Yazanlarda |
|
savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Asalet ve Vahiy
A. Suruş’u görememiş, C. Rumi’yi okuyamamış, İ. Arabî’yi anlayamamış, H. Tirmizî’ye ulaşamamış, ama Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman etmiş, Hz. Muhammed’in eminliğinden de kuşkulanmamış olan sahabe, vahiy konusunda, anlamın aktüelleştirilmesi dışında bir şey tartışmamıştır.
Daha sonra bu konuda; Eşarî, Maturidî, Mutezilî, Sünnî, Şiî ve Haricîlerin ilk nesli arasında ihtilaf olmuşsa da, bu da asla vahyin “Kelamullah” olma mahiyeti üzerinde değil, yine güncelleştirilmesi ve keyfiyeti üzerinde olmuştur.
Anadolu’ya örf olarak intikal eden de budur.
İmdi biz, “vahyin keyfiyeti” sorununu biraz tehir ederek, müminlerin örfü üzere Sözü güncelleştirmeye çalışalım. Öyle inanıyorum ki mahiyet sorunu, bu sırada kendiliğinden çözülecek ve yapmacık akıl yürütmelere gerek kalmayacaktır.
Kur’ân’ın ilk kelimesi “ikra”dır. Bu bir emirdir ve çoğunlukla dilimize “oku” diye çevrilmiştir. Bu emir üzerine Hz. Peygamber’in yazılı bir metni okumaya başladığını, daha sonra bu emrin tekrar edildiğini kimse iddia etmemiştir. Ama nedense, çoğu kimse, bu kelimenin her türlü kitap okumaya delil getirilmesinde de bir sorun görmemektedir.
“İkra” aslında; de, söyle ve duyur anlamındadır. İlk dönem İslam Edebiyatında bunun örnek kullanımları vardır. Nitekim Hz. Peygamber, bu emre muhatap olduktan sonra, bir yazılı metni okuma gayretine değil, vahyi duyurma gayretine girmiştir. Ayrıca, takip eden surelerde anlamdaş sözcüklerle yinelenen de vahyin duyurulmasıdır.
Bu nedenle “ikra” kelimesi, Anadolu’da “oku” şeklinde aktüelleştirilmiştir. Çünkü "okuma", Türkçenin eski kullanımlarında “duyurma” anlamına da gelmektedir. Nitekim söz akışına yakışan da budur:
“Duyur!” Yaratan Rabb'inin ismini.”
İsimler bazen zatın adı, bazen de niteliklerin adları olur. Burada anılan Rab da nitelik adlarından birisidir. Bu nedenle ayetin, “Yaratan Rabb’inin niteliğini duyur” şeklinde anlaşılması gerekir. Nitekim söz şöyle devam etmektedir:
“Bir ‘alaka’dan yarattı insanı.”
Söz akışını tali bir tartışmayla boğmamak için ‘alaka’ kelimesini anlamlandırmadık. Ancak sadece şu kadarını söyleyelim. Bu kelimeye verilecek bir karşılığın, Kur'ân üslubunda belirtilen betimlemesel yaratılış evrelerindeki sıraya uygun düşmesi gerekir.
Aksi takdirde güncelleştirilen şey Kur’ân meali değil mütercim hayali olur.
Anlam burada bitmiş ve söz noktalanmıştır. Bir elçiye ilk hitabın, “duyur” emriyle yapılması ve bunun da yaratılış gerçekliği üzerine inşa edilmesi gayet tabiidir.
Fakat Sure daha yeni başlamıştır. Biraz sonra ikinci bir “duyur” emri daha gelmekte, bu emir ise “ikram” üzerine inşa edilmektedir.
Kur’ân dilinde sırayla “kerîm”, “ekram” ve “el-ekram”, kabaca cömert, daha cömert, en cömert olandır. Ya da asil, daha asil ve en asil olan…
Eğer asaletin barınağı ikram ise, Allah gerçekten de “el-Ekram” yani en asildir. Ayette şöyle denir:
“Duyur! Rabbindir en asil.”
