Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Kuran’ın dinini ve uydurulan dini ayırt etmeye çalışırken tarikatlara mutlaka değinmeliyiz. Yüzlerce tarikat olmasına ve her tarikatın Kuran’ın İslam’ından sapışı farklı noktalarda olmasına rağmen biz yerimiz yetmeyeceği için şeyhlerin aşırı yüceltilmesi, tartışılmaz kabul edilmesi gibi ortak ve temel olan noktalara değineceğiz.
Peygamberimiz’in tek mürşit olduğu, tartışılmaz tek kişi olarak yaşadığı dönemde İslam’ın tek kurumu cami idi. İbadetler, eğitim ve hizmet tüm yeryüzüne yayılan bir faaliyetti, kurum olarak ise bu faaliyetler camide gerçekleştirilirdi. Peygamber’in sağlığında, hatta 4 halife döneminde cami dışında tekke, dergah, zaviye gibi başka kurumların oluşturulmadığı bu tekkelerin, dergahların üyelerinin bile ortak kabulüdür. İlk tekkenin hicri 150, miladi 760 yılları civarında Şam yakınlarında kurulduğu genel kabullerden biridir. Fakat tekkelerin yayılması yüzlerce yıl sonraya rast gelecektir. Tekkelerin ilimler akademisi, askeri hizmet, hatta hastaların tedavisi gibi birçok güzel hizmette kullanıldığı da bir gerçektir. Fakat Kuşadalı İbrahim’in deyimiyle gün gelip de kimi tekkelerin kerhaneye ve meyhaneye dönüştüğü, Kuran’ın emir ve yasaklarıyla alakası olmayan binlerce törenin, gösterinin din adına bu tekkelerde uygulandığı da ayrı bir gerçektir. Tüm bunları gören Kuşadalı, yanan tekkesinin yerine yenisini yaptırmamış ve kendisinden evvel asırlarca yaşayan tekkelerin kapanması gerektiğini ve tüm yeryüzünün adeta bir tekke gibi kullanılıp, Peygamber’imiz zamanındaki gibi cami dışında dini kurumun bırakılmamasını, Kuran dışındaki virdlerin, tarikatların özel dualarının yerini Kuran’a, Kuran’da geçen dualara bırakmasını savunmuştur.
Tekkelerin ortaya çıkışı hicri 150. yıl olsa da, bugünkü manasıyla bildiğimiz tarikatların kurumsal yapılar olarak ortaya çıkışı hicri 600’ler civarındadır. Kurumsal karaktere sahip olduğu kabul edilen ilk tarikat Kadiriliktir, kurucusu Abdülkadir Geylani vefatı hicri 562’dir.Diğer birkaç örnek şöyledir: Rifailik; Ahmed er Rifai, vefatı hicri 578. Bektaşiye; Hacı Bektaş Veli, vefatı hicri 669. Mevleviyye; Mevlana Celaleddin Rumi, vefatı hicri 672. Halvetiyye; Ekmelüddin el Haveti, vefatı hicri 750. Nakşibendiyye; Bahauddin Nakşibend, vefatı hicri 791.
