'Galu Beladan Beri Müslümanım' Ne Demek?
- Söyle bakalım, İslam’ın şartı kaç?
- Hımm, imanın şartı kaç?
- Güzel… Peki ne zamandan beri Müslümansın, onu da söyle sana hediye vereceğim…
Bu tür sorularla çocukluk yıllarınızda çok karşılaşmışsınızdır.
Mesela son soruya verdiğiniz cevabı tahmin edebiliyorum: “Gâlû beladan beri Müslümanım elhamdulillah…”
Çünkü biz de hep öyle derdik.
O çocuk aklımla hep düşünmüşümdür; “Gâlû bela ne demek, niye böyle diyoruz?” diye.
Gelin bir de birlikte düşünelim…
***
Şüphesiz bu kültür Kur’an’da geçen bir diyaloğa dayanıyor. Onun Müslüman halk muhayyilesinde şekillenişini ifade ediyor.
Bu diyaloğun geçtiği ayet şu:
“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 7/172).
İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur…
Şu halde, bu anlayışa göre “Gâlû beladan beri Müslümanım” demekle şunu demiş oluyoruz: “Dediler ki evetten beri Müslümanım…” Yani ruhlar aleminde Allah’a “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye söz verdiğimizden beri Müslümanım manasında…
Böylece dünya hayatında da bu sözümüze aykırı davranmamalı, sözümüzün arkasında durarak Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeliyiz denmek istenir.
***
Görüldüğü gibi ayette ne “Ruhlar alemi” (Ervâh-ı âlem), ne de “Değil miyim (diye sorulan) meclis” (Bezm-i elest) diye bir tabir geçmiyor.
Peki Kur’an burada ne anlatıyor?
Bu şunun için önemli; Kur’an’da sık sık bu ayetteki diyaloğa göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın dünyasında “Kendi nefsine zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde hep bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (ör. Nisa; 5/105).
Hatta öyle ki bu ayet – Kur’an’da şifre olduğuna inanmam ama meramımı anlamak için söylüyorum- Kuran’ın şifresi dense yeridir. Çünkü sık sık bizi buradaki sözle yüzleşmeye çağırıyor, onu hatırlatıyor. Neredeyse bütün ahlaki emirleri buraya dayanarak ve burada verilen sözle gerekçelendirerek temellendiriyor.
Burada ister istemez şöyle sorulur: “Ruhlar aleminde verdiğim söz mü? Ben ne zaman söz verdim ki?”
Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?
Hatırlayamazsınız.
Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest vs. diye bir şeyden bahsedilmiyor.
Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat” oluşturduğunu zanneden anlayışın, burada da çok yakınımızda, bizzat içimizde, doğrudan doğruya hayatın içendeki somut insanın her gün her saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve ayeti ruhlar ve periler dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü görüyoruz.
Kanaatimce ayette anlatılan doğrudan doğruya “BEN, SEN, O” diye ifade ettiğimiz, gerçek hayatın içindeki o tek kişilik “yaşayan insan”dan başka bir şey değildir.
Demek ki, Kur’an’ın hitabında geçtiği gibi, burada adeta; “Dinle ey yaşayan insan! (Yâ-Sîn) Sağa, sola, arkana, uzaklara bakınma! Sana senden, evet senden bahsedeceğim. Anlattığım SENİN hikayen…” deniliyor.
O halde dinleyelim, görelim bakalım ne deniyormuş…
***
Öyle görünüyor ki ayet “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru sorulmakta ve cevapları -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine Allah tarafından verilmektedir.
“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) ayetindeki gibi…
Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.
Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;
“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır?
Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”
Kur’an bunun örnekleriyle doludur.
Özellikle Mekki surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek, yani kasem vavını “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren ayetlerde olduğu gibi;
“Dile gelsin güneş! Dile gelsin yaydığı aydınlık!
Dile gelsin güneşe ram olmuş ay!
Dile gelsin açtıkça açan gündüz!
Dile gelsin örttükçe örten gece!
Dile gelsin o görkemli yapısıyla gökyüzü!
Dile gelsin o uçsuz bucaksız genişliğiyle yeryüzü!
Dile gelsin üzerine titrenerek yaratılan can!
Dile gelsin günahı da sevabı da esinleyen ilham ki;
“Kim kendini arındırıp temizlerse kurtulacak. Kim kendini kirletip günaha gömülürse mahvolacak!” (Şems; 91/1-10)
Veya Zilzal suresinde yeryüzünün konuşturulması gibi;
“Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman
Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman
İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman
İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi
Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir
O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal; 99/1-6).
***
Şimdi…
İşte bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan (bellerinden zürriyetlerini alarak) fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.
Böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu onları bizzat içinde taşıyan insanoğluna gösterilmek istenmektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin. Nitekim bir hadiste “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra çevresi onu Hristıyan, Mecusi vs. yapar” buyurulur. Hadis tam da bu ayetin şahane bir tefsiridir.
Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsanoğlu bu sayede içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.
Türkçe’de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.
İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir. Yine Türkçe’deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” vs. deyimleri de “Bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.
Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”, burada, “Allah’ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu şey” demek oluyor. Keza “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de buna atıfta bulunuluyor.
Şöyle de denilebilir: Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, sezme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.
Şu halde olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “Evet, O var” diyen ışıltı Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Nitekim vicdanın kelime manası “bulma yeri” demek, vecd de “buluş”…
Neyi buluyorsun?
İçinde bir fıtrat, vicdan ve sağ (diri kalmış, ölmemiş) bir duyunun, yanının olduğunu…
Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından bir takım sesler duyar. İşte o ses “Gâlu, bela” sesidir. Yani “Evet var, Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen ses…
İşte budur ruhun derinliklerinden gelen evet sesi…
İşte budur insana şahdamarından daha yakın olan sesleniş…
Her insanın iç dünyasında yankılanır durur.
Bu ses kelimelere dökülmemiş ve fakat iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin ve adaletin sesidir. Fıtratın, vicdanın ve de diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.
Allah, insana, işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor.
Duymuyor musunuz?
Müslüman işte bu sesi duyan, ona kulak verendir.
***
Demek ki vahiy (içteki fısıltı) ile vicdan (içte bulunan) dediğimiz şey nefes-i Rahmanî’nin yani sevgi ve merhamet ses ve soluğunun iki yüzü oluyor. Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş (vecd) ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an da işte bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor. Bu nedenle onda akla ve vicdana aykırı hiçbir şey yoktur, olamaz. Çünkü akıl, vahiy ve vicdan, üç farklı istikametten gelen aynı sesin üç yüzüdür. Her üçü de Kur’an’ın hiçbir yerinde olumsuz manada kullanılmamıştır.
Bu sebeple olmalı ki Kur’an kendini insanlığa şöyle tanıtır;
“Bu, insanlığın vicdanı (basairun li’nnâs), yol gösterici ve kesin bir imana ulaşmak isteyen halk için sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Casiye; 20).
Yani: Bu Kuran, insanlığın basiret damarı, kalp gözü, ölmemiş duyuları, körelmemiş iç görüsü, donmamış vicdanı ve diri kalabilmiş, yaşayan sağduyusudur. Bunları uyandıran, harekete geçiren bir hatırlatmadır (zikra). Bir yol gösterme (huden), sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır. Hala akletmeyecek misiniz? Bu akıl tutulması neden?
Demek ki “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “Galu beladan beri” cevabını kırk yıl gecikmeyle de olsa yenileyelim: Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri… Ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım elhamdülillah…