Semazen Ayrıldı
Katılma Tarihi: 26 ocak 2006 Gönderilenler: 679
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Her insanın gönlü tekkedir
|
|
Marifatname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin divanını okurken karşılaştığı şiirlerden bazıları ona çok tanıdık gelir. Mevlânâ’nın Divan-ı Kebir’ini okuyor gibi hisseder. Tetkik sonucunda Marifetname’de ve divanında Mevlânâ’nın şiirlerinin tercümesi olan 50 şiir bulur, 93 yaşındaki son Mesnevihan Şefik Can. Bugün sıkça rastlandığı gibi bu bir intihal, yani başkasının eserini kendininmiş gibi gösterme çabası değildir. Çünkü İbrahim Hakkı Hazretleri kitabında çeşitli İslam şairlerinden şiirler tercüme ettiğini söylemektedir, lakin isimlerini vermemektedir.
Tesbit edilen 50 şiir Konya Belediyesi tarafından kitap olarak bastırılır. Ve Şefik Can, İbrahim Hakkı’nın eserlerinden çıkardığı Mevlânâ’ya ait şiirleri ihtiva eden kitabı Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu satırlarla takdim eder: “Erzurumlu büyük mutasavvıf, veli İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, Mevlânâ’nın asırlardır solmayan gül bahçesinden topladığı bu deste gülü yine Erzurumlu büyük, eşsiz, kamil insana takdim etmekle çok bahtiyarım. İmza: Erzurumlu bendeniz Şefik Can.”
İlerleyen yaşı ve rahatsızlıklarına rağmen Mevlânâ Hazretleri üzerine çalışmalarına devam eden Şefik Can’la Erzurum vurgularıyla başlayan sohbetimiz, asistanı Nur Hanım’ın da yardımıyla yine Erzurum’a yapılan atıflarla devam ediyor. İlkokulun ilk yıllarını “Padişahım çok yaşa”, son yıllarını “Mustafa Kemal Paşa çok yaşa” diyerek okuyan, Kuleli ve Harbiye gibi askeri okullarda eğitimini tamamlayıp, sonra yine askeri okullarda edebiyat öğretmenliği yapan Şefik Can Beyefendi ile gâh Mesnevi bahçelerinde dolaşarak, gâh yakın tarihimizin çelişkilerine uzanarak yaptığımız sohbete katılmak isterseniz, buyurun.
-Sizin dünyanızda Erzurum’un yeri nedir? Hangi özellikleri dolayısıyla bu şehir çok değerli insanlar yetiştiriyor?
Memleketimizle, hemşehrilik düşüncesiyle iftihar etmiyoruz, ama Erzurum da diğer şehirler gibi çok büyük adamlar yetiştirmiş. Daha Hz. Osman devrinde İslam orduları Kafkaslar’a kadar gittiler. Erzurum o zamanlar İslam’la müşerref oldu. Havası ve suyu çok güzel. İnsanları çok güzel. Tarihte de en fazla ezilen, en fazla istilalar gören bir memleket. Hakkında birçok kitaplar yazılmış. Bunların belki en iyisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdığı Beş Şehir’deki Erzurum kısmıdır. Hem edip, hem şair, imanlı bir insan, çok severim Tanpınar’ı. Orada Erzurum yaşamaktadır.
-Babanız, Erzurum’da bir ilçede mektep hocalığı ve müftülük yapıyor. İbn-i Fariz Hazretlerinin divanını şerhettiğini söylüyorsunuz. Bir taşra ilindeki mektep hocasında bu seviye nasıl mümkün olabiliyor?
