahû Tealâ diyor ki: "Allah sadece bir tek dînin sahibidir, ondan başka bir dîn yoktur, o dîn hanif dînidir ve o dînin Arapça adı İslâm'dır. Sana bu Kitab'ı Arapça olarak indirdik." diyor "Kur'ânün Arabiyye". "Sana bu dîni Arapça olarak indirdik ve bu Kur'ân'daki Arapça dînin adı İslâm'dır, Allah'a teslim olma dînidir ve bu Hazreti İbrâhîm'in hanif dînidir." diyor Allahû Tealâ. "Hazreti Nuh'a, Hazreti İbrâhîm'e, Hazreti Musa'ya, Hazreti İsa'ya tatbik ettiğimiz şeriatı, sana da şeriat olarak emrettik, vahyettik." diyor.
Bütün nebîlerin şeriatının aynı olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Öyleyse son Nebî Hazretleri Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve ona tâbî olan sahâbe, Hazreti İbrâhîm'in hanif dînini; yani tasavvufu yaşadılar.
Nereye götürür İslâm dîni, hanif dîni ve tasavvuf? İnsanları nereden alır? Nereye götürür? Allah'a ulaşma dileğiyle bir macera başlar. Güzelliklerin en güzeli başlar. Bunun başlaması için Allahû Tealâ tarafından seçilmiş olmak gerekir. Bütün sahâbe seçilmişti.
Ne diyor Allahû Tealâ Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesinde?
42/ŞURA-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted'ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu). "Dîni ikame edin ve fırkalara ayrılmayın." diye dîn olarak Nuh'a vasiyet ettiğimizi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi, sizin için de (Allah) şeriat kıldı. Müşriklere, kendilerini davet ettiğin şey (Allah'a davet ve tek Allah'a inanmak) ağır geldi. Allah, kimi dilerse onu Kendisine seçer ve Kendisine yöneleni, O'na (Kendisine) ulaştırır.
"Allah kullarından dilediğini Kendisine seçer, seçtiklerinden kim Allah'a yönelirse onu, Kendisine ulaştırır." diyor. Öyleyse bütün sahâbe, Allahû Tealâ tarafından seçilmiş miydi? Evet. Hepsi seçilmişti. Peki bütün sahâbe Allah'a yöneldiler mi? Hepsi Allah'a ulaşmayı diledi, hepsi Allah'a yöneldi.
Allah'a yönelmek nasıl bir ifade? ALLAH'A ULAŞMAYI DİLEMEK. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, o Allah'a yönelmiştir. Allahû Tealâ onu mutlaka mürşidine ulaştıracaktır, mutlaka ruhunu Kendi Zat'ına ulaştıracaktır. İşte bütün sahâbeye bakıyoruz. Hepsi aynı dizaynda. Ruhlarını hepsi Allah'a ulaştırmışlar.
Zümer 18'de gördük ki; hepsi ruhlarını Allah'a ulaştırmışlardı. Öyleyse Rad Suresinin 20, 21, 22. âyetleri ne söylüyor bakalım:
13/RAD-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka). Onlar, Allah'ın ahdini (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah'a teslim ederek) ifa ederler (yerine getirirler). Ve misaklerini (Allah'a, bu 4 emaneti teslim etme konusundaki, kesin sözlerini) bozmazlar.
13/RAD-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb (hisâbi). Ve onlar, Allah'ın (ölümden evvel), Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O'na (Allah'a) ulaştırırlar. Ve Rab'lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
13/RAD-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ rezaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedreûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab'lerinin vechini (Zat'ını, Zat'a ulaşmayı, Allah'ın Zat'ını görmeyi) isteyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenler. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
Bütün sahâbe, Allah'a ruhlarını ulaştırmışlar. Hepsi önce, Allah'a ulaşmayı dilemiş. İşte tasavvufun, işte hanif dîninin, İslâm dîninin birinci noktası: ALLAH'A ULAŞMAYI DİLEMEK. Bu bir işaret. Bu, olmazsa olmaz şartıdır. Olmazsa olmaz! Kim Allah'a ulaşmayı dilemezse, o kişinin kurtuluşu mümkün değildir.
Bütün sahâbe hidayete ermişler; hidayete erenlerin hepsi de Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir, Rad Suresinin 20, 21 ve 22. âyetleri gereğince. Öyleyse bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilediler. Tasavvufun temel kaidesi, cennetin anahtarı, Allah'a ulaşmayı dilemek.
Bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemişler, tasavvufun 7 safhasından birincisini hepsi yaşamış. İkincisini yaşamışlar mı? Yani 10 tane ihsan alarak mürşidlerine ulaşmışlar, ona tâbî olmuşlar mı? Hem de kâinatın en büyük mürşidine; Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olmuşlar. Hepsi mi? İstisnasız hepsi, hepsi tâbî olmuşlar.
