Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
bu uzun makalenin sadece sonuç bölümünü alıntıladım...tamamı içinbakınız
http://www.sonmezkutlu.com/index.php?option=com_content& task=view&id=28&Itemid=39 SONUÇ İnsanlar, hal, tavır, tutum, davranış, duygu ve düşünceleri
bakımından birbirinden farklıdırlar. Tabiatlarından kaynaklanan bu
durum onların dini hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur.
Aynı kültürel, siyasi, ekonomik ve dini ortamlarda yetişen iki kişi
arasında dahi, dini anlama ve yaşayış biçimlerinde farklılıklar
görülür. İnsanların dini anlama, açıklama, yorumlama ve yaşama
tecrübelerinde görülen farklılıklar ve dini tipolojiler, temelde
insanın tabiatında bulunan tipolojilerle yakından ilişkilidir. Bununla
birlikte insan tabiatında bulunan tepkisel, akılcı, gelenekçi,
mehdici/radical, sezgici tipolojiler, sosyal ve dini hayata da
yansıyarak, daha üst düzeyde, belli fikirler veya şahıslar etrafında
toplanılmasına, fırka, mezhep, tarikat ve cemaatlerin oluşmasına sebep
olabilmiştir. Yalnız insanların içinde yaşadıkları dini, siyasi,
ekonomik, sosyal ve kültürel yapı, bu tipolojilerden birisinin veya bir
kaçının dini hayatta ve din söylemlerinde daha fazla ön plana çıkmasını, birbiriyle mücadele sonucu yer değiştirmesini doğurabilir. Hatta birkaç zihniyetin tesirinde, yukarıda ele almadığımız tamamen eklektik söylemler de geliştirilmiş olabilir. Evrensellik
iddiasında bulunan dinlerin tarihinde ortaya çıkan fırka, mezhep,
tarikat ve cemaatler, bu psiko-sosyal gerçeklikten nasibini almıştır.
İnsan tabiatındaki tepkiselliğin ve sertliğin bedevilerin sosyal
hayatında yaşam biçimi olarak tezahür etmesi, Osman döneminden itibaren yaşanan sosyal bunalımlar neticesinde, İslam
düşüncesinde yerleşik hayatın kurum ve kurallarına ayak uyduramayan ve
Haricilik adıyla bilinen isyancı tipleri ortaya çıkarmıştır. Diğer
taraftan, yerleşik hayata geçiş, kent olgusuyla ve devlet
geleneği ile tanışma, İslamı evrensel, hadari ve devlet dini olarak
yorumlayan değişime açık akılcı zihniyeti doğurmutur. İslam'ın farklı
bölgelerde yayılmasıyla birlikte farklı din ve felsefelerle karşı
karşıya gelmesi, Mürcie, Rey Taraftarları ve Mutezile gibi akılcı
ekollerin ortaya çıkması ve hadisin suistimali sonucunda, bütün
mesaisini Peygamber ve hemen sonraki nesillerin geleneklerini tespite
yönelen, sünnet ve asar merkezli bir din ve dünya görüşünü savunan
gelenekçi zihniyeti doğurdu. İslam öncesi Arap toplumunun siyasi
iktidar yarışının tekrar belirmeye başlamasıyla birlikte Emevi zulmü ve
baskısı altında yaşamak zorunda kalan bazı çevreler, kurtuluşu ve
iyi bir gelecek kurma ümidini Haşimi soyundan ya da Peygamber soyundan
gelen karizma atfettikleri bir kişiye bağladılar. Böylece "kişiye veya
kişilere itaati esas alan" mehdici ve Karizmatik liderci bir din
söylemi doğdu. İslam toplumunda aşırı sekülerleşme,
akılcılık ve gelenekcilik anlayışlarına bir tepki olarak ve de
sosyo-politik bunalımların yaşandığı dönemlerde geleneksel yapının
bozulmasıyla yanlızlaşan insanları kurtarmaya yönelik sezgici/keşifci
bir zihniyet teşekkül etti. Geçmişte ve günümüzde ortaya çıkan din
söylemleri üzerinde, farklı biçimlerde de olsa, bu zihniyetlerin
yansımalarını görmek mümkündür. Ancak onların çağdaş tezahürleri bir
başka makale konusudur. İnsanlar
arasındaki görüş farklılıkları ve ayrılıkları, tabii, psikolojik,
tarihsel, dini ve sosyoljik bir vakıadır. Her bir din, felsefe ve
ideoloji, bu gerçekten nasibini almıştır. Bu farklılılklar, mutlaklık
iddiasında bulunmadıkça, kendisini İslam'ın temsilcisi görmedikçe,
başkalarını öteki olarak algılamadıkça birer zenginlik olarak kabul
edilebilir. Bu yüzden farklı mezhepleri, tarikatları, cemaatları,
doğru-yanlış, sapık-bidat ve benzeri sınıflandırmalar yapmak yerine,
insan doğasından kaynaklanan ve toplumsal yapıyla kurumlaşan farklı bilgi sistemleri veya zihniyetler olarak analiz etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu konudaki bazı görüşlerimi ifade etmekte yarar görüyorum. Bunların
birincisi ve belki de en önemli olanı ise, İslami çoğulculuğun önemi.