O dönemde ilim öğrenmek, ibadet telakki ediliyor. Yunus ne diyor; “İlim ilim bilmektir / İlim Hakkı bilmektir / Sen hakkı bilmezsen / Ya nice okumaktır”. Bu aşkın büyük tesiri olmuştur. Dedem Hacı Hilmi Efendi de Tebrizoğlu Medreresinde müderrismiş. Babam hem Dar’ül Muallimin’i bitirmiş, hem de medresede okumuş. Münevver hocalardandı. Birgün hocanın birisi zelzeleyi öküz boynuzunu salladı diye açıklamış. Hutbeden indikten sonra yanına gitmiş, demiş ki “Cenab-ı Hakkın bu dünyayı boşlukta tutma gücü yok mu ki onu öküzün boynuna koyuyorsun?”. Hoca da “Sen bilmiyor musun, Peygamberin bir hadisi vardır. Peygamber’e sormuşlar: Dünya bugün neyin üstünde. Buyurmuş ki öküzün” demiş. Yani Peygamberimiz’e burçları sormuşlar; balık burcu, boğa burcu... Belki onların ihlasını bulamayız ama bugün o cahil hocalar yoktur. Eski hamiyet kalmamıştır, o ayrı dava.
-Birçok şairi tedkik ettikten sonra Mevlânâ’yı tanıdığınızı söylüyorsunuz. Mevlânâ’ya Batı’da yakın hangi isimler var?
Goethe’nin Muhammed (a.s) adlı bir eseri var. İslamiyet’e hayran, Hz. Muhammed’i çok seviyor. Voltaire’in de Muhammed adında bir kitabı var. Katolik inancın etkisinde olduğu için pek takdir edemiyor. Halbuki Goethe Hz. Muhammed’e gönlünde yer vermiş, onun sesi Tanrı’nın sesidir, onu dinlemek lazım diyor. Hıristiyan olmasına rağmen bunu anlamış. Çünkü Hz. Muhammed büyük bir peygamber ve büyük bir insan. Sultanahmet’te bir dikilitaş var. O kocaman taş kocaman bir kayanın içinden yontularak çıkarılmış. Onu oymak için Mısır sıcağı altında kaç köle can verdi kırbaç altında. Onun gibi bütün şaheserler kölelerin eseri. Fakat ne Eflatun, ne Aristo, hatta peygamberlerden ne Hz. Musa, ne İsa kölelerle meşgul olmamış. Yalnız Hz. Muhammed köleler de insandır, onlara kendi yiyip, giydiklerinizden verin, onları azad etmek en büyük sevaptır diyerek ilk kez köleleri koruyor. 1824’te dünya milletleri köleliği kaldırma kararı aldılar ama yakın döneme kadar bu da sözde kaldı.
-Bugün süper güç olan Amerika’da en çok okunan kitapların başında Mesnevi’nin gelmesi ne anlama geliyor?
Mevlânâ tamamen Hz. Muhammed’in yolundadır. Dünya edipleri arasında hem büyük bir veli, büyük bir şair ve aynı zamanda çok müsamahakâr bir şahsiyet. Onun en büyük özelliği, tecelliye mazhar olduğu için insanı sevmesi. İnsanı sevmenin adeta Hakk’ı sevmek kadar değerli olduğunu anlatıyor. “Ve nefahtü fihi min ruhî” sırrınca, Cenab-ı Hak ruhumdan insana üfledim buyuruyor. Hâşâ Allah maddi bir varlık değil ki bildiğimiz gibi bir üfleme düşünelim. Anlamamız için. Yani her insanda onun bir emaneti var. İnsan olarak tekin değiliz. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” dediği şey işte o emanettir.