“Tarik” Arapça “yol” demektir. Bundan türetilen “tarikat” ise “yol, yöntem, usul, tarz” manalarına gelir. Tarikatlar Allah’a gitmek için bir yoldur, bir mecburiyet değildir şeklinde yumuşak izahlarla tarikat bağlılığını açıklayan tarikatçılar vardır. Fakat birçok tarikatçı “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” uydurma hadisiyle tarikata girmeyi, tarikatın şeyhini mürşit kabul etmeyi dini bir vecibe, kurtuluşun bir şartı gibi sunmaktadır. Şimdi sormak lazım yüzlerce yıl tarikatların yokluğunda Müslümanlar eksik Müslümanlar olarak mı yaşadılar? Tarikat şeyhlerinin yaygın olmadığı bu dönemde Müslümanların mürşidi şeytan mıydı? Kuran’ın izahları bu yıllara kadar Müslümanların manevi gelişimine rehberlik etmekte yetersiz mi kaldı ki tarikatlara ihtiyaç doğdu? Kuran’a göre Kuran din adına her şeyi açıklamaktadır. Peygamber’imiz ise Kuran’ın uymamız konusunda kefil olduğu tek insandır. Oysa tarikatların ürettiği birçok şeyh tartışılmaz kişi ilan edilmiş, bu şeyhlerin etrafındakiler kurtulanlar, diğer kimseler cehennemlik olanlar olarak sınıflandırılmış, bu şahıslara uymak dinin en önemli şartı gibi kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu tarikatların birçok liderinin Mehdi veya İsa ilan edilmesi sadece geçmişteki tarikatların değil, günümüzdeki birçok tarikatın da bir gerçeğidir. (Mehdi ve İsa’nın gelişi ile ilgili inançlar için 20. Bölümü okuyunuz.) Her şehirde, kasabada veya mahallede bahsettiğimiz tiplere rastlayabiliriz. Bunların çoğu paranoyak hezeyanları olan, insanların hem ruh dünyasını, hem de kesesini zarara uğratan kişilerdir. Bu tavırlarıyla Kuran’ın bize anlattığı sahtekar Musevi ve Hıristiyan din adamlarının dinimizdeki karşılığı bu şeyhlerdir.
Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla yerler.
Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, aklın bu yolda yürümeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin Mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi, dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır. üstelik kişi aklı kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır. Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır. Hatta birçok zaman “aklı bırakma prensibi” kabul ettirildiği için şeyhten çok daha bilgili ve kültürlü bir kişi bile “ Ben bilmem, şeyhim bilir. Şeyhim diyorsa vardır bir hikmeti.” izahlarıyla şeyhin en saçma izahlarını bile yutmaktadır. Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejderha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi. üçüncü şeyh ise nefislerinizi terbiye edeceğim diyerek müritlerine cinsel organını öptürüyor, cinsel organı öpecek mürit tören havasında “Muz yemeye” parolasıyla şeyhin cinsel organını öpmeye götürülüyordu. Tarikatların yapısını ve şeyhe bağlılığın felsefesini bilmeyenlere; okumuş, kültürlü müritlerin bile bu saçmalıklara inanmasını anlamak çok zor gelmektedir. Fakat eğer tarikata girenlerin baştan akıllarını kenara bırakıp, çoğu zaman yarı veya tam kaçık şeyhlere tabi oldukları ve düşünme yerine taklidi ön plana aldıkları anlaşılırsa bu hareketleri de anlaşılabilir. Tarikatlara girenlere verilen tarikat terbiyesini anlamak için bir tarikatta müride uymasının zorunlu olduğu yedi madde diye eline verilen listeyi görelim:
1) Mürşidine (şeyhine) tam teslim olmak ve hiç kimseyi mürşidinden üstün bilmemek.
2) Zeki ve idrak kabiliyeti yüksek olmak.
3) Şeyhinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak.
4) Sözünde sadık ve güvenilir olmak.
5) Malı ve mülkünü şeyhinin hizmetine vermek.
6) Mürşidin (şeyhin) ve tarikatın sırlarını gizli tutmak.
7) Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak.
Biz tarikat mantığı içinde tüm bu maddeleri anladık da bir tek ikinci maddeyi anlayamıyoruz. Hep aklı kenara bırakıp, şeyhe tabi olunmasını isteyen tarikatlar, neden acaba zeka ve idrak kabiliyeti istiyorlar. Herhalde burada beşinci maddede belirtilen mal ve mülkün daha çok elde edilmesi için kullanılacak zeka kastediliyor olsa gerek. Ne de olsa mürit ne kadar kazanırsa, o kadar sömürülebilir!
Muhammed İkbal bu manzaraya “şeyhperestlik” manasına gelen “pirizm” adını takmıştır. Bununla “Allah ne istiyor? Kuran’da ne geçiyor?” mantığı yerine “Şeyh efendi nasıl buyurdu? Bizim tarikatımızda nasıl açıklandı?” yı geçiren zihniyeti anlatmaktadır. İkbal’in diğer bir izahı ise şöyledir: “Tekkelerde benliği yaratmak ve yetiştirmek imkanı kalmamıştır. Bu rutubetli alev, kıvılcım saçmaz.”
