ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur`ân, insanın hayata temiz başladığını, sorumluluk bilincinin ve bu bilinci terk etmenin ona sürekli ilham edildiğini söyler. Alışkanlık, adet ve terbiye ile oluşan resmi İslamlığa pirim vermez. Aksine bilinç yolunu tavsiye eder. Eylemde niyet ve içtihat ister. Kur`ân`ın önerdiği ahlak, temizleme gücünü alışkanlıklara oturan "terbiye" den değil, şuura bağlı "tezkiye"den alır.
Bu nedenle ibadetler bile eğer insanda alışkanlık gibi duruyorsa, onların Allah katında bir öneminin olmadığını söyler. Zaman zaman, namaz kıldığı hâlde "verme" yi ahlak edinmeyenleri kınaması bundandır. Kur`ân, ibadetleri bir terbiye aracı değil, bir hatırlama aracı (zikir) olarak görür. Namaz ve oruç gibi bedensel ibadetleri, zorlaştırmaması aksine, zor zamanlarda kolaylaştırmış olması da bundandır.
Kur`ân, "alışkanlıklar" ın takviye ettiği bir ahlak sözcüğü üzerinde durmaz. Hz. Peygamber (s.a.)`a hitaben söylediği: "Sen en yüce bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4) sözü de, onun doğuştan gelen (ve kendisinin bozmadığı) ahlaki davranışlarını ifade eder. Pek büyük huylar, karakter, meleke (yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun ve sen onları korudun demektir.
Ancak Kur`ân`ın, satır aralarında, doğru davranışlar üretecek bir ahlak edinmeyi önerdiği söylenebilir. Ne var ki bu davranışlar da, alışkanlıklardan değil bilişsel bir inançtan doğmalıdır. Onları çok ve çileli değil, yeterli ve ihlâslı olan ibadet, terbiye değil tezkiye, taklit değil ittiba ve içtihat üretmelidir.
Ama maalesef bugün, İslam coğrafyasında, terbiye ahlakıyla oluşan bir İslamlık hakimdir. Bilincin ürünü olan içtihadi eylemlerin değil, adete bağlı eylemlerin ürünü olacak bir alışkanlığın peşinde koşulmaktadır. Bu tutum manastır ve zaviyelerdekinin benzeridir. Buradan da zorlanınca kırılan bir ahlak doğar. Bizce, insanımızın, sık toplumsal kırılmalar yaşamasının, dünya işleri ve hatta ahiret hayatı için torpil yolları aramasının, menfaati için adaleti terk etmesinin sebeplerini buralarda aramak gerekir.
İslam ahlak tarihinin kısa hikayesi şudur. Şer`i ilimlerle Tasavvuf disiplini arasında ciddi bir problem yoksa da zahirde bir kopukluk görülür. Bu kopukluk bir tarafta kuralsızlık dindarlık diğer tarafta ise katı kuralcılık üretmiştir. Fıkıh, ihsanı unutmuş, ahlakı hukuktan soyutlamış, Tasavvuf da alışkanlar üreten yolu seçmiş bu da Kur`ân ahlakını ihya etmek için yetmemiştir. Tezkiye ahlakından soyutlanan hukuka karşı, adet ahlakına sığınılmasının asıl sebebi ise adetin iliklerine işlemiş kadim kader anlayışıdır. Bu anlayış şu temel soruyla açığa çıkar: Yapan kimdir?
Tanrıyı hayatından uzaklaştıran Batı bir tür öznel ahlak geliştirdi. Kaderini eline aldı. Batının bu ahlakı dünya ölçüsünde kendisine başarı getirdi. Menfaati, arayışını kamçıladıkça tüketim hırsını artırdı. Onu, kadim kaderci anlayışını terk edemeyen Doğuya yöneltti. Doğu, kırılgan kaderci ahlakıyla başbaşa iken yakalandı. Kaderci ahlak kırılgandı. Çünkü, Allah`ın dilemesinde kendi dilmesinin yerini anlayamıyordu.
Çağrı filminin yapımcısı merhum M. Akkad, yıllar önce İstanbul`a gelmiş ve bir gazeteci onunla konuşmuştu. Gazetecinin; "İslam dünyasının asıl sorunu sizce nedir?" sorusuna Akkad`ın verdiği cevap aynen şöyle olmuştu: "Ahlak. Doğunun asıl sorunu ahlaktır."