Bir başka deyişle birbirinden farklı İslam yorumları olabileceğinin
baştan kabul edilmesinin ehemmiyeti.
Farklı İslam yorumları, İslam’ın ilk dönemlerinden beri var oldu. Ümmet
içinde ilk başta siyasi nedenlerle başlayan ayrılıklar, zamanla farklı
mezhepleri doğurdu. Sünni-Şii ayrımı böyle ortaya çıktı. Öte yandan
vahiy-akıl ilişkisi, kaderin mahiyeti, hadislerin rolü gibi pek çok
konuda farklı görüşler gelişti. Bunlar arasında kimi zaman sağlıklı
tartışmalar, kimi zaman kanlı kavgalar yaşandı. İlk bir kaç yüzyıldan
sonra klasik mezhepler şekillendi, Sünni fıkhı İmam Şafi’nin kurduğu
sistematik üzerine oturdu. Şiiler ise İmam Cafer’in metodolojisini
izlediler.
Geçtiğimiz iki yüzyılda ise temel kaynakların (Kur’an ve hadislerin)
yeniden okunması ve yorumlanmasını savunan reformist görüşler gelişti.
İslam’ın ikinci veya üçüncü yüzyılında formüle edilmiş mezheplerin
çağın ihtiyacını karşılamadığını, dahası pek çok geleneğin din
zannedilerek korunduğunu savunan söz konusu reformist Müslümanlar,
geleneği eleştirmekte ortak bir nokta bulsalar da, birbirinden çok
farklı alternatifler önerdiler.
Sonuçta bugün İslam dünyasında çok farklı din anlayışları varlığını
sürdürüyor. Klasik mezheplerin arasındaki farkların yanında, ayet ve
hadislerin yeni yorumlarına ihtiyaç olduğunu savunan “modernistler”,
“tek kaynak Kur’an’dır” diyen redd-i hadisçiler, ya da Kur’an dahil tüm
kaynakların belirli ölçüde “tarihsel” olduğunu savunanlar var. Bu
farklı akımların içinde de farklı görüşler yer alıyor. “Tek kaynak
Kur’an’dır” diyenlerin arasında, örneğin, namazın vakitleri, hatta
şekli bir namazın varlığı konusunda bile ihtilaf var. Müslümanlar
arasındaki dini olmayan ayrımlar — dil, kültür, siyasi görüş veya yaşam
biçimi farkları — da cabası.
Bu tablo karşısında da pek çok Müslüman, “nasıl olup da ortak bir zemin
bulacağız, tek bir anlayışta uzlaşacağız” diye soruyor. Bu sorunun
cevabını da, bazıları, “herkes benim anlayışımı kabul ederse doğru
yolda birleşmiş oluruz” diye veriyor. Yani kendi İslam anlayışının tek
doğru İslam anlayışı olduğuna emin bir şekilde, diğerlerini bu “doğru
yol”a davet ediyor. Bu görüşe sahip olan bazı Müslümanların iyice ileri
giderek diğer Müslümanları sapmışlıkla suçladığı, hatta tekfir ettiğini
(”kafir” saydığını) biliyoruz. Tarihteki Harici vahşeti ve çağımızda
gördüğümüz Vahhabi taassubu — ve en son Irak’ta yaşanan Müslümanlar içi
savaş ve terör — bu tekfirci anlayışın ne kadar tehlikeli sonuçlar
verebileceğinin önemli ve acı göstergeleri.