Öyleyse neyle karşı karşıyayız? Şunu görüyoruz ki; bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine tâbî oldular: Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)'e, Peygamber Efendimiz'e. Öyleyse böyle bir durumda, onlar kendilerine düşen görevi gerçekleştirdiler. Tâbî oldular ve Sıratı Mustakîm'in üzerinde oldular.
En'am Suresinin 153. âyet-i kerimesinde:
6/EN'AM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne). Ve muhakkak ki; bu, benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Böylece siz takva sahibi olursunuz.
Bu âyet-i kerimenin tabiî sonucu olarak bütün sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî oldular. Bu tâbiiyet standartlarında onlar için söz konusu olan, işte daha öteye geçmekti. Tâbî oldukları zaman muhtevaya baktığımızda; daha öteye geçmenin, ruhu Allah'a ulaştırmak olduğunu görüyoruz.
Ne oluyor? Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî oluyorlar. Allah kalplerinin mührünü açıyor, kalplerinin içindeki küfür kelimesini alıp, yerine îmân kelimesini yazıyor. Devrin İmamı'nın; Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in ruhunu, başlarının üzerine getirip yerleştiriyor. Bütün günahlarını sevaba çeviriyor sahâbenin. Ruhlarını Allah'a doğru yola çıkarıyor. Nefsleri tezkiye olmaya başlıyor. Fizik vücutları da şeytana kul olmaktan kurtulmaya ve Allah'a kul olmaya başlıyor.
Öyleyse Allah'a kul olmak... Birinci yeminimiz ruhumuzla alâkalı. Ruhumuzu ölmeden evvel Allah'a ulaştıracağımıza dair misak vermişiz Allahû Tealâ'ya. 12 defa üzerimize farz. Peki sonra? Yeminimiz var; nefsimizi tezkiye ve tasfiye edeceğiz. Nefsimizde hiçbir afet bırakmayana kadar bir savaş vereceğiz nefsimizin afetleriyle. Resûl yoluyla daimî zikre ulaşmak mecburiyetindeyiz. Daimî zikir üzerimize farz kılınmış.
Nisa 103'te Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSA-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma'nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu'minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten). Namazı bitirdiğinizde; ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah'ı hep zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü; namaz, mü'minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
Bütün sahâbe, daimî zikrin sahipleriydi. İşte Zümer 18'de Allahû Tealâ hepsinin ulûl'elbab olduğunu, daimî zikrin sahibi olduklarını söylüyor ki; ulûl'elbab olmak demek, ihlâs sahibi olmak demektir.
Tüm sahâbe nefslerini de Allah'a teslim etmişlerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olduktan sonra, Allah'a doğru yola çıktılar. Seyr-i sülûk başladı sahâbe için. Hepsinin ruhlarını Allah'a ulaştırdıklarını görüyoruz. Hepsinin önce nefslerini tezkiye ettiklerini görüyoruz ve ruhlarını Allahû Tealâ'ya ulaştırınca, Sıratı Mustakîm üzerinde ruhun yaptığı yolculuk sona erdi.
Nefs gene rehine olarak kaldı; ama fizik vücudu Allah'a teslim etmek için gayretle çalışmaya başladı sahâbe. Ve bütün sahâbenin fizik vücutlarını da Allah'a teslim ettiklerini görüyoruz, Al-i İmran Suresinin 20. âyet-i kerimesine göre. Öyleyse sahâbe en güzel standartlardaydı. Adım adım hanif dîninin hedef gösterdiği noktalara doğru hareket halindeler. Ruhlarını Allah'a ulaştırıp teslim etmişler mi? Etmişler. Neden sonra? Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbiiyetten sonra.
Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ diyor ki:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihi), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu'tîhi ecren azîmâ(azîmen). Muhakkak ki; onlar, sana biat ettikleri zaman Allah'a biat etmiş oldular. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah'ın eli vardı. Kim (derecesini nâkısa) düşürürse, muhakkak ki o, nefsi sebebiyle (Allah'a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nâkısa düşürmüştür. Kim de Allah'a olan ahdlerini (yeminini, misakini ve ahdini) yerine getirirse, ona büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
Aslında herşey öylesine güzel ki; bu muhteşem güzellikleri yaşamak varken bir inat uğruna, insanların Allah'ın bütün hakikatlerini reddetmeleri, gerçekten ibretle seyredilecek olan bir tablo ve içimizi hüzün kaplıyor. Bu insanlar kurtulamazlar. Kur'ân'a göre kurtulmaları mümkün değil. Onları kurtarmak üzere yaptığımız bunca gayretin neticesiz kaldığını görmenin hüznünü yaşıyoruz. Kur'ân ne söylemişse, şu anda sahâbeyi tanımayanlar onları iddia ediyorlar; ama bütün sahâbenin bu hedeflerin hepsine, 12'den vurarak ulaştığını söylüyor Kur'ân-ı Kerim.
