asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Peygamber’i Taklit, Peygamber’i Örnek Almak Değildir Prof. Dr. Mehmed Said Hatiboğlu Sorular 1. "Muhammed (sav) kimdir?" sorusunun karşılığına neler yazmak istersiniz? 2. Sizce
Kur'an'ın çerçevesini çizdiği insan/peygamber Muhammed (sav) ile
geleneğin Muhammedi (sav) aynı mıdır? Varsa farklılıkları ve nereden
kaynaklandığını açıklar mısınız? 3. Özellikle
tasavvufî yorumda, 'hâtemül enbiyâ' kavramını da çıkış noktası alarak,
'hâtemül evliyâ' ve 'insan-ı kâmil' gibi kavramlarla Peygamber Muhammed
(sav)’i Kur'an'da tanık olmadığımız bir konuma oturtmak, onu insan
üstüleştirmek, hatta İsa Peygamber'i Allah'ın oğlu ittihaz etmenin bir
benzeri sayılabilir mi? 4. Muhammed
(sav)’i, her işi ve her sözü, tıpkı Kur'an gibi vahiy ürünü bir
Peygamber olarak tanımlayanlar olduğu gibi, ona, bir postacıdan öteye
gitmeyen bir misyon tayin edenler de mevcuttur. Muhammed (sav)in
üsvetün hasene olması bugün için tam olarak neyi ifade eder?
'Tarihselci okuma' biçimi bu alandaki 'sorunları' çözmede bir araç
mıdır? 5. 'Kutlu
Doğum Haftası' gibi etkinlikler, Din'in aslından doğmuş özgün
girişimler midir? Peygamberin doğumunu Din 'kutlu' saymakta mıdır?
Husûsan, kutlu doğum haftasında Peygamber'i 'Gül' sembolüyle, 'hoşgörü
ve sevgi Peygamberi' söylemleriyle 'anmanın' ve bu esnada uzlaşma gibi
kavramların yâd edilmesinin 'Türk İslamı' ile veya Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP) gibi siyasi manevralarla bir alakası var mıdır? 6. Muhammedi (sav) en doğru şekilde anlamak için hangi imkanlara ve kaynaklara sahibiz? Cevaplar 1.
Rasûlullah (a.s.v) efendimiz tarihi olarak M. 6. yüzyılda dünyaya
teşrif etmişler, kendilerinin peygamber olacağını bilmeyen bir insan
olarak yetişmiş, malum. 40 Yaşlarına gelince kendilerine vahiy nazil
olmuş, vahiy daha sonra 23 sene zarfında birike birike bugün elimizde
bir ciltlik bir kitap olacak Kur'an-ı Kerim teşkil etmiş. Peygamber
(a.s) dediğimiz gibi, Arabistan'ın Mekke şehrinde doğan bir insandır ve
bu insanı biz, getirdiği kitapla en doğru şekilde tanıyabilme imkanına
sahibiz. Bize Peygamberimizi anlatan, en doğru kitap Kur'an-ı
Kerim'dir. Kur'an'ı Kerim'de Rasûlullah'la ilgili pek çok ayetler
görüyoruz ve bu ayetlerde en başta o insanın sair insanlardan fiziki
bakımdan farksız, onlar gibi bir insan olduğu vurgulanıyor. Sair
insanlardan farklı tarafı olarak da kendisine vahiy
verilmiş/gönderilmiş olduğu vak'ası ortaya çıkarılır. Şu halde
Rasûlullah'ın sair insanlardan farklı olan yanı, vahye muhatab olması
ve onu tatbik etmeye memur edilmiş olmasıdır. Kur'an-ı Kerim
ayetlerinden öğrendiğimiz kadarıyla Rasûlullah getirdiği o vahiyleri
hem kendisi tatbik edecek, hem de ümmetini tatbik eder hale
getirecektir. Yani Kur'an'ı Kerim sadece bir 'okuma kitabı' değil, aynı
zamanda onun verdiği/getirdiği mesajın fizikî dünya dediğimiz bu dünya
hayatında tatbik edilmesini sağlamaktır. Kendi devrinde Rasûlullah bu
vazife ile mükellefti ve bu istikamette çalışarak 63 yaşlarında vefat
etti. Kendi hayatı müddetinde, hayatının sonlarında İslamiyetin tamam
olduğu, İslam inancının bütün alemde tebliğ edilmiş bulunduğu Kur'an
dilinde yazılıdır. Şu halde biz İslam'ı öğrenmek için Kur'an-ı Kerim'i
iyi öğrenmekle mükellefiz. Ve dolayısıyla hem Peygamberimiz'i, hem de
Peygamberimizin getirdiği mesajı Kur'an-ı Kerim'de ana hatlarıyla
öğrenmemiz mümkündür. 2.