Kısacası, denebilir ki, tüm Müslümanları tek bir “doğru İslam anlayışı”
üzerinde birleşmeye zorlamak, aslında onları daha fazla bölüyor,
aralarındaki gerilimi daha da artırıyor.
Peki çözüm ne?
Bir Müslüman olarak benim buna cevabım, İslami çoğulculuktur.
Müslümanlar, ancak, İslam’ın farklı yorumları olabileceğini, kendileri
bunlardan birine mensup olsalar da, diğerlerine hoşgörüyle bakmaları
gerektiğini kabul ederlerse uzlaşabilirler. Bunu yaparlarsa, Frenklerin
dediği gibi “anlaşmamakta anlaşabilir” ve Sufi’lerin dediği gibi
“çoklukta birlik” sağlayabilirler.
Tevhid’de Uzlaşmak
Sözkonusu çoğulculuk anlayışı, sadece pragmatik bir çözüm değildir; doğrudan Kur’an’dan kaynak bulmaktadır.
Kur’an vahyolunurken elbette tek bir doğru İslam anlayışı vardı:
Peygamberin (s.a.v.) uyguladığı ve öğrettiği İslam. Ayetler de
inananları peygambere itaate çağırıyordu. Ancak o dönemde geçerli olan
“Resul’e itaat” ve onun emri altında birlik olma yönündeki ayetlerin,
sonraki dönemde bire-bir uygulanması imkansızlaştı; çünkü Resul artık
yoktu ve “bugün olsa ne yapardı” sorusuna verilen cevaplar çok
farklıydı. Bugün de hala öyle.
İşte, bu resul-sonrası durumda ne yapılması gerektiği sorusuna,
Kur’an’ın daha önceki İlahi dinlerin mensupları (yani “Kitab Ehli”;
Yahudiler ve Hıristiyanlar) hakkındaki ayetleri yol gösterici olabilir.
Bu ayetlerden özellikle biri çok önemlidir; çünkü Müslümanlara Kitap
Ehli ile tek bir ilke — Allah’ın varlığı ve birliği ilkesi — üzerinde
uzlaşmayı emretmektedir:
De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan)
bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim,
O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız
(diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse,
deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Ali İmran, 64)
Dikkat edilirse ayet Kitap Ehli’ni (Yahudi ve Hıristiyanları) Müslüman
olmaya değil, sadece Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip bu
temel üzerine Müslümanlarla uzlaşmaya çağırmaktadır. (Buradan
hareketle, bir insanın kurtuluşu için Kur’an’a tabiyetinin zorunlu
olmadığı sonucu çıkarılabilir. Nitekim bir ayette farklı dinler içinde
her kim “Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa” kurtuluşa ereceği bildirilmekte [Bakara, 62]; bir diğer ayette ise “İncil sahipleri Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler” denmektedir. [Maide, 47] Kur’an’ın Hıristiyanları terk etmeye çağırdığı şey, İncil değil, Teslis [Üçleme] doktrinidir.{Tanrı,Oğul,Kutsal Ruh})
Burada önemli olan nokta, Kur’an’a göre, dinler arasında aranması
gereken tek dini uzlaşma zemininin Allah’ın varlığını ve birliğini
tasdik oluşudur.
Bu durumda, Kur’an’ın Allah’ın vahyi olduğunda ittifak eden —
Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle ” peygamberi bir, dini bir,
kıblesi bir, kitabı bir” olan — Müslümanlar da pek ala “ortak bir
kelime” olan tevhidde uzlaşabilirler. Bu kritik konuda anlaşırken,
anlaşamadıkları konuları da Allah’ın “dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim” (Ali İmran, 56) hükmüne
dayanarak ahirete havale edebilirler. Allah’ın farklı ümmetler için
uygun gördüğü çoğulculuğu ve “hayırlarda yarışma” ilkesini İslam ümmeti
içinde de hayata geçirebilirler, aşağıdaki ayette emredildiği gibi:
“… Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem
kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,)
verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız.
Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri
size haber verecektir.” (Maide, 48)
Hadis Eleştirisi
Sözkonusu çoğulculuk ilkesinin Müslümanlar arası çatışmaların ve
gerilimlerin aşılması için çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu
çoğulculuk, Müslümanların kendi İslam anlayışlarını savunmamaları, din
hakkındaki yorum ve görüşlerini ifade etmemeleri gerektiği anlamına
gelmiyor elbette. Aksine, bunun yapılması gerek.
Bu nedenle ben de sitenin yorum bölümünde süregiden “hadis tartışması”
hakkında görüşlerimi ifade edeyim. Elbette dini bir otorite hatta bir
ilahiyatçı dahi değilim, ama İslami literatürü incelemekten oluşmuş bir
kanaatim var. Bu kanaatimi de iki cümleyle açıkça ifade edeyim: Bence
Kur’an’ı doğru anlamak ve tefsir etmek için hadislere ihtiyacımız
vardır. Ancak mevcut hadis literatürünün yeniden ve eleştirel bir gözle
ele alınması, bu yapılırken de Kur’an’a uygunluğun temel kriter olarak
belirlenmesi gerekir.
Önce neden hadis literatürünün yeniden incelenmesi gerektiğini
düşündüğümü açıklayayım: “Kütüb-ü Sitte” olarak da bilinen 6 temel
hadis külliyatının tümüyle “sahih” olduğuna geleneksel bir anlayış olsa
da, bu kitapları inceleyen ve Kur’an’a göre tartan her objektif
yorumcu, bu külliyat içindeki bazı hadisleri kabul etmekte zorlanır.
Öte yandan bazı hadisler de çağımızda ulaştığımız bilim ve kültür
düzeyi açısından rahatsız edici durmaktadır. Zaten İslam’a karşı
propaganda yürüten anti-İslami kalemler de (İlhan Arsel, Turan Dursun
vs.) en geniş malzemeyi hadis literatüründen derlemişlerdir.
Peki söz konusu “rahatsız edici hadisler”, aslında Peygamberimizin
sözleri ve eylemlerinin çarpıtılması, yanlış anlaşılması, nesilden
nesile bozulmaya uğraması veya doğrudan uydurma sözlerin ona
atfedilmesi yoluyla ortaya çıkmış olamazlar mı? Kritik soru budur.
Elimizdeki hadis kaynakları peygamberin vefatından yaklaşık iki yüzyıl
sonra yazıldığına göre, bu pekala mümkündür. Buna karşı çıkan
geleneksel anlayış, hadis külliyatını toplayan İmam Buhari, İmam Müslim
gibi “muhaddislerin” ne kadar titiz ve ihlaslı olduğuna vurgu yaparlar.
Ancak söz konusu muhaddislerin ihlasına ve titizliğine saygı duymakla
birlikte, yanılmış olabileceklerini düşünmek de mümkündür. Sonuçta din,
insanların iyi niyetlerine değil, doğruluğundan kuşku duyulmayacak
İlahi vahye dayanır.
Bir Müslüman olarak doğruluğundan kuşku duymadığımız tek kaynak Kur’an
olduğuna göre de, hadisleri, temel kriteri “Kur’an’a uygunluk” olan
yeni bir eleme ve düzenlemeden geçirmekte yarar vardır. Hadis uzmanı
ilahiyatçı Prof. Hayri Kırbaşoğlu’nun bu yöndeki görüşlerini önemli ve
değerli buluyorum. (Prof. Kırbaşoğlu, geçmişte hadislere hep “ravi
zinciri” açısından bakıldığını, “metin” yönünün ihmal edildiğini, oysa
asıl bakılması gerekenin metin olduğunu savunmaktadır.)
Hadis Savunması
Üstteki yorumlar üzerine “madem hadis literatürü sorunlu, bu
literatüre neden gerek var, sadece Kur’an’ı dikkate alalım” denebilir.
Zaten denmektedir de. Bazı Müslümanlar, sadece Kur’an’ı temel alıp
hadisleri ve genel olarak sünneti tamamen terk etmeyi savunmaktadırlar.
Bu anlayışı savunanların bir kısmı, hadislerin ortaya çıkışını adeta
İslam’a karşı bir komplo olarak görmekte ve muhaddisleri ağır şekilde
suçlamaktadırlar da.
Bu yaklaşıma da katılmadığımı belirtmeliyim. Çünkü başta belirttiğim
gibi, Kur’an’ı doğru anlamak için hadis literatürüne ve genel olarak
sünnete ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Bunun nedeni de, kanımca,
bizzat Kur’an’ın içeriğinin bunu gerekli kılmasıdır.