Bu söyleme biçimi, Allah'ın da asil olduğundan çok, elbette, en asil olanın sadece Allah olduğunu vurgulamaktadır. Fakat burada cevaplandırılması gereken başka bir husus vardır:
Rab hangi şeyden dolayı kendisini asil olarak nitelemiştir? Rabb’i asil kılan nedir? Asaletin barınağı ikram ise, en asil kılan ikram nedir? Yaratmak mıdır, yoksa rızıklandırmak mıdır?
Rab, yapışkan basit bir şeyden, bir insan yaratmış olduğu için mi asildir? Hayır. Bu, birinci “duyur” emrinin temelidir.
Devam edecek
Ahmet BAYDAR
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|
Yukarı dön |
|
|
savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Nur Üstüne Nur
Varlıklar arasında insandan daha hakimi yoksa, bu daha bileni yok anlamına gelir. O zaman ondan daha kerimi yok demektir. Bu, insanın evrende en asil (mükerrem) olduğu anlamına gelir. Onun asaletinin yukarıya bakan yüzünde de, aşağıya bakan yüzünde de bilmesi vardır. Nitekim Adem, bilmesiyle eşyayı teshir edebildiği için halifedir ve Ademoğlu bunun için mükerremdir. Öte yandan Allah’tan da ancak bilenler haşyet eder. İnsanın yaratılanların çoğuna makamca üstünlüğü de, Peygamberlerin birbirlerine ve inananların bir kısmına makam ve mevkice üstünlükleri de bilmeleri sayesindedir. (İsrâ 17/70. Neml 27/15)
Evet, asalet ikramdan, ikram da ilimden ise, kuşkusuz Allah en asildir, çünkü o en bilendir:
“Duyur! Rabbindir en asil.”
Alak Suresindeki ikinci “duyur” emridir ve Surenin can damarıdır bu. Aynı zamanda ilahi bildiri olan vahyin mahiyetine de giriştir. Söz şöyle devam ediyor:
“Duyur! Rabbindir en asil; kalemle bildiren.”
Kalem, insanın bilme sürecine katkı sağlayan birçok nesnenin baş aktörüdür. Bu yönüyle de kuşkusuz insanlık tarihinde bilgi simgesi olmuştur. Bu elbette kesbi-beşeri bilgidir. Yani insana doğuştan bir bilme kabiliyeti ikram edilmiş, ebeveyn, aile ve çevre de bu kabiliyete pek çok şey eklemiştir. İşte insanı hayvanlardan daha asil kılan bu eğitim sürecinin hepsi kalemle bildirilenler cümlesindendir.
Bunu Rab ikram ettiği için O en asildir. Ancak dahası var. Alak suresinde bir bildirmeden daha söz ediliyor:
“Duyur! Rabbindir en asil; kalemle bildiren, insana bilmediğini bildiren.”
İnsana, bilmediğinin bildirilmesi, kalemle bildirilenden başka bir şeydir. Eğitim serüveninin dışında, öngörüler, rüyalar, sezgiler, ilhamlar, keşifler var. Kevni ayetlerden telakki edilenler var. Peygamberler vasıtasıyla toplumlara sunulan vahiy var.
Demek ki insana iki şey rehber oluyor. Birincisi kesbi olan öğrenme imkanları, diğeri ise vehbi olan öğrenme imkanları.
Bir insanın önünde hem kalemle kesbî ilim, hem peygamberle vehbî ilim öğrenme imkânı varsa, o zaman Kur’ân’ın temsil diliyle; nur üstüne nur olur.
Alak Suresindeki simgesel anlatımdı. Bu nedenle talimle ilişkisi olan kalem kelimesi kullanıldı. Oysa temsil, anlamın anlatısıdır. Temsilde anlatılanın kast edilen şeyle hiçbir bağı yoktur. Bu nedenle Nûr Sûresinde şöyle dendi:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur, nurunun temsili de şöyledir:”
Kur'ân, Güneşin ve ateşin ışığına ziya der. Ziyanın aydınlatmasına nur, karanlıkta kalan kısma ise zulmet der. Yani nûr, ziyanın değil zulmetin zıddıdır.
Allah, göklerin ve yerin nuru demek, hidayet edicisi, yol göstericisi demektir:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun temsili şöyledir: Kandillikte bir lamba; Lamba bir cam içinde, cam sanki parlak bir yıldız -mübarek bir zeytin ağacından yakılır, doğuya da batıya da ait değildir,- ona ateş değmese de, neredeyse yağı ışıtır.”
Yani, müminin kalbindeki hidayetin durumu şöyledir: İnsanın vücut kandilliğinde bir dimağ lambası var. Bu lamba bir beyin içindedir. Beyin sanki sürekli yanıp sönen bir yıldızdır. Bu lamba Doğuya da Batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Güneş, o ağaca sadece doğarken yahut sadece batarken değil devamlı vurduğu için meyvesi tam ve yağı mükemmel olur. Dimağ lambası, meyvesi ve yağı mükemmel ve dengeli olan, Doğuda da Batıda da bulunmayan, yani Dünyaya ait olmayan bu peygamber ağacından yakılır.
Aslında ona ateş değmese de, neredeyse yağı ışıtır. Ama eğer nebevi vahye ulaşmışsa:
“Nur üstüne nurdur.”
Aydınlık üstüne aydınlıktır. Akıl aydınlığı üzerine vahiy aydınlığıdır bu. Kesbi talim üstüne vehbî talim de işte budur.
İnsan, bu rehberliklerden sonra kendisine bir pay çıkarsa da onun asaleti eşyaya göredir. Aslında Allah’tır en asil, sanılandan da daha asil.
Devam edecek
Ahmet BAYDAR
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|
Yukarı dön |
|
|
savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah Konuşur (mu) ?
İnsanın kesbî ve vehbî hidayeti Alak Sûresinde iki talim yolu olarak zikrediliyor. Bu iki yol, Nûr Suresinde, iki nur şeklinde ifade ediliyor. Önceki bölümlerde bu hususa temas etmiş, kalemle simgelenen birinci talimin ve nur temsilindeki birinci nurun akıl olduğuna işaret etmiştik. Kur'ân açısından bakıldığında, insanın bundan sorumlu olduğu görülür.
Peki, insanın hidayetini sağlayan, ikinci talimin ve ikinci nurun mahiyeti nedir?
Allah’ın insanlara yol göstermesini ifade etmek için Kur’ân’ın seçtiği kelimelerden birisi de “konuşma”dır. Kur’ân, Allah’ın insanlara konuştuğunu, kuşkuya yer bırakmayan bir sarahatle ifade eder. Ancak bu, mutlak surette bir mecaz olarak görülmelidir. Çünkü Kur’ân, Allah’ı, varlıkların sıfatlarıyla birebir nitelemez.
O zaman Kur’ân’ın, “Allah, Hz. Musa’ya bizzat konuştu” demesinin (Nisâ 4/164) başka bir anlamı olmalıdır. Bu da muhtemelen "Allah, kekeme birisini nasıl peygamber seçer?" diyenlere, onun bizzat peygamber olarak seçildiğini gösteren bir cevaptır. Öte yandan, onun bir arkadaşıyla söyleşir gibi Allah ile konuştuğunun asla kabil olmadığını da şu ayet tembih etmektedir:
“Allah’ın bir beşere konuşması kabil değildir. Ancak vahiy olarak veya bir perde arkasından ya da bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyettirmesi başka.” Şûrâ 42/51
Dikkat edilirse, ayet olumsuzlamayla başlıyor. Ardından da Allah’a muhatap olan bir varlık için insan ve Adem gibi üstünlük bildiren sözcükleri değil, hayvana yakın “beşer” sözcüğünü seçiyor. Bu, elbette ulûhiyet ve beşeriyet uzaklığını vurgulayarak vahiy dilindeki konuşmanın bir mecaz olduğunu tembih eden bir üsluptur. Bu, Kur’ân’ın tenzih ilkesi açısından anlaşılabilir bir husustur.