Bu bedenin ötesinde Allah’la beraber yaşıyoruz. Kur’an’da “Nerede olursan ol ben seninle beraberim” diyor. Namaz kıldığımız, secde ettiğimiz zaman biz onu göremiyoruz ama o bizi görüyor. Varlığını içimizde hissediyoruz. Bunun için namaz müminin miracıdır. İnsan böyle bir şeye mazhar olduğu için Mevlânâ’nın sevgilisidir. Bizans’tan Konya’ya onu görmeye gelmiştir papazlar. Dergah’a gidecekler, yolda Mevlânâ’ya rastlamışlar. Onlar eğilmişler, Mevlânâ’da atından inmiş onlara eğilmiş. O, onların insanlığına, hakikatine hürmet ediyor. Hıristiyandır vs. orada önemini yitiriyor. Bazıları Fethullah Hocaefendi’nin Papalık’la görüşmesini tenkit ediyorlar. Bütün insanlar Mevlânâ’nın yolunu bulsa, papaz hocayla tanışacak, kardeş olacak. Sen öyle ibadet ediyorsun, öteki başka türlü yapıyor. Bu, dinimizin onlarınkiyle eşit olduğu anlamına gelmez. Dinimiz en son din olduğu için, Hz. Muhammed (a.s) vahiy yoluyla insanlara bildirdiği için en büyük dindir ve bütün dinleri lağvetmiştir. Fakat bütün diğer dinlere saygı göstermemizi, din adamlarını ve bütün insanları sevmemizi emretmiştir.
Şibli Hazretleri, Bağdat pazarından buğday almış, sırtına atıp köyüne gitmiş. Yolda bakmış ki buğdayın içinde bir karınca var. Yuvasından ayırdım diye 6 saat geri yürüyüp karıncayı yerine bırakmış. Hey babacığım! Avrupa insan haklarıyla meşgul oluyor. Hangi insan hakları? Hangi insan zayıfsa eziliyor, kuvvetli ayakta. Müslüman karıncaya bu kadar saygı duyarsa, varın ondaki insan hakkı düşüncesinin derinliğini siz düşünün. İnsan, ahsen-i takvimdir. Hangi milletten olursa olsun Allah’ın en güzel yarattığı varlıktır. Günün birinde mümin de olabilir. Onun için Hz. Mevlânâ, kafir demedi. Bu yüzden lâyıkıyla tercüme edilse, etrafa yayılsa, Batı’da bulunan Müslüman kardeşler bu hayatı yaşasalar, Avrupalılar en kısa zamanda Müslüman olur. Ama zavallılar hayat mücadelesi içinde ve onları kendilerine uydurmak yerine onlara uyuyorlar. Batılılar’dan tetkik edenler hayran oluyorlar.
-Niçin özellikle Hz. Mevlânâ?
Hz. Mevlânâ da okunuyor, Bediüzzaman da okunuyor. Değişik dillere tercüme edilmiş. Hangi milletten olursa olsun, Mevlânâ insanı sevdiği için İslamiyet’e o köprü olacaktır. Mevlânâ dinde reform yapmamıştır. Yoldan çıkmış olan Müslümanlığı yoluna koymaya uğraşmıştır. Tam Muhammedî yoldadır. “Men bende-i Kur’anem, eğer candârem / Men hak-i reh-i Muhammed muhtarem - Yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kölesiyim / Hz. Muhammed’in ayağını bastığı yerin toprağıyım” diyen insan reform yapmaz. Hz. Mevlânâ’nın tutulması insanî yönünden dolayıdır. Cenazesi arkasından Hıristiyan da, Musevi de, Müslüman da ağladı. Çünkü kimseye kâfir demedi. Kimseyi dini yüzünden ayıplamadı, hoşgördü.
Tarikat dönemi geçti
-Tarikatler olmasaydı, belki Osmanlı’nın sanat yönü eksik kalır, İtriler, Dede Efendiler olmazdı. Geşmişte bu kadar kıymetli şahsiyetler yetiştiren bu kurumlar niçin bugün eskisi kadar verimli olamıyorlar?