Her şeyden önce şunu belirtmek lazım: Bize Kur’an’ı ulaştıran kaynak,
İslami geleneğin kendisidir. Kur’an’ın nasıl vahyolunduğunu, nasıl
toplandığını ve çoğaltıldığını, hadisler, siret ve İslami geleneğin
diğer kaynaklarından öğreniyoruz. Hiç bir geleneği kabul etmeyen bir
anlayış, Kur’an’ın bize nasıl ulaştığını da açıklamakta zorlanacaktır.
Dahası “sadece Kur’an” görüşünü savunan Müslümanlar, Kur’an ayetlerinin
kendi başına anlaşılır olduğunda ısrar etseler de, dikkatli bir okuma,
Kur’an’daki bazı ayetleri anlamak için o ayetlerin indiği ortama
(sebeb-i nuzüle) ve ayetin peygamber tarafından nasıl yorumlanıp
uygulandığına (sünnete) da bakmak gerektiğini gösterir. Sözgelimi Nur Suresi’nin 11-18. ayetlerinde “uydurulmuş bir yalanla gelenler”den
söz edilir ve cinsel içerikli bir iftiraya itibar eden Müslümanlar
eleştirilir. Eğer “sadece Kur’an” ilkesini kabul edersek, burada sözü
edilen iftiranın ne olduğunu bilme şansımız yoktur. Oysa Kur’an
vahyedildiğinde sahabe bu iftiranın ne olduğunu biliyordu ve böylece
ayetlerde uyarılan hatanın ne olduğunu açık bir şekilde kavramıştı. Ama
biz orada değiliz, ayetin nasıl bir ortamda vahyolunduğunu, hangi
olaydan bahsettiğini görmüyor, nasıl uygulandığına şahit olmuyoruz.
Aradaki “bilgi boşluğu”nu kapatabilmenin — ki bu tam olarak mümkün
değildir — tek yolu, hadis ve siret (peygamberin hayatı) gibi
kaynakların bize ulaştırdığı sünnete müraacat etmektir.
Bu “bilgi boşluğu”na pek çok örnek verilebilir. “Hani
siz vadinin yakın kenarında, onlar uzak yamacındaydılar; kervan ise
sizden daha aşağıdaydı, eğer sözleşseydiniz, kaçınılmaz olarak sözleşme
yeri hakkında anlaşmazlığa düşerdiniz” (Enfal, 42) ayetini
daha iyi anlayabilmek için, sözü edilen olayın nasıl cereyan ettiğini,
kast edilen vadinin ve kervanın ne olduğunu da bilmek gerekir. Bunu
bize öğreten, “Bedir Savaşı” diye bir olay yaşandığını anlatan kaynak,
hadisler ve sirettir. Veya “Mescid-i Haram yanında kendileriyle anlaştıklarınız” (Tevbe, 7)
dendiğinde, kiminle yapılmış nasıl bir anlaşmadan söz edildiğini
anlamak için de yine hadislere ve sirete bakmak zorunludur. “Ebu
Leheb”in kim olduğunu, namaz kılma fiilinin nasıl
gerçekleştirileceğini, tavafın nasıl yapılacağını, haram ayların
hangileri olduğunu ve daha pek çok detayı anlamak için de, hem sünneti
hem de o dönemde Arabistan’da egemen olan kültürü bilmek gerekir; bunu
bize aktaran en zengin kaynak da yine hadisler ve sirettir.
Hemen şunu da belirteyim: Kur’an hükümlerini anlamak için o hükmün
hangi olay üzerine indiğini (yani sebeb-i nuzülünü) anlamak, hükmü o
olayla sınırlamak anlamına gelmez. Aksine, hükümler evrenseldir. Zaten
İslam geleneğinde bu konuda bir konsensüs vardır. Ancak bu evrenselliği
doğru uygulamak için, sadece ayetin lafzına değil, aynı zamanda
ardındaki İlahi maksada da dikkat etmek gerekir ki, bu ikincisini
anlayabilmek için ayetin indiği ortamın şartlarını bilmek zorunludur.