Kur'an-ı Kerim'in anlattığı Peygamberle, daha sonra teşekkül etmiş olan
İslam kültür kaynaklarında tasvir edilmiş olan Peygamber arasında
bâzan muazzam farklar görülür. Biz bunu müşahede edebiliyoruz. Peki bu
neden oluyor? Bu, insan varlığının tabiatından kaynaklanıyor. Bir
kimse, karşısındaki zatı nasıl anlayabilir? Biz de, eğer o insanla
mesela seyahat etmediysek, o insanla oturup kalkmadıysak, o insanla
beraber bazı hayat tecrübeleri yaşamadıysak, onu tam olarak
anlayamayız. Böyle olunca Rasûlullah'ın yanında büyümüş, onunla
İslam'ın davasını yürütmüş kimselerin Peygamber anlayışı başka oluyor,
daha sonra onu öteki kaynaklardan, ikinci, üçüncü kaynaklardan öğrenmiş
olan kimselerin Peygamber anlayışı farklı olabiliyor. Sonraki asırlarda
Rasûlullah'la ilgili yazılmış kitapların hemen hemen bütününde onun
farklı şekilde, Kur'an'ı Kerim'den farklı bir şekilde anlatılmış
olmasının sebepleri bunlardır. Yani insan unsurundan, insan kültür
seviyesinin farklılığından kaynaklanıyor. Böyle olunca, o tip eserlerde
eğer Rasûlullah'ı tahrif edilmiş bir şekilde bir anlatış varsa, biz
bunun kaynaklarına inmek ve o kaynaklara göre onları düzeltmekle
mükellefiz. Bu işi tam yapamadığımız zaman, tahrif edilmiş,
değiştirilmiş, deforme edilmiş bir peygamber anlayışıyla karşılaşmamız
mukadder oluyor. Maalesef hala günümüzde de durum budur. Çünkü
bugün Rasûlullah’ı kendi devrinin kültürel şartları içinde anlama
imkânı pek kalmadı. İslam bütün dünyaya yayıldığı zaman dünyanın
muhtelif yerlerindeki kültürel unsurlarla Müslümanlar karşılaştılar ve
o kültürel unsurlarla Rasûlullah'ı anlatmaya kalkıştılar. Adam eskiden
diyelim Zerdüşt'ü nasıl tanıdıysa, Zerdüşt'te faziletmiş gibi gördüğü
şeyleri Rasûlullah'da görmeye kalkıştı bu defa. Hz. İsa olarak
anlatılan, Hristiyanlar'ın anlattığı bir Hz. İsa'daki vasıfları bu defa
Rasûlullah'da görmeye kalkıştı. Hakikaten de nübüvvetle ilgili,
Peygamberimizin fezaili ile ilgili yazılmış kitaplarda mesela eski
peygamberlere verilmiş olan bütün mucizelerin Rasûlullah'a da verilmiş
olduğunu iddia eden alimlerimiz vardır. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de
Rasûlullah'a fizikî, maddi diyebileceğimiz hiçbir mucizenin verilmediği
söylenmektedir. Peki, hem Kur'an böyle söylüyor, hem de bunun dışında
kaynaklarımızda yığınla mucize rivayetleri var. Bunları nasıl telif
edeceğiz? Bunun telifi, o ilk kaynaklara kadar inip, kültürel
etkileşimi/tesiri ortaya çıkarmakta yatıyor ki, bizim bugün
Rasûlullah'ı gerçek hüviyetiyle anlayabilmemiz için o eski kültürel
kaynakları tahlil etme mecburiyetimiz ortaya çıkıyor. Bunları görmeden,
eski asırların Hz. Musa'sını, Hz. İsa'sını nasıl anlattıklarını ortaya
çıkarmadan, Rasûlullah'a isnad edilmiş olan bu tip rivayetleri
aydınlatmak mümkün olmuyor. Onun için, kültürlü Müslümanlara düşen en
büyük vazifelerden birisi, geçmiş kültürün bütün bu kaynaklarını
tahlilden ve tenkidden geçirme zaruretidir. Peygamber efendimizi en
doğru anlatan Kur'an-ı Kerim'dir dedik. Ama bu yeterli midir? Yeterli
olmuyor. Niçin? Çünkü Kur'an'ı Kerim, dediğimiz gibi bir ciltlik bir
kitap. Bu bir ciltlik kitabın içinde geçmiş asırların hadiseleri
yatıyor, kıssaları yatıyor, ibret alınacak dersleri yatıyor. Bu
derslerin mahiyetini öğrenmeye kalktığınız zaman, geçmiş kültür
kaynaklarına müracaat ihtiyacı duymaktasınız. Onun içindir ki, daha,
üçüncü asırda yetişmiş bir Taberi'nin Kur'an'ı anlamak yolunda yazdığı
otuz cilt tefsiri; VI. Asırda İbni Akîl'in yazdığı Kitabu'l- Fünûn
(bazıları altıyüz cilt diyor). Bunlar Kur'an-ı Kerim'i, bir tek kitabı
anlatmak için yazılmış… Bakınız, Rasûlullah'ın zamanında bir ciltlik
kitap; bugün Kur'an'ı anlatmaya tahsis edilmiş kitapları toplarsanız,
odalar almıyor. Demek ki Kur'an'ı anlamaya ihtiyaçları vardı, bunları
yazdılar. Kur'an'ın sadece metni kafi gelmemiş.
Peki
niçin kafi gelmemiş? Çünkü, Rasûlullah'ın getirdiği Kur'an'ı Kerim,
altıncı asrın ortaya çıkardığı bir eser gibi görünse de, ta Hz.
Adem'den beri gelen kıssaları, dersleri ihtiva ediyor. Bu derslerle
ilgili insan kültür dünyasında sonsuz derecede malumat var. Onun için
bunları bizim müfessirlerimiz toplamışlar. Toplamışlar da, hepsi doğru
mu toplanmış? Hayır. İşte esas problem burada. Siz o toplanmış
malzemenin hangisi doğru, hangisi eğri, bunu tespit etmemişsiniz,
edememişsiniz Müslüman olarak. Problemimiz buradan kaynaklanıyor. Sonra
Kur'an-ı Kerim size sadece ahlaki talimat vermemiş, bu ahlaki talimatın
içinde, fiiliyata akseden kanunlarını da vermiş. Mesela bizim fıkıh
(İslam hukuku) dediğimiz kısım, Kur'an-ı Kerim'in insanın insanla olan
ilişkilerine ilişkin mevzuatıdır. Bu mevzuatın içinde Rasûlullah'ın
kendi devrini ilgilendiren hususlar da olabiliyor. Rasûlullah vefat
ettikten sonra mesela bazı ayetlerin tatbik imkanı kalkıyor ortadan.