Her müessese gibi tarikatler de maalesef dejenere oldu. Peygamberimiz’in zaman-ı saadetinde ne tekke, ne tarikat vardı. 3-4 asır sonra doğdular. Doğmalarına sebep de, Müslamanlar’ın İslamiyetten ayrılması oldu. Gittikleri yerlerdeki insanların adetleri onları etkiledi. Özellikle Abbasiler devrinde bütün Yunan eserleri Arapça’ya tercüme edildi. Okuyanlar, Mutezile gibi bazı yanlış inançlara kaydılar. İşte tekkeler, büyük veliler tam Muhammedî yolda, Geylani de, Nakşibendi de, Ahmet Rufai de, hepsi vârisleriydi. Hedefleri, yolundan çıkmış İslamiyeti yoluna koyma uğraşı. Yoksa yenilik yapma değil. Hz. Mevlânâ Mevleviliği kurmadı, Abdülkadir-i Geylani de Kadiriliği kurmadı. Onlardan sonra gelenler tesbitlerine, fikirlerine, konuşmalarına dayanarak kendilerine yol çizdiler. Bu şekilde tarikatler doğdu. Tarikat yol demektir, bunların hepsi Muhammedî bir yoldur. Bir şadırvan düşününüz. İçinde Muhammedî bir su var. Oluklar üzerinde Kadiri, Nakşi, Rufai, Mevlevi, vs. yazıyor.
Bu tarikatlar birtakım sanatları geliştirdi. Sema yapılırken okunan na’tlar, besteler, ilahiler insanları başka âleme götürür. Batılılar’ın da Bach gibi kilise müziğinde bu eda var. İnsan Dede Efendi’nin eserini dinlerken kendinden geçer. Bu yüzden dergahlar birçok sanatkârlara kaynak olmuş.
Fakat zamanla bunlar bozulmuş. Şeyhler kendi havalarına düşüp, başkalarını hor görmeye başlamışlar. Nakşi, Mevlevi’ye yukarıdan bakıyor; “Namaz yok, niyaz yok, dönüyor sadece” diyor. Mevlevi, Nakşi’ye yukarıdan bakıp “Amma sofu” diyor. Tarikatler böylece bölücü olmaya başlıyor. Dikkat ederseniz, Said-i Nursi Hazretlerinin kendisinde hiçbir zaman tarikat yok. Ayetten, hadisten söz ediyor. Tam İslamî yolda yürüyen büyük bir mücahit. Atatürk tarikatlari kapattı diyoruz, ama ona bunu Allah yaptırdı. Atatürk dejenere olmuş, tembeller yatağı haline gelmiş kurumu kapatıyor. Mevlânâ da Mesnevi’sinde şikayet ediyor. 7 asır önce Konya’daki dergahta dervişlerin güzel bir delikanlıya çirkin bakışlarını anlatıyor. “Siz mi insanlara doğru yolu göstereceksiniz?” diyor. İslamî yoldan inhiraf var. Tarikatler yapacağını yapmış, büyükler yetiştirmiş, tarihe karışmış.
-Mevlânâ’nın tarikatlere karşı bu tutumunu nasıl anlıyoruz?
Mevlânâ’nın zamanında Kadiri vardı, Rufai vardı. Konya’da Sadrettin-i Konevi vardı. Muhyiddin-i Arabi’nin oğluydu. Ama Mevlânâ hiçbir zaman, ne Divan’da, ne Mesnevi’de, ne diğer eserlerinde hiçbir tarikat pirinden bahsetmiyor. Bayezid-i Bistami, Hallac-ı Mansur, Cüheyd-i Bağdadi’den bahsediyor. İlaç için arasanız Abdülkadir-i Geylani yok. Ahmed Rufai’den de bahsedilmiyor. Mevlânâ’nın çağdaşı Sadi bu konuda bakın ne diyor: “Tarikat becüz hizmet-i halk nist / Be tesbih ü saccade vü delk nist - Tarikat insanlara hizmet etmekten, yararlı olmaktan başka birşey değildir / Yoksa hırka giymek, tesbih çekmek, başına o tarikatin tacını giymek değildir”. İnsan olmaktır. Peygamberimiz de bunu emrediyor.
Gel gel... Mevlana’nın değil
-Hz. Mevlânâ’ya atfedilen ‘Gel gel ne olursan gel’ meşhur sözünün onun olmadığını söylüyorsunuz. Bu doğru mu ve bu sözün ona ait olmaması bir eksiklik midir?
Bütün İslam şairleri fanatik değillerdir. Mevlânâ’nın görüşlerinde “Gel gel, her ne isen gel” görüşleri var ama bu rubai, şiirleri arasında yok. Akademik olarak onun değil, yoksa onun düşüncesini yansıtmıyor değil. Üzerinde durmak da istemiyorum. Kirmani isminde birisi söylemiş bunu. Ziya Paşa’nın harabatında var Kirmani’den. Mevlânâ dergahında Necati Bey adında bir katip eski bir dergide bunun Mevlânâ’nın adı altında yazılı olduğunu görmüş. Sonra bunu her yerde söylemeye başladılar. Kimse Mevlânâ’nın Kur’an’ın kölesi olduğu, Hz. Muhammed’in ayağını bastığı yerin toprağı olduğu şiirini söylemiyor.
Ham sofularla derviş kişiler arasında daima çatışmalar olmuştur. Bir derviş bunu şiirinde şöyle söylemiş. “Medreseden iyi adam çıkmaz. Eğer medreseden çıkan adam Müslüman ise ben kafirim” diyor. Bu kadar hocalara düşman. Mevlânâ daima bunlardan uzak kalmış ve her sözünde Kur’an’dan bir ayet ya da hadis almıştır. İsmail Hakkı Bursevi, Ruh’ül Beyan’ını hep Mesnevi ile tefsir etmiştir. Bunun için Mevlânâ, Geylani, Nakşibendi, Rufai gibi Muhammedi yoldadır. Onu başka türlü gösterenler kendileri sapık yolda oldukları için onu da o tarafa çekmeye çalışıyorlar.
-Mevlevilik geleneği hayli sekteye uğramış. Eski terbiye metodu, çile kalmadığına göre onun neş’esini gönlüne nasıl yerleştirebilir gençler?
Yalnız Mevlânâ’yı değil, her müminin evvela Kur’an-ı Kerim’i, Elmalı gibi bir tefsiri olacak. Sonra tanınmış velilerin, Geylani’nin sohbetlerini, Kuşeyri’nin risalesini, Mevlânâ’nın Mesnevisini okuyacak. Said-i Nursi’yi okuyacak. Bunlar İslam’a rehber olmuş insanlar. Tekkeye gerek yok, onlar hayatiyetlerini kaybetmişler. Resmen de kapatılmışlar. Bunlar insanın gönlünü uyandırmaya kâfidir. Gerçek tekkeler bugün gönüllerdir. Fethullah Hocaefendi’nin bir eserini Almancaya tercüme edip Alman Cumhurbaşkanı’na sunmuşlar. Onun eserlerinde büyük derinlikler var. Bugün tarikatlerde birbirine yukarıdan bakmalar oluyor; en doğru yol Kadiri’dir diyor biri, diğeri Nakşiliktir, diğeri Mevleviliktir diyor. Kurtuluş yolu Kur’an yolu, Hz. Muhammed yoludur.
Bektaşilik Mevleviliğe sızdı
-Bektaşilik ile Mevleviliğin birbiriyle karışması ve halk içinde bu iki grubun dinde gayri ciddi bulunmaya başlaması hangi döneme rastlıyor?
Raif Yelkenci diye bir kitapçı vardı Sahaflar’da. Bir gün bana Mısır Mevlevihanesi’nin şeyhinin hatıralarını verdi. Yeniçeri Ocağı’nın lağvinden sonra yaşamış biri. Diyor ki bu ocak lağvedildikten sonra bu ocağın manevi mimarı olan Bektaşi tekkeleri de kapatılmış ve bazı Bektaşi babaları takibata uğramış, bazıları asılmıştı. İçiyorlar, başka türlü işleri var. Evlenmiyorlar, bunu İslam adına etrafa yayıyorlar. Bektaşiler Viyana’ya kadar giden ordunun özünü oluşturmuş. Bulgar bahçelerinden yeniçeriler geçerken aldıkları üzümlerin yerlerine paralarını takmışlar. Böyle iyi dönemi olmuş, sonra dejenere olmuş. Birçokları da ocak lağvedilince Mevlevi tekkelerine sığınmış ve onların Muhammedî adetlerini bozmuş. Çok ünlü bir Mevlevi, Evrad-ı Mevleviye’de Hz. Ali dışında Hulefa-i Raşidin’in üç büyüğünün ismini silmişti. Bunlar Mevlânâ’yı başka tarafa çekiyorlar.