Bu yapılmadığında, yani ayetler esbab-ı nuzül ve sünnet bağlamından
koparılıp “serbestçe” kullanıldığında — ki “sadece Kur’an” yaklaşımı
bunu savunmaktadır — ayetlerin insani maksatlara göre suistimal
edilmesi tehlikesi doğar. Özellikle çağımızda bu suistimalin pek çok
örneğini görmekteyiz. Kendince “İslam devrimi” yapmaya karar veren bir
militan “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” ayetini (Şuara, 227)
bir slogan gibi kullanmakta; kendisinden farklı düşünen bir Müslümana
öfkelenen bir başkası, ona karşı “münafık” ayetlerini
yöneltebilmektedir. İslam adına terör uygulayan silahlı grupların da
Kur’an’daki savaş ayetlerini gelişigüzel kullanıp suistimal ettiklerini
görmekteyiz.
Dolayısıyla “sadece Kur’an” yaklaşımını, bizzat Kur’an’ın doğru
anlaşılmasına engel olabileceğinden endişe ettiğim için, problemli
buluyorum.
Bu yaklaşımın problemli oluşu ise, hadislerin problemsiz olduğu anlamına gelmemektedir elbette. Başta bunu belirttim.
Tüm bunlardan vardığım sonuç ise, ortada çok kolay ve basit bir reçete
olmadığıdır. Aslında sorun, bizim 14 asır önce vahyolunmuş ve
uygulanmış olan İlahi kitabı, 14 asır sonra yeniden anlamaya
çalışmamızdadır. Bu, tabiatı gereği, zor bir iştir; hassas ve temkinli
davranmayı gerektirir. Bu iş için hem ciddi bir bilgi birikimi hem de
samimiyet ve tevazu gerekmektedir.
Son belirttiğim husus, bizi ilk başta belirttiğim konuya döndürür:
İslam anlayışımızın mutlak doğru olduğundan emin olamayız. Bu yüzden
kendimize her zaman bir hata payı bırakmamız, farklı düşünen
Müslümanlara da hoşgörüyle bakmamız gerekmektedir. Hiç unutmamız
gereken ilke, İslami gelenekte gayet doğru bir biçimde ifade edilmiştir
aslında: En doğrusunu Allah bilir.
Mustafa Akyol , mustafaakyol.org
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mustafa İSLAMOĞLU
Ben beni bildim bileli dini ilimlerle meşgulüm Ben beni bildim bileli okuduğum metinlerde �müttefekun 'aleyh� (üzerinde söz birliği edilen) ibaresi kadar, hatta ondan da çok �muhtelefun fîh� (hakkında ihtilaf edilen) ibaresiyle karşılaşırım
�Cumhur�un görüşü kadar, kaynaklarımız �şaz� görüşleri de naklederler Bu konuda ne kadar da özgüven içindedirler, bir bilseniz
Sahi şazzın şazzı görüşleri bile onca emek zahmet verip bize kadar niye getirirler? Kendilerinin hiç katılmadıkları, hatta hiç hazzetmedikleri bu görüşleri niye taşırlar? Madem katılmıyorsun, at toprağı üzerine be mübarek! Niye yüzyıllardır sırtındaki ilim heybesine koyar da taşırsın? Yoo! İlla da taşıyacak Laf aramızda: iyi ki taşırlar�
Bazen �kâle-kîle�yi (dedi-denildi) küçük görürüz değil mi? Yok vallahi O da bir nimet Hele ki demiş-denilmiş Hele ki bir konuda alimlerimiz kafa patlatıp, emek verip ter döküp farklı görüşlere varmış Bu bazen delilin farklılığından, bazen aynı delilin farklı açılardan okunuşundan, bazen dildeki bir ihtilaftan, bazen anlayış, mekan, uygulama farklılıklarından kaynaklansa da, güzel�
Bunu hep, vahyin inşa ettiği akla verdiği kredi olarak görürüm Hem de ne kredi!