Mesela, tarihi bir örnek verelim: Rasûlullah (a.s)ın zevceleriyle,
başkalarının evlenilmesi yasak kılınmıştır. Peki bu evlilik hükmü,
devam edip gitti mi? Bunun bir tatbik değeri var mı? Rasûlullah vefat
ettikten sonra, bunun tarihi bir değeri kaldı. Peygamber artık hayatta
olmadığı için, onun bir örneklik değeri yok bizim için. Ama buradan
çıkaracağımız bir ders olabilir. Rasûlullah'a olan hürmetimiz, bizi o
hanımlarla başkasının evlenmesine müsaade etmiyor, ahlaken. Bu dersi
çıkarıyoruz sadece. Ama tatbik değeri yoktur hiçbir şekilde.
"Peygamberi
yüceltmeyin" şeklinde bizi uyaran ayetler varken bile, eğer bizim
samimi müslümanımız Peygamberimiz'i başka türlü anlatıyorsa, bunun
altında psikolojik sebepler olması icabeder. Bazı Müslümanlara göre,
Peygamber bizim gibi normal bir insan olamaz. Bu kanaat var insanda.
Madem bu, Peygamber'dir, o halde bizden farklı olmalı diyor. Bu yanlış
bir hükümdür. Bu farklılık noktasından hareketle Rasûlullah'a bizden
farklı pek çok faziletler yüklüyorlar. Kur'an'da istediği kadar "Ben de
sizin gibi bir beşerim" desin, Müslüman, bir türlü ona razı olmuyor.
Psikolojik bir hastalıktır bu. İsmi Profesör olan en büyük adamlarda
bile görürsünüz bunu. Bir isim vereyim: Vehbi Zuhaylî. Yazdığı o
ciltlerce İslam Fıkhı Ansiklopedisinin başlarında yazıyor Zuhaylî,
Peygamber (a.s)ın idrarı, kazuratı, kusmuğu, şusu busu hepsi tâhirdir!
Haşa! Eğer böyle bir şey olsaydı, biz sahabeden böyle bir tatbikat
görürdük. Niye israf etmişler Peygamberimiz'in kazuratını? Yok böyle
bir şey. Ama benim insanım, 21. asrın insanı bile Peygamberinde
kendisinden çok farklı, beşer üstü bir şey görmek istiyor. Bu
psikolojik bir zaaftır, hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmak lazım.
Kurtulabilmek için Profesör olmaya da ihtiyaç yok. Hatta Profesör olsan
bile bu hastalığa düşebiliyorsun.
Bu
hastalıktan kurtulmak için bir defa bu hastalığa maruz kalmış olan
ulemamızı ilk asırlardan itibaren tesbit etmek zaruretindeyiz. Bakın
yanlışımız buradan çıkıyor. Biz diyoruz ki, İmam Muhammed büyük
adamdır. İmam, bugün otorite demektir. Otorite olunca ne oluyor? Bunun
her söylediği doğru oluyor. İşte en büyük yanlışımız buradadır bizim.
En büyük adamlar dahi yanlış yapabilir. Yanlış söyleyebilir, yanlış
inanabilir. Biz bunu böyle kabul etmedikçe İslam dünyasına kurtuluş
yoktur. Ben bunun misallerini hayatım boyunca verdim. Kaç defa yazdım.
Pratik bir misal vereyim. İmam Muhammed (ki kendisi H. 2. asrın
adamıdır) bunu kitabında, Siyer-i Kebir'inde yazıyor. Seferde
Rasûlullah çadırda iken Hz. Bilal, onun abdest alması için su getirmiş.
Abdestini almış, çıkarmış o kovadaki suyu atıvermiş Bilal. Yanındaki
bir iki sahabe hemen koşuşmuşlar, yere dökülmekte olan suyla ellerini
ıslatmışlar. Yetişemeyenler de o eli ıslak olan zatın ellerine
dokunmuşlar. Bu hadise neyi gösterir? Eğer doğru ise rivayet, o bir iki
küçük sahabî, Rasûlullah'a o kadar sevgi ile dolu ki, onunla temas
etmiş bir suya kendilerinin de temas etmesini Peygamber aşkı adına
lüzumlu görüyor.
İşte
işin ilmî felaketi bundan sonra başlıyor. İmam Muhammed deseydi ki,
bazı küçük sahabiler Rasûlullah'a olan aşkları yüzünden onun kullandığı
ve attığı suya dahi bir hürmet beslemişler, ama bu hürmetin yeri yoktur
deseydi, başımızın üstünde yeri vardı. Lakin böyle demiyor. Ne diyor?
"Bundan şu çıkar ki, müsta'mel su temizdir" diyor. Sapıtmamız buradan
kaynaklanıyor. Müsta'mel su temiz olmaz. Sen bu hükmü veremezsin.
Mü'min olarak, elini, yüzünü v.s.ni yıkadığı su temiz olur diyemezsin.
Bu ilmî fecaettir, cinayettir. Ama bunu 'İmam' dediğiniz adam kitabına
yazmış. Şimdi sen, bu imamların söylediği her söz doğrudur dersen, o
kitaplarda yazılan her şey doğru olur. İşte İslam'ın ve Peygamber
anlayışımızın sakatlanmasının yolları buralardan geçiyor. İşte ben ve
benim gibi adamlar da diyorlar ki, Rasûlullah'ı anlatmaya ve umumi
olarak İslam'ı anlatmaya hasredilmiş olan bu kitapların ilimî tenkidi
yapılmadıkça biz bugün hakkıyla Müslüman dahi olamayız. İmam
Muhammed, Hz. Muhammed (a.s)'ı görmüş değil. Onunla beraber yaşamış
değil. Eğer onun çevresinde bir sahabî olmuş olsaydı, böyle fikirleri
ortaya atmasına imkan yoktu. Ama şuna da ihtimal veriyorum ki, sahabe
dahi olsa eğer kendi psikolojik yapısı Rasûlullah'ı tam aksettirmeye
müsait değilse, gene sapıtabilir. Çünkü bunun sahabîlerden de örnekleri
var. Mesela İbni Ömer, kendi babasının tam aksi bir psikolojik yapıya
sahiptir. Hadis kitaplarımızda var, Arafat'tan inmiş gelmişler bir
vadide oturmuş yere, -affedersiniz- abdestini bozacak şekilde
davranıyor ve kalkıyor. Abdest filan bozmuyor. "Yâ İbni Ömer, niye
yaptın?" diyorlar, "Peygamber (a.s) buradan geçiyorken bu noktada
abdestini bozmuştu." Bunu sünnet haline getiriyor. Bu, Rasûlullah
anlayışında sapmaların bir örneğidir. Bunu İbni Ömer hulusi kalple
yapıyor, hiç şüphem yok. Peygamber sevgisiyle yapıyor, ama bu sevgiyle
yaptığını söylediği hareket sünnet-filan değildir. Peygamberi taklit,
Peygamberi örnek almak değildir. Bir defa Kur'an-ı Kerim'in bize
vermek, koymak istediği prensipleri, ana ölçüleriyle iyi öğrenmek
lazım. O zaman insanda bir anlayış kapasitesi teşekkül eder. O seviyeye
gelebilmiş kimseler, herhangi bir rivayetle karşılaştıkları zaman,
"bunun doğru olması mümkün değildir; bu Kur'an'a aykırıdır"
diyebilirler. Onun için Kur'an'ı iyi öğrenmeli, iyi anlamış adamların
kanalıyla öğrenmelidir.
3.
Müslümanlar Mekke'den başlayan o İslam ışığı etrafa yayıldığı anlardan
itibaren, oralarda yaşayan farklı kültür sahipleriyle ilmî temaslara
geçtiler ve onların kültürlerini de İslamîleştirme cihetine gittiler.
Süryanî kültürü olsun, Yahudi kültürü olsun, Hristiyan kültürü olsun,
onların bize uygulanabilecek taraflarını alıp, kitaplarımıza
dercettiler. Biz onlardan gelen bu katkıları ilmî bir şekilde
ayırabilmiş bir seviyeye henüz ulaşamadık. Bunları batılılar yazmaya
çalışıyorlar, biz onlardan öğrenmeye kalkıyoruz. Henüz Müslümanların
bizzat kendi çalışmalarıyla bu durumu tesbit ettiklerini söyleyemiyoruz
maalesef. İşte o yüzden, Hristiyan rahipleri Hz. İsa'yı nasıl
anladılarsa, biz de Müslüman cephesi olarak, "siz mi Hz. İsa'da şu
fazileti görüyorsunuz, bizimki sizden daha üstündür" yarışına girmişiz.
Alimlerimiz, onlarda görülen her mucizenin aynısını, daha fazlasıyla
bizimki gösterme yarışına girmişler. Böyle bir yarışın Kur'anî temeli
yoktur. Hâtemül
enbiyâ ve Hâtemül evliyâ kavramları asırlar boyunca teşekkül etmiş.
Fakat ne yazık ki, bu kavramları en geniş şekilde anlatmış bir İbnül
Arabi'nin bir Fütuhat-ı Mekkiye'sini tam okumuş adam pek nâdirdir İslam
dünyasında. Onun eseri vaktiyle basıldı, ama ona isnad edilmiş pek çok
rivayetler de var. Onların gayrı mevsuk olduğu, yani doğru olmadığı
iddiaları var. Hatta İmamı Şaranî kendi kitabında diyor ki, "Siz İbnül
Arabi'nin bizzat kendi yazdığı kitabını, elinden çıkma, orijinal
kitabını okuyacaksınız. Çünkü ona isnad edilmiş, katkı katılmış olarak
pek çok kitap var." Hatta Fütuhat-ı Mekkiye'yi bile, Konya'daki, İbnül
Arabi'nin elinden çıkmış nüshadan okuyun diyor. Demek ki İbnül Arabi
adına îmâl edilmiş pek çok rivayetler var. Onun ismiyle yayılmış. Şimdi
biz İbnül Arabi'yi bile tam olarak anlama iktidarına sahip değiliz.
Fütuhatını ilmi ölçülerle basmaya kalktılar, yarım kaldı. Ama bir
İspanyol alim kalkıyor İbnül Arabi hakkında bir kitap yazıyor,
kitabının ismi 'L’lslam Christianise'. Yani, 'Hristiyanlaştırılmış
İslam.' İbnül Arabinin anlattığı İslamiyet'i Hristiyanlaştırılmış
İslamiyet olarak anlatıyor. Hristiyan akîdesini aksettiriyor, (ama)
İslamî bir hava vermiş diyor. Şimdi bu adamın bu kitabını İslam dünyası
henüz açıklamış değil, bilmiş değil, okumuş değil. Çünkü vaktiyle onu
İspanyolca yazmıştı, 1982’de Fransızca'ya çevrilebildi. Şimdi bu
sembolik dildir denebilir. Kur'an-ı Kerim'de her şey maddeten söylenmiş
değildir. Sembolik ifadeler de pek çoktur. Kur'an, Cenabı Hakk'ı
anlatıyorken nasıl ifadeler kullanıyor? Bunları bizim hepimizin aynı
şekilde anlaması mümkün değil. "Meselu nûrihî ke-mişkâtin fîhâ misbâh…"
diyen ayet-i kerimeyi (Nur, 35) nasıl anlarsınız Allah aşkına? Bu,
sembolik bir ifadedir. Ama orada kalırsın. Yani kafan yetmediği
mevzularda "bu böyledir" diyemezsin. Ama bu böyledir diyen, izaha
kalkan alimlerimiz de oluyor, onları da yasaklamaya haddimiz yok.
Yazdığı şey ne derece doğrudur, ne derece tefsire müsaittir? İşte bunu
anlayabilmek için diyorum, mesela İbnül Arabi Hâtemül Evliyâ
anlayışında şunları şunları söylüyor, bu bize aykırıdır dediğin zaman,
İbnül Arabi'nin o kaynaklarını bilmen gerekiyor. İş edebiyata
döküldüğü zaman bunun başı sonu yoktur. Rasûlullah'a duyduğu aşkı adam
bir tiyatro eserinde de canlandırmaya çalışır, ama o eserde neler
söyler? Siz onu bir edebî eser olarak dinlersiniz. Ben bugün Yunus'un
bir ilahisini dinliyorken göz yaşlarına boğuluyorum, ama onun söylediği
söz doğru mudur, eğri midir dediğim zaman, "eğridir" diyorum. Ama orada
bir aşkı anlatıyor adam, onu o çerçevede değerlendirmek lazım. Hasılı,
"Hâtemül evliya Hâtemül enbiyadan üstündür" denemez. "Elâ inne
evliyâellahi lâ havfün aleyhim" (Yunus, 62) diyen ayete vurursan, (bu
satırları okuyan birinin) evliya olmadığını kim isbat edebilir? O
eserleri okuduğumuz zaman görüyoruz ki, adam inanmış ona. Evliyanın o
kudretine [olağanüstülükler göstermesine] inanmış. Ama ne ahlaksızca
şeyler anlatıldığı da vakidir. Bunlar şirktir, bizim için. Böyle bir
şey olmaz. Ama o çevre ona inanmış. Adam suyun üstünde (evliyayı)
yürütüyor mesela; e peki niye biz gemileri yapıyoruz? Bizi yürüt
geçelim! Köprüleri yapmaya lüzum yok! Ama o adamın yürüdüğüne inanmış o
kişi. Niye? Psikolojik hadiselerde bu durum vardır. Adam bakarsın,
kargalar uçuyor der, mesela, sen bakarsın karga falan yoktur ama o adam
inanıyor ona. Psikolojik hastadır o. Ona inanmıştır. Ama bir de,
bütün ömrü peygamberin ilmini tahsille, fıkıhla, tefsirle geçirmiş bir
İmam Suyuti'miz var. (Ö. H.911). Bu zat, "ben Peygamber'le yetmiş beş
defa canlı olarak görüştüm" diyor. Bununla beraber ben Suyutî'nin
eserlerinin neresinden istifade edileceğini biliyorum. Bu tarafından
istifade etmem; onun hiçbir değeri yoktur. Bunu niçin söylüyor?
Peygamber'le yatıp Peygamberler’le kalkan bir adam psikolojik olarak o
havaya girmiş. Mecnun Leyla'sını görmüyor mu?
4.
Kur'an-ı Kerîm'deki bir ayeti yanlış değerlendirmek yüzünden
esteızübillah: "ve-ma yantıqu ani'l-hevâ in huve illa vahyun yûhâ",
yani, "O kendiliğinden konuşmuyor; onun konuştuğu şey vahiydir" (Necm,
3-4) ayetini Peygamberimiz'e mal ederek, Peygamber için, "her söylediği
şey vahiydir" neticesini çıkaran alimlerimiz olmuş. Ben biliyorum ki
bunu günümüzde söyleyen üniversite mensupları da var. Bu tamamen yanlış
bir şeydir. Ayet-i kerime "ve-mâ yantıqu ani'l-hevâ" derken, kastettiği
Peygamber değil, Allah'dır. Yani oradaki, Kur'an-ı Kerîm'dir. Kur'an-ı
Kerîm Peygamberimiz'in kendiliğinden uydurduğu bir şey değildir.
"İn-huve" diyor zaten, "illa vahyun yûhâ". Şimdi
bunu düzeltmezseniz, Peygamberimiz'in ağzından çıkan her şey vahiydir
derseniz -ki bunu söyleyen alimlerimizden biri mesela İbni Hazm'dır.
(ö. H.456)- O zaman ne olur, Peygamberimiz'in her söylediğini adam
vahiy zanneder. Halbuki böyle bir husus yoktur. Eğer Peygamberimiz'in
her söylediği vahiy olmuş olsaydı, bizzat Kur'an-ı Kerîm'in tenkidine
maruz kalmazdı. Vahiy vahyi tenkid eder mi hiç? 'Postacı', çok
kaba-/adî bir tabirdir. Rasûlullah sadece bir vahyi tebliğ eden zat
olarak değil, onu bizzat kendi şahsında, o vahyi temsil ettiği gibi,
bir de o vahyi etrafında yaymak ve tatbik ettirmekle mükellefti.
"vestaqim ke-mâ umirte" diyor Allahu Teala: "Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol!" "Fahkum" diyor, yani "sana emredileni tatbik ettir, hükmet!" Onun
dışında Rasûlullah'a Cenabı hak tarafından verilmiş olan ictihad
serbestliği vardır. Mesela Kur'an-ı Kerîm’in hiçbir yerinde Peygamber
efendimize imamlık yapması, cemaate imam olması emri verilmiş değildir.
"Beş vakitte geç ümmetin başına imam ol" diyen bir ayet ben bilmiyorum.
Yok böyle bir ayet. Ama peygamberimizin imamlık yaptığını, dolayısıyla
bildiren ayet var. "Sen onların arasında onlara namaz kıldırdığın
zaman" (Nisa, 102) diyor ayet-i kerimede. Şu halde Rasûlullah'ın
imamlık yapma vazifesini kimden aldığını söyleyeceğiz? Kendisi imamlık
yapmaya lüzum görmüş, Cenabı Hak da onu tasvib etmiştir. Yine, "şu
kadar rekat namaz kılın" diyen bir ayet de yoktur. Bize Peygamber'e
uyma emri var. Peygamberimiz Cenabı Hakk'ın nezareti altında
peygamberliğini yapıyor. Yanlış bir şey yaptığı zaman düzeltiliyor. İyi
bir şey yaptığı zaman devam ediyor, o iş meşrulaşıyor. Bunun bir başka
misali de ezandır. "Namaz kılacağınız zaman ezan okuyun" diyen bir ayet
var mı? Hiç böyle bir ayet yok. Ama, "Cuma ezanı okunduğu zaman gidin"
(Cuma, 9) diyen ayet var. Demek ki ezan müessesesini Rasûlullah yahut,
etrafındaki sahabeler tesbit etmişler, bu, Cenabı Hakk'ın tasvibine
mazhar olmuştur. Onun için Rasûlullah'ın her hareketinin Kur'an emri
olarak yapıldığını söylemek ilmen yanlıştır. Kendiliğinden de
içtihatlarıyla yaptığı şeyler vardır. İlahi tasvibe mazhar olur o.
Olmayanlar da tenkide tabi olur.
Tarihselci
okuma dediğiniz zaman bir defa bunun anlaşılmasında bir ittifak etmemiz
lazım. Bununla neyi kastediyoruz? Ben bu sahada bir şeyler yazmaya
çalıştım. Bu mesele bizim Kur'an ve İslam kültürümüzün en büyük
meselelerinden birisidir. Kur'an-ı Kerîm, Peygamberimizin vefatıyla
tamamlanmış bir kitaptır. Ve orada yazılı olan hükümlerin de ebedî
olması, ahir zamana kadar baki kalması gerekir şeklinde, eski
asırlardan beri süregelen bir inancımız var bizim. Ama bugün, günümüzün
bazı Müslüman alimleri bunun evveliyatını daha eski asırlara kadar
indirmektedirler. Diyorlar ki, bazı ayetler, daha ziyade hukuki
ayetlerdir, şeriat dediğimiz hükümlerdir. Bu hükümlerin, şartlarının
değişmesiyle değişmesi zaruridir diyorlar. Ben bunun en belli
başlı müdafilerinden olan Fazlurrahman beyle bizzat görüştüm ve
kendisine sual sordum. Vaktiyle onları yazdım. Bir miras meselesinde
mesela, Kur'an-ı Kerîmin koyduğu ölçüye göre, kızlarla erkeklerin miras
hisseleri farklıdır. Şimdi bugünün kızı diyor ki, okumuş kızı, fabrika
idare eden, büyük müesseseleri idare eden bir kız diyor ki, ben öteki
oğlan kardeşimden niye düşük alayım mirastan? Bu, adalete aykırıdır
diyor. Böyle dediği zaman mecburi olarak sizin kafanızda, acaba
Kur'an'ın ayetinde bir haksızlık mı var gibi bir düşünce ortaya
çıkıyor. Niye Allah böyle ayırmış? O zaman ben bizim fakültemizdeki
kızlara bile sordum bunu. Başörtülü kızlarımız geldiler, siz dedim,
mesela başörtüsünü bugün -haklı olarak- müdafaa ediyorsunuz, ama bunu
derseniz ki, Kur'an yazdığı için ben bunu giyiyorum, temeliniz pek
sağlam olmaz. Adam senin karşına şu miras ayetini koyar. Şimdi ben sana
soruyorum dedim: Sen kendi erkek kardeşinin yarı hissesini almaya razı
mısın? "Hayır!" dedi. Sen dedim erkek kardeşinin yarısı değerinde
şahitlik değeri kazanmaya razı mısın? "Hayır, ne münasebet!" dedi. Bu
noktada ne ortaya çıkıyor? Kendi mütedeyyin insanımızın, 21. asırdaki
müslümanımızın bile bu çeşit ayetler üzerinde kafasında istifham
uyandığı ortaya çıkıyor. Bu istifhamı nasıl çözeceğiz? En büyük problem
burada. Gerçektende Kur'an-ı Kerîm'de mevcut olan hukuki ayetlerde bir
değişme söz konusu olabilir mi?
Rasûlullah'ın
örnekliğinin tarihselliği nasıl olacak? Aslında sadece Kur'an-ı
Kerîm'de yok hukuki ayetler. Hadislerde de var hukukî ayetler.
Rasûlullah kendi zamanında gayri Müslimlerle Müslümanların miras
ilgisini tesbit etmiş. "Bir Müslüman kafirden miras alamaz", "Kafir de
müslümandan miras alamaz" demiş. Hadislerde böyle yazılı. Peki ama biz
birinci asırda, Muaviye'nin zamanında, Hz. Ali'nin zamanında, bu hukukî
hadisin tek taraflı olarak değiştirildiğini biliyoruz. Ne demişler?
"Müslüman kafirden miras alır, kafir müslümandan miras alamaz"
demişler. Peygamber'in bu hukuki hükmünü tek taraflı olarak yoruma tabi
tutmuşlar, değiştirmişler. En büyük problem, nassların değişmesinin
makullüğünü tesbit etmektir. Biz Hz. Ömer'i, sadece Peygamberimiz'in
değil, Kur'an-ı Kerîmin hukuki ayetlerinde bile (müellefe-i kulûb
meselesi v.b.) bir değişime gitme fikrine sahip bir zat olarak
görüyoruz. Şimdi bunu yaygınlaştırmak mümkün mü? Esas problemimiz
orada. Halbuki bizim nazariyat kitaplarımızda, bilhassa Hanefiler'in
usul-i Fıkıh kitaplarında -ki orada verilen hüküm bizim mecelle'ye bile
geçmiştir- "mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur" diyor, Mecelle'nin
hükmü budur. Bu ne demek? Yani bir meselede nass varsa, yani ayet ve
hadis hükmü varsa, içtihada yer yoktur demektir. Acaba böyle mi olmuş?
Benim
yaptığım çalışmalara göre, böyle bir fikrin İslam tatbikatında hiç yeri
yoktur. Bu, yanlış bir hükümdür. Nasıl yanlış? Daha birinci asırda,
evlilikle ilgili ehli kitap hanımlarıyla evlilik meselesinde İmam
Ata'nın verdiği fetva, Kur'an-ı Kerîmin o ayetini tamamen kaldırıyor.
