Dile gel de, yerle bir olmuş halini görünce; "Allah böyle ölü bir haldeyken burada hayatı nasıl canlandıracak?"(02/259) diye soranlara, bu zamana kadar kaç kere öldün ve sonra bir buğday başağı gibi kaç kere tekrar dirildin anlat hadi…
Trablusgarp’ın üzerinde dolaşan ölüm bulutları dile gelsin de, acımasız çizmelerin ezdiği o esir toprakları üzerinde hürriyetsiz geçen günlerin kahrolası sızısından bahsetsinler bize.
Kalküta’nın çöken köprüleri dile gelsin…Hani köprü civarındaki o metruk evler içerisine sığınmaya çalışan ihtilalci gençler dile gelsin ve kansız kalmış birer köpekbalığını andıran Britanya polisinin üzerilerine yağdırdığı kurşunların izlerini göstersinler bize…
Kamboçya’nın toprağa küsen çiçekleri dile gelsin…
Cezayir’in meydanlarına kurulan idam sehpaları dile gelsin…Beyaz adamlar sokaklarında avlanırken, uykularından uyandırılan çocukların yarım kalmış rüyalarını anlatsınlar bize…
Hiroşima’nın, Vietnam’ın insansız kalan mahalleleri dile gelsin…
Urfa’nın, Maraş’ın, Bosna’nın yıkılan minareleri, Kabil’in, Bağdat’ın Beyrut’un cemaatsiz kalan camileri dile gelsin …
Gazze dile gelsin…
Bıçaklar, kılıçlar, mızraklar, tabancalar, tüfekler, tanklar, roketler, savaş uçakları dile gelsin…
Ve birbirinden farklı milyonlarca mezar taşı dile gelsin… İçlerinde hayatın söndüğü tüm evler ve yakılmış onca kitap dile gelsin, alevler arasında kalmış o hayatları, o satırları fısıldasınlar kulağımıza…Cevapsız kalan, sahibine ulaşmayan tüm mektuplar, yıkılan tüm telgraf direkleri dile gelsin.
Dile gel ey şehir…
"Allah böyle ölü bir haldeyken burada hayatı nasıl canlandıracak?", diye sana soranlara, Allah’ın şimdiye nice ölü şehri, nice yıkılmış-yakılmış beldeyi, nasıl da tekrar yaşama döndürdüğünden bahset.
***
Ölümden sonra yaşamın ne olduğunu anlamak için, viran edilmiş şehirlerin, beldelerin zaman içerisinde nasıl da tekrar dirildiğine bakın…
Bizler bitmiş bir filmin gözü yaşlı seyircileri değiliz… Zira bir zamanlar üzerinde taş üstünde taş kalmamış ve adeta birer hayalet şehir haline olan yerlerin tekrar canlandığını görebiliyoruz.
Nice kahramanları toz gibi yutan tarih içerisinde pek çok milletin defalarca ölüp ölüp dirildiği biliyoruz lakin bir zamanlar üzerinde ölüm bulutları gezen, toprağı çürümeye yüz tutmuş cesetlerle dolu olan her yerde bir süre sonra hayatın normal seyrine döndüğünü görüyoruz.
Bir zamanlar üzerine ölü toprağı serpilmiş olan tüm canlılar, savaşlar veyahut doğal afetler neticesinde yıkılmış olan her şey, bir süre sonra tekrar canlanarak, inşa olunmadı mı?
Gidin bugün Trablusgarp’a…Sokaklarında cıvıl cıvıl gezen insanlar göreceksiniz…
Kalküta’nın çöken tüm köprüleri onarıldı…
Kamboçya dağları taze bahar çiçekleri açmaya hazırlanıyor…
Cezayir’in meydanlarına kurulan idam sehpalarının yerinde yeller esiyor…
Hiroşima veyahut Vietnam sokaklarında kalabalıktan adım atacak yer yok…
Urfa’nın, Maraş, Bosna’nın bir zamanlar yıkılan minarelerinden bugün 5 vakit ezan okunmaya devam ediyor…
Kabil, Bağdat veyahut Beyrut’da camiler yine dolmaya başladı…
Bu, yeniden yaratılış (halk-i cedid) yani birbirinin içinden yarılarak, meydana gelmenin ta kendisi işte…
Ve Gazze de böyle olacak
Gazze de, tüm diğer viran edilmiş şehirler gibi tekrar ayağa kalkacak. Köprüleri onarılacak, minareleri tamir edilecek, camileri yine dolmaya başlayacak ve sokakları etrafta cıvıl cıvıl gezen insanlarla dolacak.
İşte ölümden sonra hayat tarih-tabiat ve toplum üzerinde böyle tezahür eder…
Ve bu muazzam diyalektik, ölümden sonra hayatın inkarını da olanaksız kılar, öyle değil mi ?
Peren BİRSAYGILI