Hükmümüzü hemen verelim: İslam ilim geleneğine mensup biri asla �tekçi� olamaz, �totaliter� bir söylem tutturamaz Böyle bir söylem bu gelenekten kopuştur Totaliter bir söylemi bizzat bu geleneğin kurucu öznesi olan vahiy reddeder
Alın şu ayeti söylem açısından tahlil edin:
�Ve eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes top yekun iman ederdi, (fakat bunu dilemedi) Şimdi kalkıp da, sen mi onları iman edinceye kadar zorlayacaksın?� (10:99)
Böyle onlarca ayet var Kur'an'ın muhatabını inşa ederken kullandığı üslup da en az bu kadar �totalitarizme� karşıt bir üslup Bu sadece �iman� dışındaki tercihlere izin verme düzeyinde kalmaz Hakkın tezahürü konusunda da aynı çoğulculuk görünür Mesela �Davamız uğrunda var gücüyle çalışanları kendi yollarımıza yönelteceğiz� (30:69) der
Vahiy varlık tasavvurumuzu inşa ederken alttan alta her bir ayetinde �varlığın çift kutupluluğu� yasasına açık ya da örtülü atıflar yapar
Şöyle diyebilirim: akidede tevhid ne kadar temel bir hakikatse, mahlukatta kesret de öyledir Her ne ki Yaratan'dır, o �tek�tir; her ne ki yaratılandır, o �çok�tur
Adeta Halik'ın tekliğini anlamanın olmazsa olmazı, mahlukun çokluğunu anlamaktır Elinizin altında Kur'an varsa Fatır (�varlık ağacını yetiştirmek için varlık tohumunu çatlatan� demektir) suresini açıp bir okuyun Sure iman gibi küfrün de hep var olacağını söyler Bu gece ve gündüzün, kara ve denizin, yer ve göğün varlığı kadar doğal ve gereklidir
Varlıktaki bu zıtlığı (�Zıtların ihtişamını� mı deseydim?) kavramakta zorlanan akla vahiy harika bir misal verir: Allah gökten suyu indirmiş, kaynağı tek olan bu suyla renkleri, kokuları, tatları, şekilleri çok farklı bitkiler yaratmıştır (35:27) Arkasından gelen şu ayete ne demeli: �Allah'a kulları içinde yalnızca (bu farklılığın hikmetini) bilenler hakkıyla saygı duyarlar� Kur'an baştan sona bu tür örneklerle dolu
Aklı böyle inşa olmuş bir müminden nasıl �totaliter� bir duruş göstermesi beklenebilir ki! Bakıyorum, totaliter tipler hep vahyin inşa etmediği tipler Vahyin inşa ettiği akıllar ister istermez çoğulcu olmak, ilahi rahmetin suyunda şifalı mantarın da zehirli mantarın da yetişeceğini, ilahi rahmet güneşinin altında kuzuların da kurtların da güneşleneceğini bilirler
Kafamız attı mı basıyoruz kalayı Sahte peygamber İbn Habib'e sahabenin �kafir�, �müşrik�, �mürted� adını değil de �müseylime� adını layık görmesinde bir incelik yok mu? Müslüman değil, �Müslümancık� Bu ne incelik yahu!
�Çoğulcu� bir geleneğin ürünü olan İslam fıkhı �çift değerli� değil �çok değerli� bir sistemdir Onu �çift değerliliğe� indirgemek, Yahudi fıkhına indirgemektir: Farz ve haram�
Değil, İslam fıkhı bundan fazlasıdır Şu değerler skalasına baksanıza: 1) Farz: a) Farz-ı ayn, b) farz-ı kifaye 2) Vacip 3) Sünnet: a) müekked sünnet, b) müekked olmayan sünnet; 4) Müstehab 5) Mubah 6) Müfsit 7) Mekruh: a) tenzihen mekruh, b) tahrimen mekruh 8) Haram: a) haram li-aynihi, b) haram li-ğayrihi
Kaynaklar da öyle Başta ana kaynak Kur'an Gerisi ondan çıkan ve hepsi de onun onayına muhtaç olan sünnet, icma, kıyas, maslahat, istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele, örf-i ma'ruf, öncekilerin şeriatı, sedd-i zeri'a�
Hoşgörü mü dediniz?
Hoşgörü önce insanın temelinde olacak Totaliter bir temelden hoşgörü tezahür etmez Müslümanlar Tevhid akidesine titredikleri kadar, varlığın kesretine de titremeliler
İstanbul'un fethi sırasında, sivillerin üzerine düşen güllelerin ardından yükselen vaveylayı duyunca, doğum sancısı çeken bir ana gibi �Vah gavurcuklarım! Vah gavurcuklarım!� diye dokuz doğuran alim-arif kimdi?
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|