Muhakkak ki her tarikat ve her şeyh bir değildir. Bizim asıl karşı olduğumuz tarikatlardaki genel zihniyettir. Kuran’da, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmememiz, bundan sorumlu olduğumuz geçer (17İsra Suresi36). Oysa en düzgün tarikatta bile kişiler şeyhlerine tabi olurlar ve tarikatların akıbeti şeyhin kişiliğine, insafına kalır. İnsanlar bilginin değil, taklidin uygulayıcıları olurlar. Mantık aklı bir kenara bırakmak olunca, saydığımız en kötü örneklerin ortaya çıkışı hiç de sürpriz değildir.
Şeyhe kayıtsız şartsız itaat tarikatın en önemli şartı olduğundan, bunun sağlanması için müritlere hikayeler anlatılır. Örneğin: “Bir şeyh bir müridine ‘Git babanın kafasını kopar bana getir’ der. Mürit de görünürde çok garip olan bu isteği şeyhine olan güveninden dolayı “Bir hikmeti vardır” diyerek yerine getirir. Bir de bakar ki annesiyle yatarken kopardığı baş babasının değil. Annesiyle zina yapan başka birine ait. Şeyh uzaktan, kerameti sonucu bu olayı görüyor ve müridini denemek için hikmetini açıklamadan böyle bir emir veriyor.” Bu örnek hikayeyle görüldüğü gibi şeyh müride haramı emretse bile onun emrine itaat edilmesi, çünkü bunun muhakkak bir hikmeti olacağı telkin edilir. Oysa bir Müslüman’ın böyle bir şey iddia eden kişiye “Ben böyle bir haramı niye işleyeyim? Allah cana kıymayı haram etmişken benden böyle bir şeyi nasıl istersin?” demesi gerekir. Oysa tarikatlarda şeyhe bu şekilde karşı çıkışlar, normal olmanın değil, imanı zayıf bir kimse olmanın belirtisi sayılır. Hikayelerle müridi şeyhin robotu yapma tarikatlarda çok sık kullanılan bir yöntem olduğu için meşhur bir hikayeyi daha örnek verelim: “Bir gün Hacı Bektaş Veli’nin çok müridi olmasından rahatsız olan devrin yöneticileri Hacı Bektaş’a gelip bu rahatsızlıklarını, müritlerinin çokluğunu hatırlatıp dile getirmişler. Hacı Bektaş da ‘Rahatsız olmayın benim sadece bir buçuk müridim var.’ demiş. Gelenlere bunu ispat için içeride bir koyun kesen Hacı Bektaş kanını dışarı akıtmış. Müritlerini ise dışarıda toplamış ve tüm müritlerini kesmesi gerektiğini ve sırayla gelmelerini söylemiş. Bir kadın ve bir erkek dışında herkes kaçmış. Erkek bir, kadın yarım sayıldığı için gerçek müritler işte bu bir buçukmuş.” Bu kıssa anlatılıp müritlerden bu gerçek müritler gibi olup şeyhi öldürecek olsa bile kendilerini teslim etmeleri gerektiği öğretilir. Aklı bir kenara bırakan, şeyhi haram olan bir şeyi istese bile vardır bir hikmeti deyip boyun eğen kişiler olarak yetiştirilen müritler, artık şeyhleri nasıl Müslüman olmalarını isterse öyle Müslüman olabilmekte, Allah’ın kitabı yerine şeyhlerine tabi olmaktadırlar. Bu halleriyle şeyhler halkın parasını haksızlıkla yediği söylenen hahamlara ve rahiplere Rab edinilme hususunda da benzerlik göstermektedirler.
Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da Rabler edindiler.
9 Tevbe Suresi 31
Şeyhe tabiyet Kuran’a tabiyet ile nasıl bağdaşır? Kuran yerine şeyhe tabi olanlar, Kuran’ı ancak ölülerin arkasından hem de bilmedikleri bir dilde okuyanlar, Kuran’ın manası yerine melodisine önem verenler ne yazık ki bu ayetlerdeki uyarıyı anlamamakta, Kuran’ı rehber kitap olarak değil ölülerin arkasından okunan okuma kitabı olarak görmektedirler.