-Neredeyse tüm 20’nci yüzyıl tarihimizin şahidisiniz. 1930’lardaki Türkiye’ye göre milli, manevi, ekonomik açıdan nereye geldik?
Maddi yönden çok ilerideyiz. Eskiden dikiş iğnesi İngiltere’den geliyordu, bugün radyo, uçak, otomobil yapıyoruz. Manevi ve bilhassa kültür ve maziden kopma bakımından kötü durumdayız. Bizim zamanımızda ilkokul 6 yıldı. Tarihe, hendeseye, Kur’an-ı Kerim dersine, güzel yazı dersine ayrı hoca gelirdi. Hatta ilkokul son sınıfta Fransızca ders aldık. Çanakkale Şehitleri, Fikret’in şiirleri ve başka şairlerin şiirleri vardı ilkokul talebesinin kitabında. Sonraları o hale geldi ki bu ilkokul kitabını liseyi bitiren birisine verseniz anlayamaz oldu. Bugün lisede Fikret’in Mavi Deniz şiirini anlayacak kişi yoktur. Tarih bilgimiz de, coğrafya bilgimiz de öyle.
Eski devirde Şark klasikleri Türkçe’ye tercüme edilmemişti. Yunan, Fransız, Rus eserleri Hasan Âli Yücel zamanında tercüme edilmeye başlandı. O zaman Mevlânâ gibi İslam büyüklerinin eserleri de tercüme edildi. Gazaliler, Geylani’ler vs. Bugün hangi velinin kitabını isteseniz bulursunuz. Eskiden bu mümkün değildi. Gazali’yi okumak için Arapça bilmeniz şarttı. Mevlânâ’yı bilmek için Farsça bilmek şarttı. İyi taraflar var, hoş olmayan taraflar var.
Tahirü’l Mevlevi’nin talebesi
1910 yılında Erzurum’un Tebricik köyünde dünyaya gelen Şefik Can Arapça ve Farsçayı çocuk yaşta iken babasından öğrendi. Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu’nda okudu. 1935 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nde Tahirü’l Mevlevi merhumun maiyyetinde stajını tamamlayarak öğretmenliğe başladı. 1965’te emekli oluncaya kadar çeşitli askeri okullarda, sivil kolej ve liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Mesnevi Şerhi (Hocası Tahirü’l Mevlevî’nin vefatı üzerine yarım kalan şerhinin 5 ve 6. ciltleri kendisi tarafından tamamlandı), Mesnevî Tercümesi, Cevahiri Mesneviye, Divanı Kebir, Mevlânâ’nın Rubaileri, Klasik Yunan Mitolojisi, Mevlânâ ve Eflâtun, Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti ve Fikirleri, gibi eserleri bulunuyor. İçlerinde pek çok kıymetli el yazması eserin de bulunduğu Arapça, Farsça, Türkçe, İngilzce, Fransızca ve Rusça 10 bin civarında kitaptan oluşan kütüphanesini Fatih Üniversitesi’ne bağışlayan Şefik Can, Mesnevii Şerif üzerine çalışmalarını devam ettiriyor. Onbeş günde bir salı günleri Erenköy Kâzım Karabekir Kültür Merkez’inde (0 216 360 70 51) Mesnevi üzerine sohbetlerde bulunuyor.
AKSİYON: 26.01.2002- sayı:373 http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=12201
Not:Farklı ve gözden kaçan detayların bulunduğu bu röportajı paylaşmak istedim. Şefik Can vefât etmiştir...
|