Demek ki Kur’ân, bir yandan aşırı bir tenzih ile Allah’ın kullarını akıllarıyla baş başa bıraktı vehmine düşülmesini önlemek için kuvvetli bir teşbih ile Allah’a konuşma isnat ediyor. Diğer yandan da muhatapların teşbih putçuluğuna düşmelerini önlemek için, Allah’ın konuşması yerine vahiy, perde arkası ve elçi göndermek şıklarını ikame ediyor.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, Allah’ın, konuşma/vahyini, peygamberler gibi belli bir zümreye tahsis etmemesidir. Başka birçok ayetin de teyidi ile buradan anlaşılması gereken şey; yöntem ve seviyeleri farklı olsa bile, Allah’ın canlı-cansız, hacer-şecer, beşer-peygamber, her şeye ve herkese konuştuğu / vahyettiğidir.
Allah’ın insanla konuşması ise üç yoldan biri ile gerçek olur:
Bunlardan birincisi vahiydir. Allah her şeye doğrudan vahyeder.
Eşyanın kendi kaderini, onun tabiatı yapar. Bu, iman ve inkâra konu olmaz. Çünkü fiiliyatta varlığın bir tercihi olsa da, ona yapılan ilahi telkin ihtiyârî değil icbârîdir. Arının bal yapma becerisi bu cümledendir.
İnsan, bu şıkka bedeniyle ve hisleriyle dâhil olur. Vahiy ona takva ve fücur olarak ilham edilmiş yani dengeli bir şekilde hayır ve şer kabiliyeti olarak yutturulmuştur. Annenin çocuğuna olan iştiyakı bu cümledendir.
Allah’ın insanla konuşmasının diğer bir türü de “perde arkasından”dır.
Devam edecek
Ahmet BAYDAR
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|
Yukarı dön |
|
|
savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Perde Arkası
Şûrâ Sûresinin 51. Ayetinin delaletinden hareketle Allah’ın insanlarla konuşmasının üç yolla gerçekleştiğini ve bunlardan birincisinin doğrudan vahiy olduğunu ifade etmiştik. Bu ayetin beyanına göre Allah’ın insanla konuşmasının ikinci türü ise “perde arkasından” olur.
Eğer “Perde arkası” deyiminden anlaşılan şey “Perde arkasından konuşma” ise, bunun bir mecaz olduğunu yeniden izaha hacet yoktur. Zaten lafız ve sesleri bulunan bir konuşmayı gerçek anlamıyla Allah’a isnat etmek de imkânsızdır. Ama eğer anlaşılan şey “perde arkasından vahiy” ise, sözü uzatmadan, bu konudaki uzun tartışmalara girmeden kanaatimizi açıklamak istiyoruz.
İnsan, perde arkasındaki ilahi konuşmayı, kâinattaki ayetleri okuyarak duyar. Allah, perde arkasından, yani varlıklarla(Mâturîdî’ye göre varlıklarda yarattığı harf ve seslerle) insanlara vahyeder.
İşaret dilinden anlayanlar, gerçeklik üzerinden Gerçek olana geçebilirler.
Hicaz'dan eski yolla Suriye ve Mısır'a gidenler, Ölü Deniz (Lut Gölü) ün güneyinde, bir şafak vaktinde, büyük bir çığlıkla taşlaşmış çamurlarla altı üstüne getirilen kadim Sodom kentinin harabelerinin oluşturduğu derin bir ıssızlıkla karşılaşırlar. Kur’ân, bu kıssayı anlattığı bölümün sonunda şöyle der:
“Bunda, mütevessimûn için elbette ayetler vardır!” (Hicr 15/73-75)
Mütevessimûn, bir şeyin neye delalet ettiğini anlayıncaya kadar dikkatlerini ondan ayırmayanlardır. (Zemahşerî) Eşyaya ibretle bakan, teemmül ve tefekkür eden firasetli kimselerdir. (Taberî)
Yani her gerçeklik, Gerçek’ten bir şey saklamaktadır. Varlığın kendisi, Var’ı örten bir perde olmaktadır. Bu nedenle her bir varlık, bir ayet sayılmıştır. Her ayet ise bir vahiy ihtiva etmektedir.