Tarikatlardaki en garip olaylardan biri de şeyhe rabıtadır. Türkiye’mizde en yaygın tarikat olan Nakşibendiliğin de en önemli uygulamalarından biri olan rabıta şöyle yapılır: Mürit abdestli olarak, kıbleye dönerek yere oturur. Şeyhinin iki kaşının ortasını hayalinde canlandırarak Allah’ı zikreder. Rabıtayla şeyh ile mürit arasındaki sürekli beraberlik sağlanır. Fotoğrafın icadından sonra rabıtayı fotoğrafa bakıp yapan modern (!) Nakşibendiler de mevcuttur. Bu uygulama kadar acayip olan bir izah ise şöyledir: “Rabıtasız zikir yerine, zikirsiz rabıta tercih edilir. Zikir ve rabıtadan birini terketmek zorunda kalırsak zikri terketmek daha uygundur. çünkü zikirsiz rabıta erdirir, fakat rabıtasız zikir erdirmez.” Günümüzde yaygın olarak yapılan bu uygulama, tarikatlar konusunu niye ayrı bir başlıkla incelediğimizin sebeplerinden biridir. Bize göre en kibar ifadeyle saçmalık olarak değerlendirdiğimiz bu uygulama, Kuran’ın diniyle hiçbir şekilde bağdaşmaz.
Tarikatlarda kullanılan bazı temel deyimlerin Kuran’daki kullanılışlarına baktığımızda, aradaki uçuk farkı, alakasızlığı farkederiz. Örneğin “şeyh” kelimesi Kuran’da “ihtiyar adam” manasında kullanılmıştır (Bakınız 11Hud Suresi 72, 12Yusuf Suresi 78, 28Kasas Suresi 23,40Mümin Suresi 67). Kuranı Kerim’de “veli” kelimesi ise “dost, yakın” gibi manalarda kullanılır. “Evliya” kelimesiyse bu kelimenin çoğuludur. Kuran’a göre her Müslüman Allah’ın velisidir, Allah da onların velisidir (Bakınız 2Bakara Suresi 257,3Ali İmran Suresi 68, 5Maide Suresi 55, 7Araf Suresi 196,9Tevbe Suresi 71). Kafirler ise şeytanın velisidir, tüm kafirler de birbirinin velisidirler (Bakınız 4Nisa Suresi 119, 4Nisa Suresi 76, 7Araf Suresi 27, 16Nahl Suresi 16). Mutlak anlamda gerçek dost sadece Allah’tır. Tüm dostlar ona nispetledir. O halde ondan başka gerçek veli yoktur (Bakınız 2Bakara Suresi 107, 9Tevbe Suresi 116, 25Furkan Suresi 18, 39Zümer Suresi 3, 42Şura Suresi 9). Görüldüğü gibi Kuran’da 80’den fazla yerde geçen “veli” veya “evliya” kelimeleri hiçbir yerde günümüzde halka takdim edilen süpermen insanlar manasında kullanılmamıştır. Bu evliyaların, şeyhlerin gösterdiği olağanüstü haller manasında “keramet” kelimesinin kullanıldığına da Kuran’da rastlamıyoruz. Bu kelimeyle aynı “KRM” kökünden bir çok fiil Kuran’da geçer ve bu kelimelerle Allah’ın cömertliği, verdiği rızıkların bolluğu anlatılır ama süper adamların süper olağanüstülükleri anlatılmaz (Bakınız 27Neml Suresi 40, 8Enfal Suresi 4, 17İsra Suresi 70, 36Yasin Suresi 11).
