muhiddin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 temmuz 2006 Yer: ABD Gönderilenler: 266
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Evrenin ve
İnsanın Evrimi
Evrim ve
tekâmül kelimeleri aynı anlamdadır ve evolution karşılığıdır. Ben, tamâmen
kişisel bir tercih olarak, her iki terimi de seviyor ve birbirinin eş anlamlısı
olarak kullanıyorum. Pozitif bilimsel birikimlerin ışığında, adına ister Büyük
Patlama (Big Bang), ister Yaratılış, ister Genesis ister başka şey densin, bir
“ilk andan” ve ondan sonra meydana gelen “ilerleyişten” inanarak bahsetmek için
elimizde yeterince delil mevcuttur. Bu ilk patlamadan sonra her şey dağılıp
gideceğine, bir araya gelerek tekâmül sürecini başlatmış, subatomik
parçacıklardan galaksilere, cansızlardan canlılara sürekli bir ilerleme olmuştur.
Bu tekâmülün, gelişmenin canlılar âleminde de sürmemesi için hiç bir sebep
yoktur ve, nitekim, aynen de öyle olduğuna dâir muazzam sayıda pozitif bilimsel
gözlem, araştırma, bulgu mevcuttur. Bu âşikâr gerçeklere rağmen bir kısım din
âlimleriyle bilim adamları arasında uzun zamandır süren, göz ardı edilemeyecek
bir kavga yaşanmaktadır. Atın ağzında kaç diş olduğunu İncil’i tefsir ederek
hesaplamaya çalışan din adamları arasından çıkan genç bir piskoposun, “bir at
bulsak da ağzını açıp saysak” dediği için afaroz edilmesinin benzeri bir ufuk
darlığı hâlâ pek çok kişinin zihnini karartmaktadır. Aslında kavganın biri
emprik, diğeri psikolojik iki sebebi olduğu söylenebilir:
1)Kendisi
esâsen bir papaz olan C. Darwin’in bu işlerin tesadüfen geliştiğini söyleyerek,
her türlü ilâhî müdahale fikrine kapıyı tâ baştan kapamış olması,
2)Özellikle
semavî dinlerde yaratılmışların en şereflisi, Tanrı’nın sevgilisi gibi
sıfatlarla anılan insanoğlunun antroposentrik tutumu sebebiyle, amip, ayı, inek
ve -hele nedense buna pek bir kızılıyor, belki de gerçekten bize çok
benzedikleri için- maymunlarla akraba olduğunu kabûl etmeyi hiç mi hiç içine
sindirememesi! İnsanlarla maymunların arasındaki evrimsel bağlantıyı
"insan maymundan gelmektedir" şeklinde ifâde etmek yanlış olacaktır.
Evet,
bizlerin en yakın akrabaları maymunlar ama sâdece ve sâdece onlarla aynı
filumdan geliyoruz ve, pek muhtemelen, yarasaya veya fareye benzeyen ortak bir
atamız var; Lumley Woodyear'ın deyişiyle “İnsandaki gelişmeyi maymunlarda da
görüyoruz; onlarda da bir evrim ve gelişme var. İnsanın atası maymun değil ama
bizlerle akraba, hattâ amcazâde olduklarını söyleyebiliriz”. Gerek müslüman,
gerek hristiyan gerekse diğer dinlerden pek çok müfessirin, düşünürün,
mutasavvıfın ve mistiklerin evrimi kabûl, hattâ ilân eden ifâdelerin kutsal
kitaplarda da yer aldığını söylediklerini görüyoruz. Son zamanlarda, bir dönem
için Avrupa insanını inim inim inleten Ortaçağ taassubunun baş mimarı Katolik
Kilisesi’nin dahi bu konuda geri adım attığını tebessümle müşahade ettik. Demek
ki, hâlâ sekter bir şekilde kutuplaşmayı sürdürenleri bir tarafa bırakacak
olursak, dinlerle müspet ilim bu konuda ters düşmüyorlar. Zâten, sırf dinî
konular değil, ideolojik, felsefî her şey için söz konusu olan, kendisi gibi
düşünmeyeni en azından aşağılayan -mümkünse mahvetmeyi tercih eden-, adına
yobazlık denen illet olmasa, bu iki müessese aslâ ters düşmeyecekleri gibi,
birbirlerini tamamlayıcı ve teşvik edici bile olabileceklerdir. Tarih, her iki
ucun da ibret verici örnekleriyle doludur. Teist bir sinirbilimci olan büyük
bilim adamı Eccles ile, agnostik bir filozof olan ünlü Popper’in unutulmayacak
seviye ve kalitedeki tartışmaları bunun en güzel örneklerinden birini
oluşturmaktadır; yalnız, bu iki büyük düşünce adamının da ortak bir yönleri
vardı: İkisi de âşikâr bir gerçek olarak karşımızda duran tekâmülü kabûl
ediyorlardı.