Peki sizce niçin? Bu sorunun cevabının ip uçlarını, Endülüslü Seyyah İbn Cübeyr`in bir tespitinde buluyorum. O, Bağdat halkını, yeryüzünün en ikiyüzlü halkı gördüğünü söylüyor. Doğu neden iki yüzlü peki?
Çünkü Doğu; Tanrının dilemesi içinde kendi dilemesinin yerini tayin edemiyor. Bu nedenle; kimi zaman Tanrıdan yana, kimi zaman başkalarından yana yönelen iki yüzlü bir hayatı tercih ediyor.
Kur`ân`da şöyle denir:
"Allah, dileseydi elbet hepinizi bir tek ümmet yapardı fakat dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder ve her halde yaptıklarınızdan sorumlusunuz." Nahl 16/93.
Bu ayetin mefhumu, "Allah`ın seçmesine mecbursunuz ama yine de sorumlusunuz" demek elbette olamaz. Peki ne demektir o zaman?
Bu müşkili gidermek için Ebu Hanife, ayetteki "saptırır" sözcüğüne, "Allah yardımını çeker, onu kendi haline terk eder" anlamı verir. Zemahşeri bu terkedişi, Allah`ın ezeli ilmine bağlar. Ebussuud Efendi, "Kulun cüzi iradesiyle isteğine göre dalaleti Allah yaratır" der. Müfessir Âlûsî, bu cüzi iradeyi, İbn Arabi gibi kulun ezeli istidadına bağlar. M. Esed ise selefinden daha farklı bir anlam keşfeder; "Allah, sapkınlık verir seçene ve doğruya iletir seçeni" der. Esed, aynı formlardaki diğer ayetlerde bu arayışını sürdürmez. Ancak onun izinden giden bazıları bu anlamı, benzeri formların tamamına teşmil etme temayülündedir.
Bunların hepsi, aslında, Kur`ân`ın sorumluluk ilkesine uyma arayışlarıdır. Kur`ân içi disiplinini zorlamadıkça da itibar görür. Ancak seçilen anlamın, bunun dışında Kur`ân`ın genel üslubuna ve söz akışına da uygun olması gerekir. Bizce bu tür anlamlandırmalar, Kur`ân`ın genel üslubuna uygun olmadığı gibi, bir kısmı da söz akışını zorlamaktadır. Üzerinde tartışılan ayet, müteşâbihtir. Müfessirlerin muhkem bir ilkeye göre tevil etme ihtiyacı duymaları da bundandır. Ancak müteşâbih ayet, eğri kalplilere malzeme olabilirse de; kapalı, anlaşılmaz yahut eksik demek değildir. Tamdır, yerinde doğrudur, yeterince açıktır ve gerektiği kadar anlaşılırdır. Sadece ilkesel nihai maksat belirtilmemiş olabilir.
Bu esastan hareketle burada farklı bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Kur`ân, bu tür ayetlerde, muhataplarının ikiyüzlü tabiatlarını makam üslubuyla dövmektedir. Makam üslubu; sözü söyleme şekli, kelimeleri dizme biçimi, sarfı, nahvi ve sentaksı değildir. Anlamın derin tadını, her çeşit muhataba duyurma gücü, onların ruhuyla örtüştürme kuvvetidir. Söz makamının ipuçlarını hissettirmesidir. Söyleyenin, makamından, zenginliğinden, heybetinden, gazabından, kudretinden ve bilgisinden kıvılcımlar taşımasıdır.
Kur`ân, insanın seviyesine inmiştir. Her ne kadar beşerin tozuna, toprağına ve çamuruna bulaşmışsa da indiren makamın yaratıcı-melikiyet üslubunu muhafaza etmektedir. Bazen kulunun isteğini tamamen Allah`ın seçmesine bağlaması bu üslubun gereğidir. Aslında bu üsluptan herkes yeteri kadar nasibini alır. Eğriler de eğriliklerini arıtırırlar. Ama münafıklar adına alınganlık duyanlar bundan mahrum kalırlar.