Tarikatlardaki dönmelerin, semanın, musikinin dinin bir parçası olduğu iddia edilmediği sürece hiçbir zararı olmadığı kanaatindeyiz. çünkü Kuran bunları ne yasaklamıştır, ne de emretmiştir. Yeter ki bu uygulamalar ibadet olarak takdim edilmesin. Fakat ne yazıktır ki birçok tarikatta bu tarz uygulamaların adeta dinin bir uygulaması gibi tanıtıldığına tanık olmaktayız. Bizim de karşı olduğumuz budur. Yoksa Müslümanlar elbette ki vakıflar, dernekler gibi kurumsal yapılar kurabilir, bunların içinde bir hiyerarşi oluşturabilirler. Tüm bu kuruluşlarda şiir okunması, müzik dinlenmesi, sema, sanat, toplantı, gösteri yapılması da normaldir. Fakat anormal olan insanları tartışılmaz ilan etmeleri; ister iyi, ister kötü olsun tarikatların kendilerini ve Kuran’da yer almayan uygulamalarını dinin bir parçası gibi göstermeleridir.
Tarikatların diğer bir zararı ise dinimizi bir çile dini gibi tanıtmaları olmuştur. Hindu anlatımlarını ve Hindu tarikatlarını andıran suni çilelerle, müritleri terbiye edeceğini söyleyen tarikatlar; insanları karanlık odalarda uzun süre aç, susuz bırakıp, onlara acı çektirip, bir çok kişinin ruh dengesini bozmuşlardır. Ruh dengesi bozulan bu insanların gördüğü halusinasyonlar ise, bu kimselerin üstünlüğüne, evliya olduklarına yorumlanmıştır. Oysa Kuran’da hiçbir Peygamber’in, hiçbir kimsenin, kendisine böyle suni çileler çektirip, kendi kendine işkence etmesi geçmez. Kuran’a göre Allah gerekirse imtihan için zorluk verir ve bu zorluk her ne olursa olsun Müslüman buna katlanır. Fakat bu zorlukları Allah hayatın doğal akışında insanın karşısına çıkarır; yoksa çile olsun diye, zorluk olsun diye insanın kendisine işkence etmesine dinimizin tek kaynağı olan Kuran’da rastlamayız.
Ve derler ki: “Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.”
33 Ahzab Suresi 67
Geleneksel İslam’ın uygulayıcısı, atalarından miras kalan mezhebine hiçbir akılsal kritere dayanmadan uyar. Mezhebin bu tabileri, mezhep büyüklerinin ne kadar zeki, ne kadar üstün ahlaklı olduklarına dair hikayeler anlatarak bağlılıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu şahıslara göre büyükleri (mezhep imamları) her şeyi düşünmüştür. Onlara uymak yeterlidir, onların karar verdiği bir konuda düşünmek, tartışmak, sorgulamak edepsizliktir. Geleneksel İslamcıların dini direkt öğrendiği bir kaynaksa tarikattaki şeyhleridir. Tarikattaki bu şeyhlere de çoğu zaman “efendi”, “efendi hazretleri”, “hocaefendi” gibi lakaplar takılır. Vefat etmiş mezhep imamlarına karşın bu efendiler yaşayan dini kaynaklardır. Bu büyüklere ve efendilere uymaktaki temel mantık aynıdır: Düşünmeden tabi olmak, sorgulamamak, aklı çalıştırmadan onların aklına güvenmek. Oysa Kuran’ın alıntıladığımız ayetinde görüldüğü üzere, birçok insanın doğru yoldan sapmasının sebebi büyüklerine, efendilerine körü körüne bağlanmalarıdır. Aklı çalıştırmanın yerine taklidi ön plana çıkartan; atalara uyarak yol bulmanın, çoğunluğun tercihine bakarak yol bulmanın ve efendilere, büyüklere teslim olarak yol bulmanın hiçbirini Kuran kabul etmemektedir. Kuran dinin kaynağı olarak kendisinden başka ne bir efendiyi, ne bir mezhebi, ne bir hadisi, ne de herhangi bir tarikatı belirtmez. Kuran’a göre doğruya ulaşma aklı dışlamayla değil; aklı kullanma, düşünme faaliyetiyle gerçekleşir.
Kuran’ı okuyup düşünmüyorlar mı?
4 Nisa Suresi 82
Ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
38 Sad Suresi 29
... Size ayetlerimizi açıkladık, belki akıl erdirirsiniz.