Ancak bu tür vahiy, mahiyeti itibariyle sübjektiftir. Evrensel değil yöresel olur. Umumi değil hususi olur. Çünkü makdür ve kültüreldir. Eşyaya ibretle bakmak, teemmül etmek ve tefekkür etmek fiilleri her ne kadar kendi öznesi için imana sebep olsa da, başkalarının ancak doğrulama ve yalanlamasına konu olabilir.
A. Suruş’un mahiyetini tartıştığı eğer bu tür vahiy ise ona bir sözümüz yoktur. Çünkü bu tür vahyin inkâr edilmesi, peygamberlik harmanını ateşe vermez. Zira kendisi de kaynak itibariyle beden ağacından çıkan ateştendir. Ateşin de iki tabiatı vardır; aydınlatabilir de yakabilir de. Yani akıl ateşi hidayete de dalalete de sevk edebilir.
Bu ateşi, ancak dışarıdan gelen bir alev objektif kılabilir. Aklın evrensel ve umumi olması, ancak rehberinin Doğulu ve Batılı olmamasıyla mümkündür.
İşte o zaman vahiy iman ve inkâra konu olabilir ki bu da üçüncü türdür.
Devam edecek
Ahmet BAYDAR
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|
Yukarı dön |
|
|
savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Elçiyle Vahiy
Şûrâ Sûresindeki vahiy ayetinin delaletinden hareketle, Allah’ın insanlara konuşmasının üç yolla gerçekleştiğini; bunlardan birincisinin doğrudan vahiy, ikincisinin perde arkasından vahiy olduğunu ifade etmiştik. Üçüncüsü ise “elçiyle vahiy”dir.
Hemen söylememiz gerekir ki üçüncüsünde vehyeden bir elçiden söz edilecektir. Bu elçi, vahyi beşerden seçilen kimselere getiren melektir. Kitab-ı Mukaddes’in de tanıdığı bu melek Cebrail’dir. Kur’ân’da ona düşman olanın aslında Allah’a düşman olduğu söylenmektedir. (Bakara 2/97)
İşte, muhataplarına meydan okuyan, eskiden de şimdi de mahiyeti tartışılan, başka öznelerin iman ve inkârına konu olan, bu vahiydir. Kur’ân üslubunda; Allah’a imanı, meleklere iman, bunu da kitaplara ve elçilere imanın izlemesi de bundandır.
Meseleyi baştan hatırlayarak toparlayacak olursak: Birinci tür vahiy yaratıcıdır. Vahiy, eşyayı yaratır. Bunların insana birer gerçeklik olarak gösterilmesi de bu tür vahiydir. Ancak bütün varlıklardan daha mükerrem olan insan, onların sırlar sakladıklarını, Gerçeği örten birer perde olduklarını kendiliğinden bilir. Bu durumda vahyin ikinci türü devreye girer. Bu vahiy, eşyanın gerçekliğini düşündürerek arkalarını tefekkür ettirir. Ancak bu da sübjektif sonuçlar verebileceği için, Gerçek konusunda gecikmeler ve ihtilaflar doğar. Bu durumda da üçüncü tür vahiy yardımcı olur.
Son vahiy türü, Necm Suresinin başında şöyle dile getirilir:
“Tanıktır yıldız, indiğinde”
Kur’ân, daima vahyi ve onunla ilgili şeyleri tanık gösterir. Yıldızlar, yol bulmaya rehberlik ederler. Bu nedenle Peygamberler, ruhani semadan birer yıldızdır ve bu ilişki dolayısıyla, ilâhi mesajdan onlara indirilen vahiy bölümlerine yıldız denir. Nitekim söz hemen vahye getirilir:
“Hevasından nutk etmiyor; o, vahyedilenden başkası değildir”
"Nutk" etmek mantıklı söz söylemektir. “Heva” nın mukabili de “heda”dır. İnsanın söyledikleri ya hevasından ya da hedasından olur. Ama burada peygamber “hedasından" söylüyor denmiyor, kendisinden söylemiyor der gibi, bizzat düşünerek söz söyleme olgusu olumsuzlanıyor. Bunun üstüne bir de, “O vahyedilen vahiyden başkası değildir” diye ekleniyor.