İmam Atâ, "vel muhsanatu minellezine ûtul kitap" (Maide, 5) ayeti bugün
için geçerliliğini kaybetmiştir diyor. Neye göre diyor? Çünkü, sebeb-i
nüzulüne iniyor, o ayetler nazil olduğu zaman Müslüman hanımlar az idi,
Ehli Kitap hanımına ihtiyacımız vardı diyor. Bu ihtiyaç şimdi zail
olmuştur; elhamdülillah Müslüman hanımlar çoğaldı, Ehli Kitap hanımına
ihtiyacımız yok diyor. İhtiyaç zail olunca hüküm de zail olur diyor.
Bir
şeyin esbab-ı mucibesi anlayışı şahıstan şahısa değişiyor. Bugün İmam
Ata'nın bu görüşünü hiç kabul etmeyen, pekala ben Hristiyan hanımla
evlenebilirim diyen alimlerimiz de var. Çünkü onunla evlenirsem, hiç
olmazsa o kadın bir gavurla evlenmekten kurtulur, ben de onun sayesinde
Müslüman nesiller yetiştirebilirim diye düşünüyor. Hatta bunun tersini
düşünenler de var. Mesela hiçbir İslam alimi, şimdiki zamana gelinceye
kadar, kitaplarda okuduğumuza göre, bir Müslüman hanımın gayri müslimle
evlenmesine cevaz vermemiştir. Bir Müslüman kızımızın bir Hristiyanla,
Yahudiyle evlenmesine cevaz vermemiştir. Ama bugün veren alimlerimiz
var. Müslüman alimlerdir, isimleri müslümandır bunların. Neye göre
veriyor acaba? Bakın onun da haklı sebepleri var. Mesela Amerika'daki
Türkler diyor, gördüğünü söylüyor, bir alime hocamız -ismi lazım değil-
Müslüman kızlarımız, Amerikalılarla evlenmedikleri için, Müslümanlar
zaten kendileri ile evlenmiyor diyor, bekar kalıyorlar diyor. Bunlar
bekar kalınca kafaları bozuluyor, yani hastalanıyorlar. Halbuki diyor,
zahiren Hristiyan denen namuslu ahlaklı bir Amerikalıyla evlenseydi,
ilerde onu Müslüman yapması mümkün olabilirdi.
Fazlurrahman
eğer şartlar değiştiyse hükmün de değişebileceğini söylüyor. Ki benim
kendisine açıkça söylediğim şey buydu. Fazlurrahman bey bizim
Fakültemize geldiğinde toplantılar yaptık; ben orada alenen sordum.
Kur'an-ı Kerîm’in miras meselesini misal verdim, "size göre bu miras
ayeti Peygamber'in zamanında tam bir adaletin ifadesimiydi? Günümüzde
şartlar değiştiği, kızlar da erkekler kadar cemiyette vazife almaya
başladıkları, mes'uliyet yüklenmeye başladıkları zaman, bu miras
ayetinin değişmesi lazım, eşitlenmesi lazım. Siz böyle mi
düşünüyorsunuz?" "Evet" dedi hoca, "hatta günümüzde -hiç unutmuyorum-
kızlara erkeklerden daha fazla hisse vermek Kur'an ahlakına uygundur"
dedi. Bunu Mehmet S. Aydın bey de tercüme ediyordu.
Hz.
Ömer’in yaptığında da hiç mahzur yoktur. Tabiatıyla öyledir. Şartların
değişmesi, esas mesele odur. Şartlar değiştiği taktirde, vereceğin
karar gayri adil olursa, Allah adaletsizliği ister mi? Fikrimiz orada
adaleti uygulamaktır. Peygamber (a.s)ın getirdiği bu hukukî ayet
veya hadisler/sünnette değişim meselesi bahis konusu edilmiş de, ama
ibadetle ilgili olarak böyle bir ihtimal veyahut olabilirlikten söz
edilmemiştir. Hiçbir zaman mesela, Fazlurrahman'ın namaz, hac
ibadetinde bugünkü şartlara uyduralım diye bir düşünceye sahip olduğunu
görmedim, bilmiyorum. Bugün öğle namazı başka şekilde kılınabilir mi?
Hiçbir müslümanın böyle bir şeyi söyleyebileceğini ben kabul
edemiyorum.
5.
Şimdi birtakım mübarek saydığımız hadiselerin yıldönümlerini kutlama
meselesi ortaya çıkıyor. Bunun Kur'an-ı Kerîm açısından tek örneği
belki kadir gecesidir. Yani, bin aydan hayırlıdır denilen kadir
gecesini Müslüman alemi her sene kutlamaya çalışmış. Bazı günleri ihya
etmeye çalışmışlar. Ama bunun Peygamber efendimizin hayatıyla ilgili
bir aksedişini ben bilmiyorum, görmedim. Mesela, on sene Medine'de
yaşadılar malum, ama hicretin kutlanması diye bir hadise yok
Peygamber'in kendi devrinde. Veyahut bir Bedir gazasının kutlanması
diye bir hadise ben bilmiyorum. Günümüzden daha önce, beylikler
devrinde, Selçuklular döneminden önce Araplar'da kutlanma hadiseleri
var. Peygamber'in naatları yazılmış, o naatların okunması merasimleri
filan var. Aynı günü sabitleştirememişler, gün değişip duruyor. Ama
biz bir mevlit, Rasûlullah'ın mevlidini çıkardıysak, o mevlidin
okunacağı günleri de tesbit etme ihtiyacını duymuşuz. Birtakım
kandiller yapmışız. Bunların ve gecelerin, kadir gecesinin dışında
hemen hemen hiçbirinin sağlam bir kaynağı yok. Müslümanlar ihtiyaç
duymuşlar, birtakım vesileler icad etmişler; dünya hayatına fazla
dalmış Müslüman toplumları biraz daha ibadete çekebilmek için o
vesileleri kullanmışlar. Masumane gibi görünüyor. Aslında fazla da bir
zararı yoktur, ama iyi değerlendirmek şartıyla. Bizim
Türkiyemizde, ben çocukluğumdan biliyorum, radyolarımızda Allah demek
filan yasaktı. Matbuatımızda Allah diyenleri cezalandırıyorlardı. Ama
Demokratlar'ın iktidara geldiği tarihten sonradır ki, Türkiye'de mevlid
nakli başladı. Radyoda ilk mevlid nakli Demokratlar'ın 1950'den sonraki
iktidarlarında başlamıştır. Başka kimselerin namına mevlid filan
okunmuyordu hiçbir zaman ve hiçbir yerde. Bunları bilmeyen kimseler
zannederler ki, eskiden beri bu böyleydi. Yoktu öyle bir şey. Ezanı
değiştirmiş bir devri yaşadık. Ben şahsen, hem kendim, hem de biraderim
[Ahmet Hatipoğlu], "tanrı uludur" diye çok ezan okuduk. Bunları gençler
bilmezler. Ezanı Arapça okursan, hapishane idi yolun. Demokratlar
geldi, hani bugün onları itham ederler ya, ezanı Arapçalaştırdı diye.