Ölen şeyhlerin kabirlerinde yapılan garip hareketler, bez bağlamalar,eğilmeler, secdeler de başlı başına bir rezalet tablosudur. Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarikatın devamını oğluna, damadına, kardeşine bırakıp, bu manevi ve maddi sömürü çarkının aile tekelinde tutulması da sayısız garipliklerin bir halkasıdır. Oysa dinimize göre emanet ehline verilir, kan bağı olana değil. Müritlere bile layık görülen evliyalık mertebeleri, şeyhlere çok daha abartılı bir şekilde verilir. Şeyhlerin kerameti diye öyle hikayeler anlatılır ki; Kuran’da anlatılan birçok Peygamber mucizesinin bile bu kerametler kadar olmadığı görülür. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatın müritlerinin birbirlerine karşı hava atma mekanizmalarıdır. En çok ve en büyük kerameti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müritler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar; denizlerin, okyanusların üstünde yürüyenler; aynı anda bir sürü yerde gözükenler; neler vardır, neler... Süpermen şeyhler kalpleri bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidayete erdirir, dilediğini cin veya diğer yöntemleriyle çarpar, üfürüğü, tükürüğü, nefesi ile şifalar saçar, dokunuşlarıyla alemlere nurlar yağdırırlar! Şeyhler bunları yapınca müritlerin ne haddine düşer şeyhe itiraz, şeyhin lafını tartışma, aklını kullanma! Müridin en iyisi gözü kapalı itaat eden ve itaati en çok olandır.
Müslümanlığa geçişinin en başında bu tarikatlara kapılan Türk halkı, ne yazık ki hala araştırma, akletme yerine taklidi, tabi olmayı getiren bu tarikatların düşünceye vurduğu zincirlerden kurtulamamaktadır. Körü körüne itaat, hayatın zevklerinden kendini soyutlama, az gülme, bireysel zekayı az geliştirme gibi özellikler tarikatların verdiği zihniyetin sonuçlarıdır. Hatta tahminimizce bir araştırma yapılsa; bugün halkımızın, belli liderleri tartışmasız önder kabul etmelerinin kökündeki sebeplerinden biri olarak tarihimizde uzun ve derin etkisi olan tarikatlara, şeyhlere körü körüne uymayı buluruz. “Karı gibi gülmek” gibi hayattan gülerek zevk almayı, neşeli olmayı hoş karşılamayan deyimlerin çıkış sebeplerinde de Osmanlı döneminde yıllarca devam etmiş tarikat terbiyesini bulabiliriz. Kanaatimizce tarikatların verdiği bu terbiye geleneğe dönüşerek, günümüzde tarikatla alakası olmayanların bile yaşamlarında, farkında olmamalarına rağmen derin etkiler bırakmıştır. çilede medet ummayı ve bir insanı aşırı yüceltip, araştırmadan o insana bağlanmayı gerektiren tarikatlar, Kuran’ın istediği aklını çalıştıran insan modelinin önünde en önemli engellerdir. Kuran’a gidip, Kuran dışında tüm dini kaynakları, hadisleri, ilmihal kitaplarını, mezheplerin dinini Kuran’ın önünden süpürmek, nasıl Kuran’ın dininin ortaya çıkmasının bir şartıysa, aynı şekilde tarikatlar da Kuran’ın dininin ortaya çıkıp, dini, şeyhlerin tekelinden kurtarmak için, süpürülmesi gerekenler listesine dahil edilmelidirler. Böylece dinimizin bağlıları Peygamberimiz’in ve daha sonra 4 halifenin döneminde olduğu gibi, Kuran dışında kaynak kitabı olmayan, cami dışında tekke, zaviye gibi alternatif kutsal kurumları olmayan, şeyh gibi Allah’la kul arasında aracılık yapan ruhban sınıfı tanımayan, Allah dışında hiçbir varlığa teslim olmayan, kalple beraber aklını da çalıştıran; salt Allah’a kul olan kullar olacaklardır.
Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez.
39 Zümer Suresi 3
Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyaların ardına düşmeyin. Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma