Kur’an’da dünya hayatının fani (Rahman; 55/26), oyun ve eğlenceden
(En’am; 6/36), övünme ve zevklenmeden (Al-i İmran; 3/185) ibaret olduğu türünden
ayetlere bakarak, dünyanın aşağılık, pis ve adi bir yer olduğu sonucunu
çıkarabilir miyiz?
Geçmiş çağlarda yazılmış bir çok dini kitap, bu sonucu çıkarmış olmalı ki
“terk-i dünya” çağrıları ile dolu…
Hatta bu durumu ifade için tek başına “Ehl-i dünya” tabirinin
kullanıldığını görüyoruz. Bu, başlı başına “kötü bir şey” demek
oluyor.
Bu türden dini eserler okuyan birisi, başta Gazzali’nin İhya’sında
olmak üzere, dünya hayatının alabildiğine aşağılanması ve kötülenmesi karşısında
okuduklarından şaşkınlık geçirir ve hatta bunalıma bile girebilir. Çünkü bu
okumalardan sonra artık dünyaya dair ne yapsa “ehl-i dünya olmak” veya
“dünyaya dalmak” olacaktır.
Dünyaya bu türden bir bakış Kur’an’ın “dünya görüşüne” acaba ne derece
uyuyor?
Kur’an gerçekten dünya hayatını aşağılıyor ve “terk-i dünya” çağrısı mı
yapıyor?
***
Müslümanların şu an ki hal-i pür melâlinin (acınası hazin durumunun) nedeni
olarak “dünyevîleşme” tabiri kullanılıyor ki kanaatimce yanlıştır. Çünkü
İslam dünyası dünyevîleştiği için değil; bilakis dünyevîleşemediği için bu
haldedir. Bu nasıl dünyevîleşmek ki kendi dünyasını bile mamur edemiyor. Yabancı
çizmeleri altında eziliyor. Dünyevîleşenin dünyaya hakim olması gerekmez
mi?
Teşhis doğru ama kavramlaştırma yanlış.
Bunun yerine “sürüleşme” denilmelidir.
“İnkarcıların durumu (çoban sesini) ancak bağırtı olarak algılayan
(sürüye) benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onlar akıl tutulması
içindedir.” (Bakara; 2/171)
“Bu tür ayetler inkarcıların Allah’ın ayetleri karşısındaki durumunu
anlatıyor, bizimle ilgili değil” diyerek topu taca atmayın sakın. Her ayeti
üzerimize alınarak okuyacağız, buna alışacağız.
Ya da ben öyle anlamaktayım.
Her kim Allah’ın kavlî (Kur’an) ve kevnî (alem, dünya, tabiat) ayetleri
karşısında sağırlaşıyor, dilsizleşiyor, körleşiyor ve akıl tutulması içine
girerek olup bitene yabancılaşıyorsa sürüleşir. Allah aklını kullanmayanı pislik
içinde bırakır (Yunus; 10/100). Böylelerinden artık sürü kokusu gelir. Müslüman
kafir fark etmez.
Sürüler çobanın bağırmasını anlayamazlar. Çobanın sesine karşı sağır, dilsiz
ve kördürler. Sürü de akıl ve idrak yoktur; sadece gelen sesi uzaklardan gelen
bağırtı olarak algılar. Dünyaya gözünü kapayıp körleşen ahirette de
kördür hatta daha da ziyade (İsra;17/72)…
Demek ki içine düştüğümüz pislik ve zillet, Kur’an’ın tabirleri ile
sağırlaşma, dilsizleşme, körleşme ve akılsızlaşma nedeniyledir. Ali Şeriati daha
da ileri giderek buna “eşekleşme” (istihmâr) der. Çünkü eşek de
diğer sürü hayvanları gibi sağır, dilsiz ve kördür. Onun için her gelen üzerine
biner, bir ton sopa yer ama dönüp de niye üzerime biniyorsunuz, neden
vuruyorsunuz demez, diyemez.
Bu nedenle Allah katında yerde yürüyen yaratıkların en kötüsü akılsızlaşan,
sağırlaşan ve dilsizleşenlerdir (Enfal; 8/22). Çünkü onlar sebebi sonuca, sonucu
sebebe bağlayamaz, nedenleri göremezler. Allah’ın nuruna (yerlere ve göklere)
gözlerini kaparlar; dünyada kördürler. Zulüm karşısında susarak da
dilsizleşirler.
Çünkü görüyormuşcasına (ihsan) Allah’a ve gidip de gelmişcesine
(yaqîn) ahirete imandan nasipsizdirler. Onlar dünyada Allah’ı unuttuğu
için, Allah da onları ahirette unutacaktır. Esas dinamikleri olan “Allah’a ve
ahirete iman” dumura uğradığı için maneviyatları çökmüştür. Maneviyatları
çökünce dünyaları da çökmüş; amaç, umut, hedef ve yön yitimine uğramışlardır.
Artık dünya onlar için bir otlaktır. Eh, otlakta da sürüler yaşar ve sürüler
dünyevîleşemez.
Bunun için hal-i pür melalimiz “sürüleşme”dir. Sürüleştiğimiz için
dünyada sürünüyoruz. Oysa gerçek anlamda dünyalılaşmalıyız. Hayata ve dünyaya
dönmeliyiz. Gözümüzü dünyaya açmalı, burada sürü gibi yaşmamalı, ona sahip
çıkmalıyız. Meydanı işgalci, talancı ve yağmacılara bırakmamalıyız. Yoksa
işgale, talana ve yağmaya uğrayan biz oluruz. Çünkü sürü yağmacıların iştahını
kabartır.
Şu halde eski “terk-i dünya” kültürünü terk etmeli, yeni bir “keşf-i
dünya” kültürü yaratmalıyız. İkbal’in dediği gibi akıl ile dünyayı fethe
çıkarken, aşk ile mekansızlığa taarruz etmeliyiz.
***
“Terk-i dünya” kültürünün, başka bir deyişle pireye kızıp
yorganı (dünyayı) yakmanın aslında bir zihniyet sorunu olduğunu düşünüyorum.
Bunun dinî, tarihsel ve kültürel kökleri var. “Kilise” zaviyesinden
bakınca sorun dünyevîleşme/sekülerleşme olarak görünür. Çünkü oradan bakınca
tapınağın dışı şeytanın egemenliği altındaki seküler dünyadır. Oraya dalanın
içine şaytan girer; dünyevileşir/sekülerleşir. Bu anlamıyla kavramlaştırma bize
ait bir yaklaşım değildir. Hiçbir konuda dengeyi tutturamayan, bir uçtan
diğerine savrulup duran batı tecrübesinin bir ürünüdür.
Oysa Kur’an’a göre ibadet tapınağın dışında, dünyanın/hayatın içinde faaliyet
olarak yapılandır. (bkz. “Din ve ibadet anlayışımız I-II” başlıklı
makalelerimiz).
Dünyayı aşağılayan ve dışlayan yaklaşımların Kur’an’dan değil; Eski ve Yeni
Ahit kaynaklı “ilk günah” ve “cennetten dünyaya kovulma” yani
insanlığın büyük düşüşü (düşkünlük!) anlayışından kaynaklandığını görüyoruz.
Eski Ahit’e göre dünya toprağı lanetlenmiştir. (Tekvin; 3/17). Çünkü Adem
karısına, karısı da yılana uyarak yasak ağaçtan yemiş, bunun için de yılana
toprak yeme ve karnı üzerinde sürünme, kadına doğururken acı çekme, Adem’e de
topraktan diken, çalı ve yaban otu yeme cezası verilerek “düşkün” ilan
edilmiş ve huzurdan kovulmuştur. (Tekvin; 3/14-18). Yeni Ahit’e göre de işte bu
yüzden dünya günah, kovulma, mahkumiyet ve ölüm yeridir (Romalılar; 3/12-20,
6/1-14). Bundan ancak insanlığı bu cezalardan kurtarmak için kendini feda eden
“Tanrı’nın kuzusu” İsa Mesih’in kilisesine (tapınağa) sığınarak
kurtulabiliriz. Tapınağın dışında (dünyada) kalan Şeytan’ın ağına düşer (İçine
cadı girer!)…
Bu korkunç teolojinin ve karamsar dünya görüşünün Kur’an’ın Adem ve dünya
görüşü ile alakası yoktur. Ancak ne yazık ki dinî kültürümüz iyiden iyiyle bu
anlayışların etkisi altında (bkz. “Havva Adem’in kaburga kemiğinden mi
yaratıldı?” başlıkla makale).
***
İslam dünya-ahiret dengesini sağlayan bir dindir. Yahudilik gibi dünyaya
dalıp ahireti, Hristıyanlık gibi de ahirete dalıp dünyayı bırakmamızı istemez.
Denge kurmamızı ister. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi de
ahiret için çalışma espirisini benimser. Dünyayı ahiretin tarlası olarak görür,
doğru, amenna…
Fakat şu an sorun bu değil. Dinimizin böyle olduğunu hepimiz biliyoruz.
Şu an dünya sömürü, işgal, talan ve yağma altında. Bizim dini kültürümüz de
eski dünya dinlerinin etkisinde kalarak “terk-i dünya” çağrıları ile dolu…
Demek ki eski İslam kültürünün mihverinde bir değişikliğe giderek, “terk-i
dünya” anlayışını terk etmemiz gerekiyor. Zira bu anlayış Kur’an’ın ortaya
koyduğu dünya görüşüyle bağdaşmıyor. Üstelik Müslüman zihni paradoksa sokup
bilincinin yaralanmasına neden oluyor…
***
Önce olaya biraz derinden girerek üç tür epistemolojik duruşu netleştirelim.
Zira dünyayı bakış bu zihinsel algılama ile doğru orantılı.
Bu durumda varlığı kavrama bakımından üç tür akıldan bahis açabiliriz; Batı
aklı, doğu aklı ve Müslüman akıl…
Batı aklı Yunan’dan Haidegger’e kadar esasında “varlığa hapsolan
akıl”dır. “varlık” çerçevesinde düşünür ve varlığı aşacak bir
kabiliyet gösteremez.
Doğu aklı ise Hind’den Agustinius’a kadar “varlıktan kopan akıl”dır.
“Öteler” çerçevesinde düşünür ve varlığa nüfuz edecek bir kabiliyet
gösteremez.
Birinde varlığa nüfuz eder ve fakat ona hapsolursunuz. Diğerinde ise öteye
geçer ve fakat varolana nüfuz edemezsiniz.
Müslüman akıl ise “varlığı aşabilen akıl”dır. Varlığa hapsolmamakla
batı aklından, varlıktan kopmamakla da doğu aklından ayrılır. Ne ki çoğumuz doğu
aklını Müslüman akıl zannederiz.
“Hapsolmak” içeriden çıkamayarak varlığa gömülmektir. “Kopmak”
ise içeriyi hayal veya gölge yerine koyarak ötelere dalmaktır. “Aşmak”
ise zorlayıcı bir içkinlikten geçerek aşkın olana ulaşabilmektir.
Bu anlamda İslam’ın doğrudan akılla bir sorunu olduğunu söylemek mümkün
görünmüyor. İlginçtir, Kur’an’da geçtiği 59 yerde “akletme” fiili hiç
kötü manada kullanılmaz. Fakat, örneğin, Şeytanın dostlarına vahyetmesi (6/121)
örneğinde olduğu gibi “vahyetme” kötü manada da kullanılır. Demek ki
akletme bizzat iyidir fakat vahyetme Allah vahyederse iyidir…
***
Şimdi…
DÜNYA sözlükte “en yakın olan, en aşağıda olan” anlamına geliyor.
İştikakta (kelime türetme) orta ve son harfinin yer değişmesiyle (DYN) şeklini
alır ve “din” kelimesi de buradan türer. “Din” ile “dünya”
kelimelerinin bu şekilde aynı kök harflerinden geliyor olmaları dikkat
çekicidir. Bu, dinin dünyada yaşanacak bir şey olduğu manasına gelir. Yani din
ile dünya birbiri içindir. Ahiret ise “en sonda olan” demektir…
Demek ki dünya kelimesine aşağılık, adî, pis anlamı vererek dünyanın
aşağılanması Kuran’ın ruhu ile bağdaşmaz. Bu, daha çok dünyayı Şeytanın
egemenliği altında lanet bir sürgün yeri olarak gören Hıristiyan (doğu)
teolojilerin söylemidir.
Kuran’ın dünya hayatını oyun, eğlence, süs, övünme ve zevklenmeden ibaret bir
yer olarak tasvir etmesi, dünyayı bunlardan ibaret görenleri eleştirmek içindir.
Oysa yerler ve gökler oyun ve eğlence olsun diye değil; gerçeğin ta kendisi
(haqq) ile yaratılmıştır;
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık.
İkisini de ancak gerçeğin ta kendisi olarak yarattık. Fakat pek çoğu bunun
bilincinde değil.” (Duhan; 44/38)
“Dikkat edin! Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye
yaratmadık. Eğer bir eğlence arasaydık, bunu kendi katımızda yapardık, yaparsak
böyle yapardık.” (Enbiya; 21/16).
Mehmet Akif “Kim burada kör ise ahirette de kördür, hatta orada şaşkınlığı
daha ziyade.” (İsra;17/72) ayetinin tefsiri mahiyetinde dünyanın ne anlama
gelmesi gerektiğini mükemmel bir şekilde şiirleştirerek Türkçe’nin dimağına
kazımıştır;
“Eğer maksadı sadece ahiret olsaydı Allah’ın
Ne hikmeti vardı
yaratılmasında hiç yoktan dünyanın
“Ezel”den ayrılan ruhun “Ebed”iken
sonsuz yurdu
Yolda kavuşarak vücutlarla niçin şahıslar
oldu
“Elest”in arkasından gelmesin cennet cehennem de,
Neden
ruhlar imtihan olsun bu âlemde
Demek dünya pek öyle hafife alınacak
bir yer değil
Demek ebedi mutluluk bu fani ömürden ayrı
değil
Diyorlar; “Kâinatın aslı yoktur, çünkü
geçicidir”
Evet, geçicidir, amma bir açıdan da
ebedidir.
Faniymiş hayat… Olsun! Ömrün zevki, hüsranı;
Onun bakiliğidir bu özellikleri ile her anı
Demek ki “burada” yani dünyada bir şey olmadan ahirette bir şey olmak
mümkün değildir. Ali Şeriati’nin dediği gibi dünyada bir işe yaramayan ahirette
hiçbir işe yaramaz.
İşte bu Müslüman akıldır.
***
Eskidünya dinlerinin çoğunda olduğu gibi dünya nasıl “aşağılık, adi, lanet
bir yer” olabilir? Bilakis dünya mübarek bir yerdir. Yerler ve gökler
Allah’ın nuru (ışığı, aydınlığı, enerjisi) iken, birileri oyun ve eğlenceden
ibaret görüyor diye dünyayı nasıl kötüleyip aşağılarız? Bu, pireyi kızıp yorganı
yakmak olmaz mı? Bilakis dünya insan soyunun ortaya çıktığı yerdir. Bünyemizde
bu dünyanın toprağı, suyu, havası, ısısı var.
Allah, her saniye ruhundan bünyemize üflüyor. Yani verdiği havayı soluyarak
yaşıyoruz, o olmasa 6 dk. İçinde ölürüz. Balığın bütün varlığını denize borçlu
olması gibi, bütün varlığımızı O’na borçluyuz. O dilemeden (hava, su, toprak,
ısı vermeden) hiçbir şey dileyemeyiz (yapamayız).
Sonunda da Veysel’in “Benim sadık yarim” dediği O’na kara toprağa
döneceğiz. O öyle bir sadık yardır ki koyun verir, kuzu verir, süt verir/ yemek
verir, ekmek verir, et verir/ kazma ile dövmeyince kıt verir… Karnın yararız
kazmayınan, belinen/yüzün yırtarız tırnağınan, elinen/yine de bizi karşılar
gülünen… Hakikat istersek açık bir nokta/Allah kula yakın, kul da Allah'a/Hakkın
gizli hazinesi toprakta…
Aşık Veysel’in dizelerinde dile getirilen “en sadık yar”dan kastın ne
olduğunu sanırım son cümlelerinden anladınız. Böyle bir yer nasıl mübarek
olmaz…
Keza Hrıstıyan teolojilerinde olduğu gibi, Adem dünya toprağına sürgün
edilmiş değildir. Burası sürgün yeri değil. Biz de bu dünyada ilk günahın
cezasını çekiyor değiliz. Oluş ve varoluş sancısıdır çektiğimiz. Tohum
topraktan, civciv yumurtadan, bebek ana rahminden nasıl yarılıp çatlayarak
(felaq) doğarsa, biz de öyleyiz, insan oluş sancısı çekeriz. (De ki:
yarılıp ortaya çıkanın Rabbine sığınırım/Qul e’uzu biRabbi’l-felaq)…
Yukarıyı nur aşağıyı da karanlık madde alemi olarak ikiye ayıran bakış
Mecusi, Hristıyan doğu teolojilerinin bakışıdır. İslam’da böyle şeyler yok,
tevhid var. Yerler ve gökler her ikisi de Allah’ın nurudur. Adem bu dünya
toprağından yaratılmıştır. Cennetten kovulmamıştır. Kovulan Adem’in
(insanoğlunun) içinde damarda kanın dolandığı gibi dolanan kötülük dürtüleri
(Şeytan)dır.
Adem ilk evi (evvelu’l-beyt) yaparak insanlıkta aile
yaşamını yani uygarlığı başlatmıştır. Düşünün; İslam’ın kıblesi neden bir ev? Ev
ne demek? Aile demek, uygarlık demek, insanlık demek… Düşünün; İnsanlar evlerde
yaşamasa ne olurdu? Evin etrafında dönmek (tavaf), aileyi, insanlığı
yüceltmek, hayvanca yaşamı reddetmek demek… Allah, Adem ile Havva’nın (ilk insan
türünün) oturmak, barınmak, yaşamak için yaptığı sıcak aile yuvasını yani “Ev” i
sembolik olarak kendine ait kılıyor ve Allah’ın Evi (beytullah) burası
diyor…
Dikkat edin, yukarıdaki ayette dünya kelimesi yerine burası (hazihi)
tabiri kullanılıyor. Yani Kuran dünyanın ne demek olduğunu zaten kendisi
açıklıyor. Demek ki dünya bizim için varoluşa katıldığımız, en yakından idrak
ettiğimiz, hemen yanı başımızda temas halinde olduğumuz varlığın bu taraftaki
yüzü yani “burası”dır. Ahiret ise “öteki” yüzüdür. Her iki yüzü
ile ve daha birçok yüzleri ile birlikte bütün oluş ve varoluş bölünmez bir
bütündür. Her tarafı tek bir bütün halinde gerçeğin ta kendisidir (haqq). Burası
hayal, orası gerçek veya burası gerçek orası hayal diye bir şey yoktur. Her
ikisi de gerçek (haqq) olarak yaratılmıştır. Bir şey varlık sahnesinde çıkmışsa
o artık bir gerçekliktir. İster görünsün ister görünmesin, ister burası ister
orası olsun, ister geçici, fani, kısa süreli, ister uzun süreli olsun. Bütün
bunlar varlığın mertebelenişidir. Yani öncesi, sonrası, burası, orası tabirleri
olayı anlamak ve ilişki kurmak için yaptığımız kategorilerdir. Oysa tek bir
gerçeklik vardır ve boyuna inkişaf edip varlığını göstermekte (buruz,
zuhur), bazen varlığını gizleyip örtmektedir (batn, gumun).
Allah hem ilktir (evvel) hem sondur (ahir) hem görünendir (zahir) hem de
gizlenen (batın)…
Bir şeyin fani olması o şeyin gerçekdışı, hayal, asılsız olması demek
değildir. Fani gerçek olan bir şeyin bir gün sona ermesi anlamındadır. Sona
ermesi onun gerçekdışı olduğu anlamına gelmemektedir. Demek ki sonlu –sonsuz
(fâni-bâki) kavramlarını gerçek-sahte (hak-batıl)
kavramları ile karıştırmamak gerekir. Meselâ dünya sonlu (fani) fakat gerçeklik
(hak) üzere yaratılmıştır; sahte, gerçekdışı, asılsız (batıl) değildir… Bir
havaî fişekten parlayan ışıklar gerçek ama sonludur. Parıldama gerçekliğin bir
yüzünü, sönme, içe çekilip gözden kaybolma da öteki yüzünün yansımalarıdır.
