Bizim ülkemizde övme ve yerme kişilerin söylemlerine ve eylemlerine bakılarak değil, duruşuna ve ideolojisine göre yapılır. Genel olarak muhafazakâr, milliyetçi veya dindar bir çizginiz varsa tu kakasınızdır. Bin müspet icraatınız da olsa, bir tane menfi olanı varsa yakanızı birilerinin elinden kurtaramazsınız; ağzınızla kuş tutsanız nafile…
Söylemlerinizle ve eylemlerinizle kendinizi İlerici, çağdaş, liberal hatta bölücü bir çerçeveye konuşlandırırsanız; artık dokunulmazlık zırhını giymişsinizidir. Bazen hayati bir hata yaparsanız tenkitlerin üzerinize odaklandığı olur ama bu da yasak savar türündendir, arkası gelmez. Saman alevi gibi sönüp gider.
Bazen kendimi birinci grupta hissettiğim için acaba sübjektif mi davranıyorum diye sorarım, özeleştiri yaparım. Neticede başta söylediğim kanaatin doğru olduğunu teyit etmek zorunda kalırım. Çünkü yakın tarihimize bakınca bunun çok örneklerini görürüz.
Son günlerde yaşanan yağışlar ve buna bağlı olarak oluşan sel felaketlerini ele alalım: Yağış genel olarak yurdumuzun her yerinde olmuştur ama en fazla maddi kayıp ve ölüm Güneydoğu'da yaşanmıştır. Güneydoğu'daki belediyelerin ise çoğunlukla hangi tarafa ait olduğu bellidir. Durum böyle olunca da bu belediyelerle ilgili kayda değer bir eleştiri yapılmamıştır. Sadece Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak, "bu felaketlerde en büyük suç belediyelerindir" diyerek bu gerçeği dile getirebilmiştir. Bunun dışında basında kayda değer bir eleştiri olmamıştır. Aytaç Beyin sözlerinin de ulusal basında pek yer almadığını söylesek yanlış olmaz.
Düşünüyorum da felaket bölgesindeki belediye başkanlarının çoğunluğu iktidar partisinden veya başka bir muhafazakâr görünümlü partiden olsaydı, acaba tavır nasıl olurdu? AKP'nin ne kadar muhafazakâr olduğunu tartıştığımız bir ortamda, sadece kökeninin bu şekilde olduğundan dolayı, kalem erbabından bu partili belediyelere, kişilik haklarını rencide edinceye kadar envai çeşit sataşmalarda bulunacakları ortadaydı.
Bu eleştirimiz karşısında, birisi çıkıp da "Evet Güneydoğu'daki belediyeler belli bir kesime aittir; ancak bu belediyeler kendilerine yeterli kaynak ayrılmadığı için hizmet yapamıyorlar" şeklinde onları mazur göstermeye dahi çalışabilir. Artık bu ülkede bölücülüğün pirim yaptığını, kısa sürede basamakları tırmanmak isteyen birisinin böyle bir "edebiyatsal" çıkışla epey mesafe alacağını gördük, görüyoruz ve göreceğiz.
Yurtdışı geziler ve sempozyumlarda ***** atan bu saygıdeğer belediye başkanları oralara gitmek için kaynak bulular da, nedense kentindeki alt yapının oluşturulması için kaynak bulamazlar. Ondan sonra çamur içerisinde "yaşam savaşı" veren vatandaşlarımıza ayağındaki çizmeyi vererek, çorapla vatandaşların yardımına koşarlar ve böylece ulusal basında boy boy fotoğraflarını yayınlatarak sözüm ona fedakârlıklarını kanıtlarlar. Kimse de " Sayın başkan, ayağındaki bir çift çizmeyi vereceğinize birisini göndererek on çift, yüz çift çizme aldırarak daha çok insanı çamurdan kurtaracak kadar maddi gücünüz ve karizmanız yok mu? Diye sormaz, soramaz.
Bir kısım belediye başkanları, belediyeciliğin bir hizmet verme ve halkın sorunlarını çözme mevkii olduğunu bir türlü kavrayamadı. Onlar belediyeciliği, partizanlık, kendi ideolojilerinin propagandasını yapma ve yandaşlarına koltuk çıkma makamı olarak görüyorlar. Aynı hastalığı İktidar partisine ait belediyelerde görüyoruz. Bazı belediyeler var ki reklâm giderleri yatırım giderlerini aşacak düzeye gelmiş. Bunların üretim anlayışı tavuklarınkine benziyor. Derler ya; tavuk yumurtlayınca gıdaklayarak yedi mahalleye ilan eder, hâlbuki inek ne buzağıladığı zaman ne de kovayla süt verdiği zaman hiç sesini çıkarmaz.
Bizde çifte standart anlayışı sadece bununla sınırlı değildir. Hayatın her safhasında çifte standart anlayışı hâkim kılınmıştır; hatta ölümde bile… Allah sonumuzu hayreylesin. Hepimizin sonu ölümle nihayet bulacaktır. Ancak Ömer Lütfi Mete'nin Tercüman Gazetesindeki köşesinde belirttiği gibi, sosyal demokratlarla, muhafazakârların ölümü karşısında takınılan tavır bile farklıdır.
"Dün Ecevit'le ilgili hasbi kanaatimi yazarken medyanın yürüttüğü ikiyüzlülük şölenine de dokunmuştum. Aynı gün genç bir dostum, bir gazetenin 'Maviyi onunla sevmiştik' manşetine gönderme yaptı:
— Acaba Erbakan öldüğünde de bunlar mesela 'faizsiz bankacılığı onunla sevmiştik' türünden bir başlık atar mı?
Bu, medyamıza hâkim arızanın ikiyüzlülükten ibaret olmadığını vurguluyordu. Bir de yaman çifte ölçütlülük var ki asıl o, medyayı milletin bilinçaltında güvenilmez, milli değer düşmanlığı yapmaya mahkûm yabani veya yabancı bir güç odağı haline getiriyor.
Sayın Mete aynı basınının zaman zaman aynı kişiye yönelik çifte standardının da anlaşılmaz bir durum olduğunu belirterek şunları söylüyor:
"Rahmetlinin daha dünkü son başbakanlığında neredeyse hastalığı ile alay edecek kadar küçülenler şimdi destan döktürüyorlar. Bu eyyamcı putperestler, o zaman aldıkları talimat veya 'yükseltilen güncel değerler' gereğince Ecevit'i tasfiye etmek için kampanya yürütürken ne kadar pişkin iseler, şimdi de kutsal bir 'devlet adamı' efsanesi üretmeye çalışırken de aynı derecede kişiliksizler.
Kimse dün neler söylediğini hatırlamak bile istemiyor. Ben de hatırlatmak istemem."
Demek ki medyamız solcu da olsa, ilerici de olsa bir kimsenin milli duruş sergilemesi karşısında saraya tutulmuş hasta gibi anında tepki vermekte geç kalmıyor. 57. Hükümetin başının ve ortaklarının ne kadar milli direniş gösterdikleri tartışılacak bir konudur; fakat kalem erbabı bu kadarını bile hazmedemiyor. Anlaşılıyor ki gerçekten milli çıkarlarımız doğrultusunda icraatta bulunacak bir iktidarın önce bu müstemleke basınını bertaraf etmesi gerekiyor. Bunun da ne kadar zor olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Allah sonumuzu hayreylesin…
Halit Can Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyesi
Canhalit@cu.edu.tr
http://www.24haber.com/?newstype=article&articleid=730 |