İşte bu tür ayetler, bu mülahaza göz önüne alınarak okunursa, asla kadercilik anlamı çıkmayacak ve farklı anlam arayışlarına da gerek kalmayacaktır. Çünkü Kur`ân üslubunda her şeyi, önce Allah meşiet alanına indirmiş, sonra kul onu meşiet etmiştir. Kulun seçtiği O`nun seçtiği, kulun yaptığı da O`nun yaptığıdır. Bu nedenle ilaçla tedavi olmak, yine O`nun "meşiet"iyle tedavi olmak sayılır. Birisinin ikramından dolayı ona teşekkür etmek, aynı fiilden dolayı Allah`a şükretmekle çelişmez. Buna mukabil, birisinin zulmüne isyan etmek de Allah`a isyan etmek sayılmaz. Çünkü O`nun zulme rızası olmaz.
Münekkid İbn Abdilberr`in: Sabit ve muttasıl gördüğü bir habere bakalım. Bu haberi, Yakubi ve Taberi, de naklederler. Cassas, Ahkamulkuran`ında zikreder. Abdurrezzak, Musannef`inde, Mamer b. Raşid, Cami`inde, Nesei Sünen`inde, Müslim, Buhari ve İbn Hıbbân Sahihlerinde, Ahmed, Müsned`inde, Malik de Muvatta`ında nakledilir: Ömer (ra) sefere çıkmıştır. Şam yolunda Tebuk vadisinde Serğ köyüne vardığında bazı ordu komutanları ile karşılaşır. Komutanlar, Şam`da veba salgını olduğunu haber verirler. Ömer (ra), istişareden sonra: "Ben dönüyorum" der. Bunun üzerine Ebu Ubeyde: "Allah`ın kaderinden mi kaçıyorsun?" der. Ömer`in cevabu şudur: "Keşke bunu senden başkası söyleseydi Ebu Ubeyde! Evet Allah`ın kaderinden yine Allah`ın kaderine kaçıyoruz."
Şimdi üzerinde çok düşünülen ayeti hatırlayalım. Ayetin birinci bölümü cebri olumsuzluyor. İkinci bölümü ise cebri olumluyor zannediliyor. Zahirde böyle… Yanılma noktası da burada işte. Oysa iki bölümde de cebir üslubu var. Özgürlüğü böyle anlatıyor Kur`ân. Bizim makam üslubu dediğimiz de budur. İkinci bölüm, birinci bölümün sadece açıklamasıdır. Üçüncü bölümde ise sorumluluk vurgulanarak anlam tamamlanmaktadır. İşte Kur`ân, kaderci muhataplarına bu makam üslubuyla seslendi. Onları fark edemedikleri yerden yakaladı. Bilgelik kalıbında dondurdukları saplantılarını böyle dağıttı. Kemikleştirdikleri batıl inançlarını, zirveye varan toplumsal korkularını, rüyalarına giren beklentilerini, bir türlü bitiremedikleri yahudi-nasrani tartışmalarını dağıtmak için asla ilgisiz kalamayacakları, red de edemeyecekleri dakik ve cazip bir üslup kullandı.
Kur`ân, Rab-kul arasında, "Kalu bela" temsili anlatımıyla bir ahitten söz eder. Yani Kur`ân nazarında esas olan imandır. İnkar ise tali ve hastalıklı bir durumdur. İnkarın temel sebebi ise nifaktır. Nifak; bilgiyle, belgeyle, ayetle dağıtılabilecek bir illet değildir. Kur`ân, münafığın kendi özgürlüğü ile Tarının özgürlüğünün bir arada bulunuşunu istismar ettiğini, inkarını makulleştirmek için kaderciliği kullandığını bilir. Bu nedenle onlara talimde bulunmaz. Muhataplarını şoklamayı tercih eder. Yeri geldiğinde, "Dileyen inansın, dileyen inkar etsin" der. Muhatabın inadına karşı "O, dilediğine hidayet verir, dilediğini terkeder" der. Kendisini tanrılaştıran tekebbürü kırmak için "Siz ancak Allah`ın dilemiş olduğunu dilersiniz" der. Peygambere ve arkadaşlarına bir savaşta ilahi salatı dile getirirken "Attğın zaman sen atmadın ama Allah attı" der. Şifa bulmaz inkarcılar karşısında bir yandan peygambere strateji gösterirken bir yandan da inkarcıya inzar fırlatır ve: "İster uyar ister uyarma, inanmazlar, Allah kalplerini mühürledi" der.