Hayır, Demokratlar ezanı Arapçalaştırmadı, serbest bıraktı. İsteyen
Arapça okuyacaktı, isteyen Türkçe okuyacaktı. Ama hiç kimse Türkçe
okumadı. Bu böyle oldu. Ama aynı adamlar kendileri camiye mi gittiler?
Hayır. Demokratlar'ın en büyüklerinin hiç cami ile filan alakası yoktu. Şimdi
globalleşme denilen hadise var ya, artık dünya küçüldü, internet v.s.
Amerika'da ne oluyorsa biz bugün biliyoruz. Öyle olunca adamlar
dünyanın idaresine şimdi sahip çıktılar. Dünyayı idare eden kuvvetler
İslam dünyasının dışındadır. Böyle olunca, kendisinin kafasını
ağrıtmayacak bir şekilde dünyayı idare etmek istiyorlar, Müslüman
dünyasını da idare etmek istiyorlar. Kendilerinin emrini tutmayan
adamların kafasına bomba yağdırıyorlar bugün. Böyle bir durumda adam
nasıl bir İslam dünyası bekliyor karşısında? Suya sabuna dokunmayan,
namazında abdestinde bir Müslüman olarak İslam toplumunu görürse,
bundan kendileri memnun olacaklar. Kendilerinin petrollerini temin et,
doğalgazını temin et, seni sömürsün, Peygamber de gül olsun,
Peygamberin'le yaşa!
Bizim
Peygamberimiz'in, dünyevi rol katkısı bakımından 'Hz. İsa' ile hiçbir
alakası yok. Peki de o zaman müslümana düşen vazife nedir? Senin
Peygamber'in nedir? Peygamber'in şahsiyeti nedir? Peygamber seni ne
gibi bir İslam ümmetinin ferdi yapmak itiyor? Bunları bilmek lazım.
Bunların da tesbiti, her zaman söylüyorum, -çıkmaz sokağa saptırıyorsun
bizi denmezse-, muazzam İslam kültürünün ayıklanmasından geçiyor. Bunu
yapmadığımız taktirde, adam bir evliya kitabı çekiyor oradan,
zannediyor ki Peygamber budur. En büyük hatamız budur. İslamların henüz
İslam şahsiyetiyle temsil edilebileceği bir devre ulaşmış olduğunu
söyleyemiyoruz maalesef. Şia dünyasıyla aramızda kültürel kopukluk var
asırlardan beri. "Peygamber nasıl anlaşılabilir?" yoluna (ikinci
merhaleye) girince, burada çuvallıyoruz. En zorlu yol orasıdır. Biz
Peygamber'i bu külliyatla öğreneceğiz. Bu külliyat her insanın, her
alimin, her yazan adamın kendi kültürüne göre şekillenmiş. Adam kendi
kültürüne göre anlatmış. Birbirinden farklı onlar da. İbni Teymiyye'nin
anlattığı Peygamber farklı, İbni Hazm'ın anlattığı Peygamber farklı, Şia'nın anlattığı Peygamber farklı.
"El-İslam
ya'lâ ve lâ yû'lâ aleyh" diyoruz ya. Eğer bu doğru saydığımız fikirler
yaygınlaştırılabilirse, o zaman doğruya doğru gitme imkanımız doğar.
Eğer bu fikirler yayılmazsa, bu fikirler bilinmezse, herkes
İslamiyet'i, okuduğu küçük bir risaleden ibaret sayar. Onun için gelip
gelip mesele maarif meselesine, öğretim meselesine, bilgi meselesine
dayanıyor.
Anlayış
bozukluğuna düşmemek gerekiyor. Zuheyli niye Peygamber Efendimizin
kazurâlını temiz sayıyor? Bu kadar okumuş üflemiş bir adam. Bu
enteresan bir misaldir. Bu zatta Peygamber aşkının psikolojik bir
tezâhürü var. Ama bu lâfı ben söylemiyorum bakın, ben de Peygamber
aşkıyla yanan bir adamım. Bütün ömrüm onlarla geçiyor, niye ben
söylemiyorum da onlar söylüyor? İkimiz arasında anlayış farkı var.
Psikolojik davranış farkı var. Adam hakikati farklı görmek istiyor.
"Peygamber benim gibi olamaz" diyor. O bakımdan 'hasta' o adamlar, hani
'psikolojik' dedim ya. 'Peygamber hastası' diyorum ben bunlara.
Hastalıktır, hiçbir değeri yoktur.
6. Birinci ve ikinci soruların cevapları içerisinde bu sorunun cevabı da verilmiştir. ( www.iktibas.info’dan iktibas’tır.)
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|