Hâl böyle olunca, sorunun şekli de, mâhiyeti de değişiyor: “Evrim var olmasına
var da, bunu Allah (Tanrı, God, Yahova, Ulu Yaratıcı, Evrenin Ulu Mimarı veya
istediğiniz herhangi başka bir isim de kullanılabilir) dediğimiz ilâhî bir
kudret mi yönetiyor, yaksa her şey olacağına varacak şekilde kendiliğinden mi
gelişiyor?”. Yâni bir finalite (gâiyet), hattâ teleoloji mi söz konusu, yoksa
sdece determinist, materyalist ve kozal (illî) bir perspektifle, kör
tesadüflerin sonucunda mı hep ileriye doğru bir gidiş var? İsteyen istediğine
inanabilir! Ama, ortada evrim denen bir vâkıa var ve, bilim adamına düşen görev
de, inancı veya ideolojik tercihi ne olursa olsun, bu hâdisenin tabiî
mekanizmalarını, işleyiş prensiplerini ve sonuçlarını gene müspet ilimle,
ayakları bu dünyanın ölçülüp biçilebilir realitesinden kopmadan incelemek,
araştırmaktır.
Büyük
Patlama’nın yaklaşık 15 milyar sene kadar önce meydana geldiği hesaplanmaktadır.
Bu rakamı 13 ile 18 arasında ifâde eden araştırıcılar arasındaki bu ufak (!)
hesap farklılıklarının sebebi, evrenin gittikçe genişlediği ve daha uzak gök
cisimlerinin daha yüksek hızla birbirlerinden uzaklaştığının yanısıra, Büyük
Patlama’nın en önemli delili kabûl edilen fon gürültüsüne (uzayın her
tarafından eşit olarak gelen bir parazit) dayanarak, Hubble sâbitinin değeri
konusunda henüz tam bir fikir birliğine varılamamış olmasıdır. Bu uzaklaşma
bizim gözlemleyebildiğimiz evrenin sınırlarında ışık hızına yakındır. Büyük
Patlama’nın her yönden eşit olarak algılanan “fosili” olan bu fon paraziti
sâdece 2.7 Kelvin sıcaklığındadır. Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson ve Arno
1965’de ilk ölçümleri yaparken, önceleri bu “parazitin” âletlerinin üzerine düşen
güvercin pisliklerinden kaynaklandığını zannetmişlerdi! İlk patlayan şeyin ne
olduğu konusunda muhtelif kozmolojik teoriler mevcuttur; fizik bilgini Alan
Guth “bütün evren kararsız bir enerji alanının bir kuantum-mekanik çalkalanması
sonucunda meydana gelmiştir” diyerek Big Bang’i izaha çalışmıştır. Bu karmaşık
bilimsel ifâdenin günlük lisana tercümesi, maddesiz saf enerjinin bir varoluşa
sahip olmadığı hatırlanacak olursa, “her şey hiçlikten meydana geldi”
şeklindedir. Bilim tarihinin klâsik cilvelerinden biri olarak kaydedelim, Bir
papaz olan George-Henri Le-maitre 1920’lerde ve, daha sonraları, 1940’larda
ünlü fizikçi George Gamow ilk olarak Big Bang fikrini öne sürdüklerinde bilim
dünyası gülüp geçmişti! Bilebildiğimiz evrenin büyüklüğünü dahi zihnimizde
canlandırmamız âdeta imkânsız olmakla beraber, bir fikir verebilmek için şu
örneği verelim: Eğer ışık hızıyla giden bir taksiye binseydik, bir uçtan
öbürüne ancak otuz milyar senede varabilirdik! Bütün bilimsel bulgular Büyük
Patlama’nın lehine olduğu için, bu teori a fortiori bir özellik kazanmıştır.
Materyalist yaklaşımı korumak ve Büyük Patlama fikrinin dinlerle bilimin
buluşması anlamına gelebileceği kaygısıyla, yaratılış kavramını silmek için
ortaya atılmış Durağan Hâl Teorisi (Steady State Theory) ise evrenin ezelden
beri böyle olduğunu, birbirlerinden uzaklaşan ve kaybolur gibi görünen maddenin
yerine sürekli olarak yeni maddenin “oluştuğunu” iddia etmektedir. Büyük
Patlama’nın kalıntısı olan fon gürültüsünün ve mütemadî genişleme uzaklaşmanın
keşfiyle, bu teorinin pek prestiji kalmamış durumdadır.
Büyük Patlama’dan hemen sonraki ilk anlarda neyin nasıl olduğuna dâir kesin
bilgilerimiz yok fakat oldukça güvenilir bilimsel kestirmeler mevcut. Büyük
Patlama’dan 10-36 saniye sonra (saniyenin milyonda milyonda milyonda milyonda
milyonda milyonda biri) evren bir bezelye cesametindeydi ve sıcaklığı 1015 (10
milyar milyon milyon) santigrat dereceydi. 1/100 saniye sonra evrenin sıcaklığı
yüz milyar santigrat civarındaydı. Bu sıcaklıkta madde plazma hâlindeydi ve
atomlar oluşmamıştı. 1/10 saniye sonra sıcaklık otuz milyar, 1 saniye sonunda
on milyar, 14 saniye sonra da üç milyar dereceye indi. İlk üç dakikanın sonunda
ise bu rakam bir milyar dereceydi. Soğumayla beraber elektron, pozitron,
nötrino ve foton gibi parçacıkların oranları, yapım ve yıkım sür’atleri de
değişti. Soğuma ve genişleme sürdükçe, birkaç yüz bin sene zarfında
elektronlarla çekirdekler birleşerek hidrojen ve helyum meydana geldi. Zamanla
daha büyük atomlar, moleküller, uzay cisimleri ve galaksiler, güneşler,
gezegenler oluştu. Büyük Patlama’dan sâdece 2 milyar sene sonra dahi
galaksilerin oluştuğunu biliyoruz. Evrendeki güçler elektromanyetik güç, zayıf
nükleer güç, kuvvetli nükleer güç, çekim gücü gibi tiplere bölündü ama aslında
hepsi aynı gücün yansımaları olmalıydı. Kayıp madde, antimadde, karadelikler
gibi oluşumların varlığı sonraları keşfedildi. Kaotik gibi görünen bu
gelişmelerin müthiş bir kozmik bütünlük içerisinde seyrettiği inkâr edilemez
bir manzara arz etmektedir. Gerek cansızlar gerekse canlılar âleminde tekâmülün
tipik hususiyetleri şöyle özetlenebilir:
a)Evrim,
daimâ, daha basitten daha karmaşığa doğru olmuştur;
b)Evrim,
daimâ, muhafazası daha kolay olandan daha zor olana doğru olmuştur;
c)Evrim,
daimâ, ihtiyacı kalmayan ögelerini bertaraf edip, gerekli olan ögelerini
inkişaf ettirerek cereyan etmiştir;
d)Sonuç
olarak evrim, daimâ, daha sofistike ve frajil sistemlerin gelişmesi yönünde
gerçekleşmiştir.
Halbuki,
entropi kanunu muvacehesinde olaya bakarsak, bunun tam aksinin cereyan etmesi,
her şeyin dağılıp gitmesi gerekirdi! Neden öyle olmadı?
Güneş sistemi ve dünya yaklaşık 4.6 milyar sene kadar önce oluştu. En eski
kayalar 3.8 milyar sene önce teşekkül etti. Prekambrian Çağ jeolojik tarihin
ilk 4 milyar senesini (%85’ini) oluşturur. Paleozoik Çağ 600 ilâ 225 milyon yıl
öncesine kadar sürmüştür ve jeolojik zamanın %10’unu oluşturur. Mezozoik Çağ
225 ilâ 65 milyon yıl öncesine verilen isimdir ve %4’lük kısmı kapsar. Hâlen
içerisinde yaşadığımız Senozoik Çağ ise son 65 milyon seneye verilen isimdir,
%1.5’luk kısmı kapsar ve hakkında en çok şey bildiğimiz dönemdir. İlk
canlıların 4 milyar sene kadar önce ortaya çıktıkları tahmin edilmektedir. En
tipik ve ortak evrim merkezî sinir sisteminde cereyan ettiği için, bu sistemin
gelişimi rehber alınacaktır. Canlılar âleminde aynı evrimsel koldan gelen
gruplara, benzer genetik özelliklere (DNA yapısına) sahip olan ve evrimsel
açıdan akraba olan türlerin içerisinde bulunduğu evrimsel kollara filum
(phylum) denir. Birkaç tip evrimin iç içe cereyan ettiği yazılır:
1.Filetik evrim: Yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açan evrim. Fosillerde
doğrudan gözlemlenebilen evrim budur. Bir popülasyon içerisindeki genetik
çeşitlilik ne kadar fazlaysa, evrimleşme ihtimali de o kadar artmaktadır çünkü,
“hayırlı” mutasyon ve eşleşmelerin gerçekleşmesi ihtimali, “genetik havuzun”
genişlemesiyle, daha da yükselmektedir.
2.Mozaik evrim: Tür içerisinde dış görünüşün değişmesi, meselâ bedenin belli
bir bölgesinin zamanla adaptif değişimlere uğraması ve bunun sonraki nesillere
aktarılması. Kedigillerin muazzam sayıdaki alt türlerinde bunun örneklerini
görmek mümkündür.
3.Fenetik
evrim: Türün ortamdaki özelliklere intıbak etmesi çabası içerisinde ortaya
çıkan veya tabiî etkilerin yarattığı evrim. Meselâ, Bergmann Kuralı’na göre
politipik sıcakkanlı türlerde alt türlerin vücut cesametleri habitatın
soğumasıyla artar (kutup balinalarını düşününüz); kezâ Allen Kuralı’na göre,
sıcakkanlı türlerde habitatın ısısı yükseldikçe kulaklar, kuyruk gibi
uzantı-organların cesametinde artma olur (filleri düşününüz).
4.Tedricî
ve nokta nokta evrim: Fenetik evrimin daha seçici ve özel şartlar altında
oluşanıdır. Bâzı anîden ortaya çıkıp kaybolan türlerin böyle oluş
mekanizmalarını ifâde eder. Bâzı “yaşayan fosiller” buna istisna teşkil
etmektedir: Lingula kabuklusu ismindeki bir kafadanbacaklı cinsinin yaklaşık
450 milyon senedir hayatını sürdürdüğü bilinmektedir. Bir sürüngen olan
tuatara’nın da (sphenodon punctatus) takrîben 200 milyon senedir pek az
şekilsel değişikliğe uğrayarak hayatını idame etirdiği bilinmektedir. Mavi ve
yeşil algler ise dünyanın en eski yaşayan organizmaları olarak tâ Prekambrian
Çağı’ndan beri denizleri süslemeye devam etmektedirler.
EVRİMDE ÖNEMLİ
BASAMAKLAR
MERKEZÎ SİNİR SİSTEMİNİN EVRİMİ
Dünyanın
oluşmasından yarım milyar yıl kadar sonra, günümüzden yaklaşık 4 milyar yıl
kadar önce, kabuk tabakasındaki ilkel okyanusların tuzlu sularında ilk organik
moleküllerin gelişip bir nev’î zarla çevrelenecek şekilde bir araya geldikleri
ve, bu sûretle oluşturdukları kozervat denen canlılık öncesi oluşumlardan da,
ilk tek hücreli canlıların ortaya çıktıkları düşünülmektedir. Bu moleküllerin
ortamdaki çeşitli gazların ve diğer kimyasal maddelerin ısı ve ışık enerjisinin
etkisiyle oluştuğu fikrinin yanı sıra, panspermi diye adlandırılan, uzaydan bir
göktaşı veya benzeri gök cismi üzerinde taşınarak gelmiş olabileceğini de iddia
edenler mevcuttur. Eğer böyleyse bile, menşeini aldığı yerde de benzer bir
süreç yaşanmış olsa gerekir. Bunların tek çizgili bir DNA’ya sâhip oldukları ve
basit, iptidaî bir fotosentez mekanizması sâyesinde ultravioleden ve diğer
dalgaboylarındaki ışığın öldürücü etkilerinden kurtuldukları zannediliyor. Bu
yarı-geçirgen ve küçük delikçikler ihtiva eden zarın, dış ortamın çok zehirli
ve yıpratıcı vasfından dolayı, mikroorganizmanın iç dengesini koruyabilmek için
geliştiği, bir yandan da çevredeki diğer organizmalar tarafından salgılanan
çeşitli maddelerle selektif bir temas kurulmasını sağladığı, bu sâyede de ilk
organik bilgi alışverişinin başladığı tahmin edilmektedir.
Zamanla,
gerek korunma gâyesiyle, gerekse çeşitli vital fonksiyonların sürdürülmesinde
işbirliğinin hayatta kalmayı kolaylaştırmasının sonucunda, bu organizmalar
kolonileşmeye başladılar; bu gelişmenin 3.5 milyar sene kadar önce gerçekleştiği
düşünülmektedir. Çeşitli fosil incelemelerinde, bu tek hücreli organizmaların
stromatolitler ismi verilen büyük yığınlar hâlinde kule gibi tabakalar
oluşturdukları tesbit edilmiştir. Hücreler arası bağlantı ve çekimin
yürütülmesi ve çevreyle olan alışveriş başlıca üç yolla olmaktaydı: Kimyasal
maddeler, vib-rasyon ve basınç gibi fiziksel etkileşimler ve radyasyonun (ısı,
ışık vs.) algılanması. İşte, zamanla hücrelerin zarlarında bu modaliteleri
algılayacak özel yapılar gelişmeye başladı ki, bunlara reseptör denir.
Mikroskopik plândaki bu evrim makroskopik olarak da cereyan etti. Denizlerin
zarif süslerini oluşturan mercanların adaleyle nöron (sinir hücresi) arasında
bir hücre yapılarının ve çeşitli reseptörlerinin olmasının yanı sıra, koloni
hâlinde yaşamaları, evrimin her plânda devamlılık arz ettiğinin muhteşem bir
numûnesidir.
İlk tek
hücreli prokaryositler (çekirdeği blunmayan ilkel hücreler) basitçe kendi
DNA’larının kopyalarını imâl ederek çoğalıyorlardı. Dünya tarihinin ilk 1
milyar senesi boyunca atmosferin metan, amonyak ve karbon dioksidden ibâret
olduğuna, oksijenin ya hiç mevcut olmadığına ya da çok az bulunduğuna işâret
eden pek çok bulgu mevcuttur. Muhtemelen bu canlılar oksijeni bir artık madde
olarak çevreye yayıyorlardı ve benzer canlılar hâlâ denizleri süslemekte, O2
istihsâl etmektedirler. Denizlerde ortaya çıkan bu O2 atmosfere yayıldıkça,
güneş kaynaklı radyasyonun etkisi sonucunda meydana gelen fotoşimik
reaksiyonlarla ozon (O3) meydana geldi ve günümüzde bâzı kimyasal maddeler sebebiyle
zarara uğrayan ve öldürücü ışınlara karşı tabiî bir kalkan vazifesi gören ozon
tabakası tâ o dönemlerde, yüzmilyonlarca yıl zarfında oluştu. Bu sâyede hayat
denizlerin daha üst tabakalarına tırmanabildi, sonunda da denizlerden çıkabilip
çeşitlenebildi, O2’ye bağlı hayat formuna geçilebildi. Yaklaşık 3 milyar sene
içinde, O2 soluyan ve artık madde olarak CO2 salıveren canlılarla, bunun tam
tersini yapanlar arasında dinamik bir denge kuruldu; bu temel biyokimyasal
işlemle hayatını sürdüren hayvanlar ve bitkiler gelişip bollaştılar ve
gezegenimizin hâkimiyetini ellerine geçirdiler. Ara formlar hâlâ hayatlarını
sürdürmektedirler. Tek hücreli bâzı canlılar ortamda yeterince besin
bulunduğunda hayvan gibi davranarak onları “yemekte”, bulunmadığında ise bitki gibi
davranarak fotosentez yoluyla enerji istihsâl etmeye başlamaktadırlar. Kuraklık
dönemlerinde akciğerimsi organlarını, sular bollaştığında süzgeçlerini
kullanarak hayatlarını sürdüren akciğerli nehir balıkları da evrimsel ara
türlere ve canlıların muazzam adaptasyon kaâbiliyetine basit birer örnek teşkil
eder. Bilinen en mütekâmil hücre türü olan nöronun ortaya çıkabilmesi için
elzem olan bol oksijenli ve glükozlu ortamın gelişebilmesi için üç milyardan
fazla sene gerekti.
700
milyon sene önce süngerler evrimleşti ve 50 milyon sene zarfında da (650 milyon
sene kadar önce) nöron ortaya çıktı. Düz solucanlarda ilkel fotosesitivite, 600
milyon sene önce de ilkel beyinler gibi fonksiyon gösteren gangliyonlar ve
yumuşak vücutlu omurgalılar gelişti. 500 milyon sene önce ilk omurgalılar,
zırhlı balıklar ve ilkel beyin lobları gelişti. İlkel beyin diyebileceğimiz
talamus da 500 milyon sene önce evrimleşti. 460 milyon sene önce ilk kara
hayvanları zuhur etti, 420 milyon sene önce de karalarda bitkiler bollaştı. Evrim
ilerledikçe heyecanî, mistik ve artistik her türlü uç yaşantıların âdeta
merkezi olacak amigdala denen beyin çekirdeğinin bu dönemde ortaya çıktığını
görüyoruz. 175 milyon sene önce dinazorlardan kuşlar evrimleşti (dinazorlar,
muhtemelen, 65 milyon sene önce Meksika Körfezi yakınına düşen bir meteorun yol
açtığı buz çağı sebebiyle tarih sahnesinden silindiler). 150 milyon sene önce
ilk memeliler ortaya çıktı, beraberlerinde beynin en mütekâmil tabakası olan
neokorteksi de getirdiler. 100 ilâ 70 milyon sene önce ilk primatlar tekâmül
etti. 50 milyon sene önce oksipital ve temporal loblar müthiş gelişme gösterdi.
Bizim de atamız olan ilk protoprimatlar 45-50 milyon sene önce zuhur etti ve
böcek yiyen, fareye benzer yaratıklardı. 40 milyon sene önce Afrika’da ilk
maymunlar ortaya çıktı ve ağaçlardan karalara inip yaşamaya intıbak
gerçekleşti. 5-10 milyon sene önce hominidler (insanımsılar) tekâmül etti.
Afrika'da, yakla-şık 2.5 milyon sene önce dik olarak ayakta duran ve âlet
kullanan insanımsıların bulunduğuna delâlet eden kalıntılar bulunmuştur ve bu
hominidin 1.5 milyon yıl boyunca Afrika'dan ayrılmamış olduğu tahmin
edilmektedir. Gürcistan'da 1.8 milyon, İspanya'da 1 milyon, Almanya'da 600 bin
sene öncesine âit insanımsı kalıntıları bulunmuştur. Bunların kemik, kafatası
ve çene yapıları da farklıdır. Zamanla insanın kafatasının yapısı beyzbol
topuna benzemek-ten çıkıp futbol topununkine benzemiştir. 3-5 milyon sene önce
Australopithecus türleri dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıktılar. 2-3
milyon sene önce homo habilis (elli adam) evrimleşti, homo erek-tus (ayakta
duran adam) ve Cromagnon adamlarında başparmak iyice tekâmül etti. Homo erektus
Afrika ve Avrasya’da 300 bin sene öncesine kadar yaşamıştır, bu türün tâ 500
bin sene önce ateşi kullanmayı keşfettiği, kozmetik ve artistik amaçlı madde
kullanımını gerçekleştirdiği bilinmektedir. 200 bin sene önce homo sapiens
(farkında olan adam) evrimleşti, homo sapiens sapiens (farkında olduğunu
farkında olan adam) ise 50 ilâ 40 bin sene önce evrimleşti. 34-30 bin sene
kadar önce CroMagnon ve Neanderthals adamları iyice gelişti, 25 bin sene kadar
önce frontal lob (beynin alın kısmı) bu günkü hâline doğru tekâmül etti.
Amip gibi
tek hücreli, basit canlılarda uyaranlara tepki verme, tehlikeden kaçıp gıdâya
yanaşma, bunları yapmak için karar verme yeteneğinin bulunduğunu biliyoruz. Bu
bakımdan, bu en iptidaî canlılar da tıpkı bir nöron gibi fonksiyon
gösteriyorlar ama bunu canlının tamamı, çok daha elemanter düzeyde yapıyor.
Aslında, ileride göreceğimiz gibi, nöronlar da beyindeki ilk imâl edilmeleri ve
onu takip eden göçleri esnasında, radial glial rehberlerinin önderliğinde
hareket edebilme yeteneği sergilerler ama sonra bu yeteneklerini kaybederler.
Eğer başka bir sebeple hayatı sona ermezse, amiplerde bizimki gibi bir ölüm de
söz konusu değildir. Kendi DNA’sının bir kopyasını oluşturarak, basitçe ikiye
bölünür ve, cesetsiz bir ölümü müteakip, iki yeni “genç” amip ortaya çıkar.
Evrim ilerledikçe elemanter fonksiyonların daha karmaşık hâl aldıkları, basit
kolonizasyondan çok hücreliler âlemine geçildikten sonra da, bunları yürütmek
üzere bir araya gelmiş hücreler, onların birleşmesinden oluşmuş organlar ve
organlardan oluşmuş birtakım organizmaların ortaya çıktığı görülür. Bu
organizmaların basitçe bölünerek çoğalmaları imkânsız olacağından, zamanla
eşeysel (sexual) üreme gelişir. İlkel canlılarda haber alma, değerlendirme,
karar verme ve icrâ fonksiyonlarını canlının bir anlamda bütününün yaptığını
anlatmıştık.
Evrimleşme
ilerledikçe, tıpkı diğer özelleşmiş organ sistemleri gibi, bu fonksiyonu
üstlenen bir sinir sisteminin geliştiği görülür. Solucanlarda sinir
hücrelerinin gangliyonlar hâlinde toplandıkları, bunların da her birinin
bağımsız karar verme özelliğine sahip olduğunu görürüz; nitekim ilkel bir
solucanı ikiye bölerseniz, gangliyonları zarar görmemişse, iki yeni canlı
solucan bireyi ortaya çıkacaktır. Daha mütekâmil solucanlarda ise kafanın
oluşmaya başladığı dikkati çeker. İşte, bütün diğer organların ve sistemlerin
yöneticisi, en mütekâmil hücre olan nöronlar da ilkel canlılarda gangliyonlar
hâlinde toplanırken, zamanla en üst yönetici kısım baş bölgesinde bir araya
gelerek beyni husûle getirmiştir (ensefalizasyon). Hemen bütün çok hücreli
yaratıkların yeni ortamlara baş bölgelerini sokarak girdikleri bilinir. Çünkü
özellikle fotik ve şimik uyaranları algılayacak algılayıcı hücreler veya
organlar burada toplanmıştır. Zamanla beynin de tekâmül ettiği ve omurilikte iç
kısımda bulunan gri madde en üst tabakayı oluşturarak, bir zar gibi beyni
çevirmeye başlar ve ortaya serebral korteks çıkar (kortikalizasyon). Beyin de
tekâmül edip erken sürüngen beyni, eski memeli beyni aşamalarından geçilmiştir.
Sonunda, en üst memelilerde ve primatlarda bulunan yeni memeli beyni gelişmiş,
korteksin en mütekâmil hâli de insana nasip olmuştur. MacLean en gelişmiş
canlılar olan memelilerin beynini üç tane iç içe geçmiş ama fonksiyonel
devamlılık ve bütünlük arz eden tek bir beyin gibi telâkki ederek buna
"triune" demiş ve evrimdeki ensefalizasyonun aşamalarının en son hâlini
tanımlamıştı: En içte ve ilkel olan sürüngen beyni bazal çekirdekleri ve tâ
sürüngenlik aşamasından kalma yapıları ihtiva eder; günlük rutinlerin,
subrutinlerin ve birtakım prosemantik (prelinguistik) fonksiyonların icrasından
sorumludur. Onun üzerinde eski memeli beyni (limbik veya viseral beyin) bulunur
ve memeli hayatı için elzem olan bakım, annelik ihtimamı ve oyun oynama gibi
sürüngenlerde bulunmayan davranışları düzenler. En evrimleşmiş olarak dıştaki
yeni memeli beyni yer alır ki, hassas duyusal analiz, motor koordinasyon,
hâfıza ve çağrışımların düzenlenmesinin yanısıra, homo sapienste lisan yoluyla
iletişimi düzenler.
Gerek toplam beyin hacmi, gerekse frontal ve temporopariyetal korteksin
kalınlığı insanda en yüksek ölçüdedir. Sıçan beyninden insana doğru
incelendiğinde, biyolojik evrimin inkâr edilemez delillerini görürsünüz. İnsan
beyni, bilinen bütün diğer canlı türlerininkinden daha büyük, daha ağır ve daha
gelişmiştir. Global tekâmülün yanısıra, insan beyninde bâzı bölgelerin çok daha
geliştiği, bâzı bölgelerinin ise gerilediği fark edilir. Zekâ, uzun vâdeli
plânlar için gerekli çağrışımların yapılmasından sorumlu prefrontal korteks
toplam kedi korteksinin sâdece %3.5’unu, maymunlarınkinin %11.5’ini,
insanlarınkinin ise %30 kadarını oluşturur. Buna karşılık, primer görme
korteksi maymunlarda %17, insanlarda sâdece %1.5’lik kısmı kaplar. Bunun
teleolojik izahı çok basittir: Zekâ ve soyut düşünce ile ilgili bölgeler
geliştiği oranda, daha basit ve türün hayatiyetini idâme ettirebilmesi için
elzem fonksiyonların önemi azalmaktadır. Maymunun etrafını çok iyi görebilmesi
avlanma, eşleşme, korunma gibi pek çok fonksiyon açısından çok önemliyken,
insanın telefonla bakkala sipariş vermesi, eşini tanıması ve kendini koruması
için bu derecede gelişmiş görme duyusuna ihtiyacı yoktur. Koku duyusu bir köpek
için vaz geçilmez önem taşır; hele tabiî şartlar altında, koku alamayan bir
köpeğin hayatta kalması mümkün değildir. Bu yüzden de köpeklerin “koku beyni”
insana nispetle müthiş gelişmiştir; halbuki, koku almadan yaşayan milyonlarca
insan mevcuttur.
İnsan türünde tekâmül kültürel açıdan da devam etmektedir. Sürekli olarak
nurtürel ve kültürel girdilerle yüklendiği için, beyinlerimizin organizasyonu
değişmektedir. Son senelerde tesbit edilen ve nöral plastisite denen bir vâkıa
var: Sürekli ve tekrarlayıcı uyaranlar, merkezî sinir sisteminin ve onun
yönettiği bütün organizmanın yapısal özelliklerini, müteakip nesillere
geçebilecek şekilde değiştirebilmektedir.
İnsan
türünde son 250.000 sene zarfında âşikâr bir filetik evrim kaydedilmemiştir.
Ancak ufak ekotipik ve fenetik varyasyonlar olagelmiştir. Bunun, a)sürenin
henüz yeterli olmaması; b)giyinme, barınma gibi asgarî düzeydeki davranışlardan
başlayarak, medeniyetin getirdiği imkânların çevresel stresörleri azaltması gibi
muhtemel sebepleri üzerinde durulmaktadır. Çeşitli ve özellikle de yeni zuhur
eden hastalıklar, çevre kirlenmesi, kalabalıklaşma benzeri sosyal ve fizik
zorlamalar insan türünü de etkilemektedir ve ABO kan gruplarında, orak hücreli
aneminin ortaya çıkışında bunlar gözlenmiştir. Bu ve benzeri fenetik ve mozaik
zorlanmaların eninde sonunda homo sapiens sapiensin de evrimleşmesine yol
açacağına dâir ciddî bilimsel tahminler mevcuttur. Velev ki, çevre kirlenmesine
mâni olmak, tabiatın korunmasına önem vermek, çeşitli hastalıklardan kurtulmak
yolunda kendini aşmaya başlamış olan insanoğlunun bundan sonraki evrimi, pek
muhtemeldir ki, diğer hayvanların mâruz kaldığı banal zorlayıcılardan korunmayı
başardığı için, alışılagelenden farklı cereyan edecektir. Tefekkür etmek
beyindeki frontal ve temporopariyetal bölgeleri, mistik ve artistik yaşantılar
amigdala ve limbik sistemi sürekli olarak tembih etmektedir. Bilimde, her türlü
san’atta sürekli ilerleme içerisinde olan insanoğlunun beyni gelişmeye devam
edecektir. İcat etiğimiz ve her geçen gün bizleri teknik açıdan daha da rahat
hâle getiren âletler sâyesinde ellerimize ve kollarımıza daha az ihtiyaç duyar
olacağız. Kendi genetik yapımızla kendimiz oynayarak, daha “ileri” insan
türlerini kendimizin geliştirmesi, bütün moral ve etik mülâhazalara rağmen,
ş,ddetle muhtemeldir. Muhtemelen bizden daha da “insancıl” olacak müstakbel
torun-türümüzün hem rölatif hem de mutlak anlamda daha büyük beyin (ve kafa)
hacmine, daha küçük bir vücuda ve ekstremitelere sahip olacağı kestirilmektedir.
KAYNAKLAR
Darwin C: The Expression of the Emotions in Man and Animals. Oxford University
Press, 1998
Encyclopedia Britannica CD-ROM 2.0: Britannica Encyclopedia, Inc., 1997
Hoagland MB: Hayatın Kökleri (Güven Ş, çeviren). Tübitak Popüler Bilim
Kitapları 1, TÜBİTAK, Ankara, 1994
Hürriyet Gazetesi Dış Haberler Servisi: 4 milyon yıllık değişim. s. 6, 24 Eylül
1998
Joseph R: Neuropsychiatry, Neuropsychology, and Clinical Neuroscience –
Emotion, Evolution, Language, Memory, Brain Damage, and Abnormal Behavior, 2nd
Edt. 3-70, Williams & Wilkins, USA, 1996
Kuper A: The Chosen Primate – Human Nature and Cultural Diversity. Harvard
University Press, USA, 1994
Kurtén B: Our Earliest Ancestors (Friis EJ, trans.). Columbia University Press,
New York, 1993
Lewin R: Modern İnsanın Kökleri (Özüaydın N, çeviren). Tübitak Popüler Bilim
Kitapları 62, TÜBİTAK, Ankara, 1998
McGuire M, Troisi A: Darwinian Psychiatry. Oxford University Press, New York,
1998
Silk J: Evrenin Kısa Tarihi (Alev M çeviren) Tübitak Popüler Bilim Kitapları
46, TÜBİTAK, Ankara, 1997
Schopf JW: The oldest fossiles and what they mean in (Schopf JW, ed.) Major
Events in the History of Life. New York, Bartlett, 1992
Sproule A: Charles Darwin (Toker A, çeviren). İlkkaynak Kültür ve Sanat Ürünleri,
Ankara, 1996
Swimme B, Berry T: The universe story. San Fransisco, Harper San Fransisco,
1992
The History of the Universe - CD-ROM. Ransom Publishing, UK, 1995
de Waal F: Good Natured - The Origins of Right and Wrong in Humans and Other
Animals, 4th Edt. Harvard University Press, USA, 1996
Wilson EO: Sociobiology - The Abridged Edition 7th Edition. The Belknap Press
of Harvard University Press, USA, 1998
Prof.
