Önce ne vardı?” sorusuna cevap arayan Goethe, Logos'u eyleme dönüştürür ve “söz değil, bilâkis önce eylem vardı” der. Amacı insanı “eyleyen varlık” olarak tanımlamaktır. Oysa insan eylemeden önce eylemeyi ister. Eylemeyi istemedikçe, niyetlenmedikçe, eyleme yönelmedikçe eyleyemez. Yönelmek, yani meyletmek... yani eğilim... yani hareketin hemen öncesi. Meyl olmadan hareket olmaz çünkü!
Bu eğilime biraz duygu katarsak, eylemeyi arzu etmiş; bu arzuyu daha da güçlendirirsek, şevk duymuş oluruz. Kısacası istem, yani irade veya kasd u niyet.... (“Önce aşk vardı” diyen irfan ehli, böylelikle istek ve tutkunun son mertebesine işaret ederler. Yani onlara göre, her isteyen, istenendir de aynı zamanda.)
***
İnsan eylemeden önce eylemeyi ister. İnsan, ne garip değil mi, görünürde eylememeyi de isteyebilendir. İster ve eyler. İster ve eylemez.
İnsan eylemeyi niçin ister? Herhangi bir fiili yaparken en son tahlilde insan hangi amacı gözetir?
Bir işe girişirken en çok üç amacı olabilir insanın. Fayda, haz ve iyi.
Yani insan bir işi ya faydalı olduğu için, ya haz verdiği için, ya da iyi olduğu için yapar. Bu eylemin tek amacı olması gerekmez, bu üçünü de amaçlayabilir insan. Yaptığı fiilden hem yarar, hem haz elde edebilir, hem de yaptığı işin 'iyi' olmasını amaçlayabilir. 'Yarar'a gelince, insan ya kişisel yararını düşünür, ya da toplumsal yararı. Yani ya faydalanmak ya da faydalandırmak için eyler eyleyeceğini. Haz ve elemi hiç dikkate almayabilir. (Zarardan kaçınmak da böyledir.)
İnsanın bir iş yaparken yegâne maksadı hazdan ibaret olabilir. Haz, yani lezzet, zevk, keyif, tat.... Elemin tam da zıddı. İnsan zararlı olsa da hazza yönelir/yönelebilir.
Son olarak, insan bir işi sırf 'iyi' olduğu için de yapar. Haz vermese de, fayda sağlamasa da. İnsanın özünde iyi vardır, iyilik vardır. İyi'ye meyletmesi, iyiyi amaçlaması, zarar görse de, elem duysa da her şeye rağmen iyiyi tercih etmesi, insanın özünde, derûnunda, en kuytu yerlerinden bir yerde 'iyi' bir parçasının olmasıdır.
Hasılı, insanın iyi bir tarafı vardır ve iyiyi talep etmekten sürekli kaçınamaz. Bu gayet iyimser bir yorumdur. (Rahmetli babam, “Ben insanımı hayvanıma ezdirmem!” derdi.)
***
Peki ama iyi nedir?
Kendi tanımımı sunayım: Haz ve yararın sürekli olanı 'iyi' adını alır.
Maddi hazları ve faydaları kötüleyenler, maddî olanın geçiciliğini dikkate alırlar. “Geçiciyse peşinden koşmaya ne gerek var?” derler. İyi ama bu sefer sürekli olanı tanımlamak gerekmiyor mu? Gerekiyor. En basitinden şöyle diyebiliriz: Sürekli haz ve yarar, yaşam boyu süreklidir. Yaşam boyu sürekli olansa 'iyi'dir.
Yaşam boyu süreklilik... Gittikçe karışıyor gibi görünüyor değil mi?
Hayır! Kişinin yaşamı, toplumun yaşamı, devletin yaşamı... Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü de öte dünya meselesi. Öte dünyada yaşam yani...
Bir eylemin iyi ya da kötü oluşu, o eylemden hasıl olacak haz ve yararın sürekliliğine bağlıysa, o hâlde dindar bilinç açısından, iyi davranışlar, sadece bu dünyada değil, öte dünyada da iyi olan davranışlardır.
Dindar bilince göre, bu dünyada haz ve yarar sağlamayacak olsa bile, öte dünyada haz ve yarar sağlayacak davranışlar ancak 'iyi' adını almaya lâyık olabilir. Çünkü dindar bilinç sürekliliği iki dünyaya da yayar, mutluluğu iki dünyada da mutluluk (dareynde saadet) olarak algılar.
***
Dindar bilinç sadece suç işlemekten değil, günah işlemekten de korkar. Suç, günah olduğu için kötüdür. Eylemlerinden doğacak yarar ve hazla yetinmez, o eylemlerin sevap olmasını da taleb eder. Sevapsa iyidir diye düşünür.
İçkiyi zararlı olduğu için değil sadece, günah ve dolayısıyla kötü olduğu için de içmez. İçemez. Kutsalın sınırlarını ihlâl ettiğini düşünür. Lâkin sigaraya, onu zararlı gördüğü ve fakat günah olarak telâkki etmediği için 'kötü' diyemez. Kutsalın sınırlarını ihlâl ettiğini ise aslâ düşünmez. İnançla destekleniyorsa koşar, hatta kanatlanır, ama iş akla ve tecrübeye gelince birden topallamaya başlar, tökezler, ve düşer. Düşebilir.
Dindar bilincin algı mekanizmasını iyi anlamak gerekir. Meselâ yasalar nezdinde 'suç', toplum nezdinde 'ayıp' olsa bile, 15 yaşında bir kızla, dinî nikâhla ve üçüncü eşi olmak itibariyle gizlice (!) evlenmek, dindar bilinç açısından 'günah' değildir. Günah değilse, demek ki kötü de değildir. (Aranızda ninelerinin evlilik yaşını hatırlayanlar bir adım öne çıksın!)
Suç... ayıp.... günah...
Devlet suçu, toplum ayıbı, dindar bilinç ise öncelikle günahı nazar-ı itibara alır. Oysa bir zamanlar üçü de aynı anlama geliyordu. Günah olan çokluk hem ayıptı, hem de suç.
İki yüzlülük her tarafımızdan akıyor, devletin katında, toplum katında, vicdan katında...
Ziftli parmakların kavradığı vicdan aynamız pislik içindeyken, söyler misiniz, 'iyi'yi nerede arayıp bulacağız? Nasıl bulacağız?
Baksanıza, kamunun bile sadece oyu var, ama vicdanı yok! Bizimse vicdana ihtiyacımız yok. Vicdansızız. Çünkü vicdanın da oyu yok!
Not: 8 Mayıs'ta, saat 19.00'da, Üsküdar'da (Altunizade Kültür Merkezi'nde) Hikmet'in peşinden koşmayı sürdüreceğiz. Elimizden başkası gelmiyor. Vicdanımızı arıyoruz.