Fakat her iki halde de gerçektirler. Varlıklar Allah’ın yaratışı ile parıldadığı
an ez-zahir isminin, söndüğü zaman da el-batın isminin tecellisi
olurlar. Her iki halde gerçeğin ta kendisi (haqq) tırlar…
Demek ki beka sürekliliği, fena da süreksizliği ifade ediyor. Gerçek ve
gerçek dışı olmayı değil. Allah’ın yüzünün (vechullah) baki olması demek
O’nun varlığının ölümsüz, sermedî, sürekli ve sonsuza dek kalıcı olması
demektir. O’nun dışındakilerin fani olması ise, sonsuz olanın hayatında bir an,
bir lâhza fakatk “gerçek olarak” yer almak manasına gelir. Böylece
beka-fena ikilemi süreklilik-yenilik temposu manasına gelmiş olur. Demek ki her
şeyin bir sürekli bir de yenilenen yüzü vardır. Varoluşun süreklilik yüzü
Allah’ın vechi (yüzü, zatı, varlığı, iradesi, yaratması), yenilenen yüzü ise var
olup yok olan, ortaya çıkıp koybalon yaratmalarıdır. Bu beka-fena
(süreklilik-yenilik) temposu Allah’ın kemale doğru değil “kemal içinde”
açınımı, yaratmanın sürekli ritim ile inkışaf etmesi manasına gelir. Yani ilâhî
hayattaki dinamik yenilenmeler O’nda bir eksilmeye veya çoğalmaya neden olmaz.
Tamlığın kendi içinde sürekli devinimidir söz konusu olan….
Demek ki Hasan Hanefi’nin dediği gibi fena kültüründen bekaya, dogma
kültüründen vakıa analizine, nakilcilikten yaratıcılığa geçmemiz gerekiyor.
Eski İslam kültürünün mihverinde yapılacak böylesi bir geçiş, bizi modern
dünyada daha donanımlı kılacak, İslam’ı meydan okuyucu bir dinamizmle yeniden
tarih ve dünya sahnesine çıkaracaktır.
***
Akif’in sadeleştirdiğim şiirinin ikinci yarısını vermeden yazıyı bitirmek
eksik kalırdı. Kur’an’ın dünyaya bakışını çok güzel özetliyor. “Terk-i dünya”
kültürü ile zihinleri şekillenmiş yurdum insanına biraz yabancı gelebilir. Pek
bilinen bir şiiri de değil. Alabildiğine sadeleştirerek gün yüzüne çıkarmaya,
yaşayan Türkçe’nin zihin dağarcığına emanet etmek istedim...
Şiiri okuyunca bu satırları yazan Weber’in Protestan ahlakından etkilenmiş
demeyesiniz, o bir Kur’an şairi ve malumunuz Kur’an Weber’den 1300 yıl önce
nazil oldu…
“Dünyanın aslı yoktur, çünkü geçicidir” diyen sersem,
Ne dersin
“öyleyse yaratılışı abes bir şeydir ” dersem
Nedir dünyaya gelmekten
maksat, gitmek midir ancak
Velev bir anlamak hırsıyla olsun yok mu
uğraşmak
Ganimettir hayatın, ganimet topla, durma
erkenden
Yarın milyonla feryat olmasın bu sayılı
nefeslerden
Bu alem imtihan meydanıdır madem ruhlar
için
Demek çalışıp çabalamak gerek insan olmak için
Neden
geçsin sefaletlerle, mahrumiyetlerle zamanların
Neden azmin süreksiz,
yok mudur Allah’a imanın
Çalış dünyada insan ol, elindeyken henüz
dünya
Öbür dünyada insanlık değilmiş yağma, gördün
ya
Dilinden ahiret düşmüyor ey Müslüman, lakin
Onun hakkında
atıl bir heves mahsulü idrakin
Bu şaşkın vehminden şayet şifa
bulmazsan burada
Böyle eli boş gidersen, yine eli boş kalırsın
orada
Hayaller arkasından koştuğun yetmez mi hey
şaşkın
Senin hala hakikatten nedir boşvermişlik için
hakkın
Bu alem şöyle bir rüya imiş, yahud geçiciymiş
Evet
yarın anlarsın ne müthiş bir hakikatmiş”
(M. Akif; Safahat, “Kimin dünyada gözü kapalı ise…” )
http://www.haber10.com/makale/10080/