Herşey en güzel standartlarda vücut bulmuş. Sahâbe bir sulh ve sukûn ortamına ulaşmış. Hem cennet, hem dünya saadetinin sahibi olmuş. Tasavvuftan murad olunan şeyle İslâm'dan murad olunan şey, hanif dîninden murad olunan şey aynı; sadece Allah'a teslim olmak. Neyiniz varsa teslim edeceksiniz. Ruhunuzu, fizik vücudunuzu, nefsinizi ve iradenizi.
Bütün sahâbe bunların hepsini gerçekleştirmişler. Bihakkın takvanın sahibi olmuşlar. Öyleyse her şeyin en güzel olduğu bir dizayn söz konusu ve böyle bir dizaynda sahâbeyi görüyoruz. İrşad makamının sahibi oldukları, ayrı ayrı birçok açıdan kesin şekilde belli.
Kur'ân'da hangi irşad tarifi varsa, mürşidin hangi açıdan tarifi varsa, hepsine sahâbe uyum gösteriyor. Hepsi daimî zikrin sahipleri. Hepsi hikmet sahibi. Hepsi iradelerini de Allah'a teslim etmişler. Hepsi İlm'el yakînin, Ayn'el yakînin ve Hakk'ul yakînin sahipleri. Bu noktaya ulaşmadan evvel hepsi irşada ulaşmışlar. Ulaşmışlar mı? İşte Hucurat Suresinin 7. âyet-i kerimesi.
Hucurat 7. Allahû Tealâ buyuruyor:
49/HUCURAT-7: Va'lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri leanittum, ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel ısyân(ısyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne). Bilin ki, içinizde Allah'ın resûlü var. Şâyet emirlerin çoğunda size uysaydı lânetlenirdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi, kalplerinizde onu (îmânı) müzeyyen kıldı (fazılları îmân kelimesinin etrafında toplayarak kalbinizi tamamen nurla doldurdu). Size; küfrü, fıskı ve isyanı kerih gösterdi. İşte onlar, irşada ulaşanlardır.
Onlar sahâbeydi. Her şeylerini Allah için ortaya koydular. Zengin mi oldular? Hayır. Mutlu mu oldular? Çok. Gerçek dünya saadetini onlar yaşadılar. Hayatlarının her gününü, başka arkadaşlarına yardımla geçirdiler. Hepsi başkası için yaşadı. Hepsi için başkasının hayatı, kendi hayatından daha azizdi, daha kıymetliydi.
İşte son nefeslerindeki tabloya beraberce bakalım. Hazreti Ömer elindeki su kabıyla, matarayla dolaşıyor. Savaştan sonra şehit olmak üzere olan sahâbeden acaba kime bir damlacık su verebilirim diye, bir yudum su verebilirim diye. Tam o sırada bir sahâbe sesleniyor: "Ya Ömer su!" diyor. Hazreti Ömer hemen ona doğru koşuyor, suyu uzatıyor. Tam o sırada ikinci bir sahâbe: "Ya Ömer su!" diye sesleniyor. O matarayı götürdüğü, teslim etmek üzere olduğu sahâbe diyor ki: "Ya Ömer, onun benden daha çok ihtiyacı var, suyu ona ver." Hazreti Ömer koşarak ikinciye gidiyor, tam uzatıyor matarayı. Bir üçüncü sahâbe su istiyor. İkinci sahâbe de aynı şeyi söylüyor. "Ya Ömer, onun benden daha çok ihtiyacı var, suyu ona ver."
Hazreti Ömer, talebi kabul ediyor. Koşarak gidiyor üçüncüye; ama üçüncü şehit olmuş, suyu veremiyor. Bunun üzerine ikinciye koşuyor, ona da yetişemiyor. Birinciye koşuyor, ona da yetişemiyor. Bir insanın son nefesinde, kâinattaki her şeyden daha kıymetli olan şey; bir yudum sudur. Şehit olmak üzere olan 3 sahâbenin üçü de suya hasret gidiyorlar; ama başkalarının mutluluğu için. Başkalarını kendilerinden azîz bildikleri için. Kendilerini ikinci plana almayı başardıkları için.
Onlar sahâbeydi. Destanlar yazdılar, savaşlar kazandılar, kovuldukları, kaçmak mecburiyetinde oldukları Mekke'yi dönüp fethettiler. Onlar sahâbeydi. Hepsi Allah'ın irşad makamının sahibi olmayı başardılar. İşte böylesine bir hayat yaşadılar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in etrafında etten, kemikten, çelikten bir kale gibiydiler. Tasavvufu yaşadılar Hazreti İbrâhîm'in hanif dînini. Yani İslâm'ı yaşadılar. Üçü de aynı hüviyettedir. Tasavvuf, Hazreti İbrâhîm'in hanif dîni ve İslâm... Bu üç faktörün hiçbir noktasında birbirinden bir fark göremezsiniz. Hepsi Hazreti İbrâhîm'in hanif dînidir, hepsi İslâm'dır, hepsi tasavvuftur.
DR. İSKENDER ALİ MİHR
|