Bu üsluptan müstefad olunan şey, Peygamberin sözü kendisinin inşa etme iradesinin dışarıda bırakıldığıdır. Bu akış içerisinde işaret edilen öğretinin, -anlama vasıta olan sözcükler dışında- beşeri ve kültürel öğeler taşımadığında kuşku yoktur. Sözün devamı da bunu teyit etmektedir:
“onu son derece güçlü olan öğretti.”
Öğreten Cebrail’dir. O güçlü kuldur. Ötenin ve belirlenmemişliğin temsilcisidir. Tanrı-beşer yakınlaşmasındaki imkânsızlığı giderir. Kavranamaz olanın maksadını, beşerin kalbine bırakır. Taşıdığı şey gelirken gayri muayyen ve gayri mahlûk bir anlam enerjisidir. Kendisini söz olarak inşa edecek güçtedir.
İşte bu özellik onu, beşerin kendi hevasından konuştuklarından ayırmaktadır.
Kısaca, Kur’ân’ın nebevî vahiy tanımında esas olan onu Cebrail’in getirmiş olduğudur. Usul ulemasının, Hz. Musa’ya gelen peygamberlik vahyini “elçiyle vahyin” dışında mütalaa etmesi ise anlaşılabilir değildir. Evet, Hz. Musa peygamberdir. Ancak o da bir beşerdir. Her beşer gibi birinci tür vahiyle ona da doğrudan vahyedilmiştir. Yine ona perde arkasından, teemmül, tefekkür ve ferasetiyle birçok çözümler de vahyedilmiştir. Ona ikram edilen nebevi vahiy ise diğer peygamberler gibi Melekle gelmiştir. Nitekim Hadis literatüründe, ona gelen Namus-u Ekber’den söz edilmiştir ki o Cebrail’dir.
İmdi; irfan mektebinin vahiy tanımlarının merkezinde Cebrail’in rolünün hafifletildiği, hatta kimi zaman yok edildiği, ehli tarafından bilinen bir husustur. Bu durumda; peygamberlerin nübüvvet sıfatıyla söyledikleriyle; bir arkadaş, bir koca ve bir baba olarak söyledikleri arasında fark da kalmamaktadır. Velayetleriyle konuştukları sürece ilahi olanı konuşmuş sayılmaktadırlar. Bunun mukabili olarak da, peygamber olmadığı hâlde velayetiyle konuşanlar nebevi konuşmuş sayılmışlardır.
Kendisini “hatemi evliya” olarak niteleyen İbn Arabi’nin, ömrünün sonlarında kaleme aldığı Füsus’u, altı asır önce yaşamış olan Hz. Peygamber’e tasdik ettirmiş olduğunu iddia etmesi bundandır. Yine Celaleddin Rumi’nin kendi yazmış olduğu Mesnevî’nin de önsözünde; “Rabbul aleminin indirmesi” şeklinde nitelendirilmiş olması bundandır.
Konya’daki müzede görevli olduğu sırada ziyaret ettiğimiz rahmetli A. Gölpınarlı, Mesnevî’nin başındaki bu yüceltmenin sonradan eklendiğini, Mesnevînin ilk yazmasındaki hattın ve kullanılan kâğıdın önsözden farkını göstererek izah etmişti.
Bizce, Suruş’un Cebrail’i beşerden geride bırakan Mesnevî okumaları, sadece bu Kur’ân-Mesnevî karşılaştırma ve karıştırmasının sebebini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Ahmet BAYDAR
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|
Yukarı dön |
|
|
|
|