Aslında, kimi zaman alçaltan, kimi zaman umut veren, bazan icbar eden, bazan özgür bırakan, böylece hayret uyandıran bu üslubun şıkları tek tek ele alındığında, hepsinin de muhatapların farklı durumlarına ve temel ilkelere uygun olduğu görülecektir. Üslubun sebebi ise nifak tabiatını dövmektir. Bu ayetler, münafıklık eden hasta tabiatları şiddetle döven şok darbelerdir. İşte, isteyenler, bu şok uyarılarla farkına varmadan şifa bulacaklardır. İstemeyenlerin eğriliği artacaktır. Kur`ân okunurken bu dakik ve şoklayıcı üslubu, hep göz önünde bulundurmalı, münafık tabiatlar adına alıngan davranmamalıdır.
Ama geleneğimizde öyle olmadı. Kur`ân`ın, cebir inancı doğrultusunda yorumlanması, daha ilk asırda, saltanatla birlikte başladı. Çünkü, saltanatı verenin de, sultanın icraatını yaratanın da Allah olduğunun, dolayısıyla sultanın bütün işlerinde isabetli davrandığının kabul edilmesi için cebir inancı gerekliydi. Bir taraftan kanaatler hadisleşerek zapta geçirilirken siyasiler de boş durmuyordu. Kaderciliği imanın şartları arasında sayıyorlar, konunun konuşulmasını yasaklıyorlar, kaderciliği kabul etmeyenleri de inkar-ısyanla suçluyorlar ve idama mahkum ediliyorlardı. Sonra; kadercilik İslam dünyasının iman esaslarından birisi oldu. XII. Yüzyılda zirveye ulaştı. Düşünürler İslam Dünyasının ilim-düşünce grafiğini şöyle hülasa ederler. 7-11. asırlar, doğuş ve yükselme dönemi. 12-16. asırlar, duraklama dönemi. 17-20. asırlar, gerileme dönemi.
XII. yüzyılda; Nefsi müdafaa ahlakı, nefisle mücadele ahlakına, bireysel sorumluluk ahlakı, mezhepsel sorumluluk ahlakına, tecdid ahlakı, bidat-ı hasene ahlakına ictihad ahlakı, taklid ahlakına, zikir ahlakı, vird ahlakına, oruç ahlakı, rıyazat ahlakına, namazda taksir ahlakı, tatvil ahlakına, tezkiye ahlakı, terbiye ahlakına, sevgi ahlakı, aşk ahlakına, kader ahlakı kaderci ahlaka dönüştü. İşte o gün bugündür; İslam coğrafyası, Tanrıyı hayatından uzaklaştıran toplumların iştahlarını kabartmaya devam eder. Hülagu`nın istilasıyla başlayan Bağdat`ın acı tarihi bunun açık bir örneğidir.
Ve şimdi: İkibin yedi. Hilafetini unutan modern insan, istiğna merkezli bir tür öznel ahlak geliştirdi. Bu ahlak, dünya ölçüsünde kendisine başarı da getirdi. Başardıkça hırslandı. Bu hırsla, kaderci toplumlara yöneldi. İstanbul`da, Riyad`da ve Karaçi`de, hasmının değerli postunu delmemek için, ona bal sürülmüş çift ağızlı ustura yalattı. Eğer postu değersizse, delik deşik etmekten çekinmedi. Onları, Herat`ta, Kudüs`te ve Bağdat`ta kırılgan ahlakıyla başbaşa iken yakaladı.
Evet! Bizce müslüman coğrafyaların asıl sorunu, kader ahlakını terk edip eski kaderci ahlaka dönmüş olmasındadır. Kadercilik kırılgan-nifak ahlakı telkin eder. Çünkü kaderci, Allah`ın dilemesinde, kendi dilemesini görmezden gelir. Bu nedenle hem Yaradan`a hem de kuluna karşı nifak yolunu seçer. Dinde temelsiz, dünyada muvaffakiyetsiz olur.
Ahmet BAYDAR
|