Dr. M. Kerem Doksat
Professor of Psychiatry
Istanbul University
Cerrahpaşa Medical Faculty
Department of Psychiatry
Head of the Mood Disorders Unit
__________________ muhiddin
|
muhiddin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 temmuz 2006 Yer: ABD Gönderilenler: 266
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Sn ibrahimim verdiginiz bu linkten iki yeri alintiladim
http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=2351&KW= evrim
70'li yıllarda Süleyman Ateş, eski Diyanet İşleri Başkanı, fakültede bir dergide yazmıştı. Kuran'a dayanarak, yani Mehmet Bayrakdar İslam felsefecilerine, kelamcılara dayanarak söylemişti. Süleyman Ateş tamamen bunların dışında Kuran'a dayanarak, Adem'in yaratılışını konu etti. O, Sünni düşünceye göre "Allah eliyle heykel yaratır gibi Adem'e şekil veriyor, ondan sonra da ona birden bir ruh üflüyor. Ve Adem birden canlanıyor. İnsan haline geliyor" yaklaşımına karşı geleneksel Sünni dini akideyi eleştirdi. Bu yaratmanın böyle olmadığını, Adem'den önce de evrim sürecinin olduğunu; bu evrim sürecindeki insanlaşmayı, insan olma onurunu, insan olma şerefini ve dolayısıyla denenmeye ehliyetli bir hale gelmeyi ifade eden bir aşama, ara durum olduğu tarzında yorum yaptı.
Geleneksel İslam inancı bunları tartışmıyor ama...
Doğru, belli bir kesim tartışmıyor. Onlara göre, inanç olarak, akide olarak, şudur: Allah bir anda yaratmıştır. Evreni yaratmıştır, daha sonra da bunların içerisinde, dünya varlığı içerisinde bu gördüğümüz hayvanları ve insanları yaratmayı istemiştir. Onları yaratmıştır, bu çok fazla tartışılmaz. Tanrı bunu söylüyorsa, buna inanırsın ya da inanmazsın. Müslüman'a düşen inanmaktır. Ama ben diyorum ki, "Bir insanın Tanrı'nın yaratma işinin nasıl olduğunu son derece masum ve naif bir şekilde sorma ve bunun üzerine düşünce üretme hakkı vardır." Bu sorgulamayı Tanrı'ya karşı çıkmak gibi olumsuz yorumlamak doğru değil.
Simdi gunumuzdeki bu tartismalar yeni mi?Bunlar yeni fikirler/bilgiler mi?
Allah(c.c) Insani yeyuzunde,
Nuh 17- "Allah, sizi yerden bir bitki (gibi) bitirdi."
Birtakim asamalardan gecirerek,
Secde 7. Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. 8. sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. 9. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?
En guzel sekilde
Tiyn 4. Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.
Yeryuzunde halife olarak yaratmis,
Bakara 30. Ben, yeryüzünde bir halife kiliciyim"
Ve bu yaratilisi bizden saklamadan,yeryuzunun hem ustunde,hem altinda elini kolunu sallayarak gezen degil, o ise yonelmis olanlari/bakanlari yaratilisa dair bilgilendirmektedir.
Ankebut 20. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın,
Kuani kerim’de genel olarak bizlere bu bilgiler verilmis,bizden yuzyillar once yasamis insanlar yukarida bazilarini zikrettigim ayetlere bakarak insanin yaratilisinin yeryuzunde,asama asama gerceklestigini genel bir bilisle eserlerinde belirtmisler.Yani bu bilgiler yeni degil.(not kisminda ornek verdim)Bugun insanin yaratilis asamalarini/insanin evriminin teferruatlarini bu alanda arastirmasi olan biliminsanlarindan ogrenmeye devam edecegiz.Ben oturdugum yerden ancak bu kadarini soleyebiliyorum.
Not:Naksibendi Seyhi/Hanefi mezhebi Alimlerinden, Nimetullah bin Muhammed Nahcuvani (olum tarihi 1514/kabri aksehirde)( “Vallâhü enbeteküm minel erdı nebâta”(Allah, sizi yerden bir bitki (gibi) bitirdi.) (Nûh, 71/17) - âyet-i kerimesinin tefsîrinde şöyle buyururlar:
“Allah Teâlâ, sizi arzdan (yerden) ibdâî olarak bitirmek (örneksiz, eşsiz meydana getirme) sûretiyle inbât eyledi (bitirdi, yetiştirdi) . Ve sizi envâ’ (çeşitli) ve asnâf (sınıflar) olarak yaptı. Evvelâ nebât cinsinden, sâniyen (ikincisinde) hayvân ve sonra da îmân ve ma’rifete kabil (bilgiyi almaya müsait) insan oluncaya kadar terbiye etti. Ba’dehû (daha sonra) rütbe-i beşeriyyeden (insan derecesinden) , mertebe-i hilâfete (halifelik mertebesine) ve niyâbet-i ilâhiyyeye (ilâhi vekilliğe) irtikanız (yükselmeniz) ve göz görmedik ve kulak işitmedik ve kalb-i beşere hutûr etmedik (insanın hatırına gelmedik) şeye fâiz (başarılı, üstün) olmanız için size tekâlîf-i şâkkayı (eziyetli mükellefiyetleri) teklîf etti.Mesnevi’nin 3. cildinde bu sekilde bilgi mevcuttur.Allah(c.c)’u onlardan razi olsun.
__________________ muhiddin
|