Birbirimizi sevemiyorsak hiç olmazsa hukukumuza riayet edelim desem, cılız bir teklif olarak kalacak. Zira birbirimiz arasındaki riayet hukuku; birbirimizi sevmemizi de şart koşuyor bizlere… Mü’min, mü’minin kardeşidir diyor Kitap… Birbirimizi hakikaten sevemedikçe, iman etmiş olamayacağımızı söyleyen de Rabbimiz…
Diyalog veya iletişim demek istemiyorum ama tebliğ, hepimizin vazifesi elbette… Hatta vazife kelimesi de düpedüz kuru kalıyor. Her Müslüman, hal diliyle bir tebliğ, bir çağrı olabilmeli… Dinimiz, tamamlanmış güzel ahlakın öğretisi.
Bununla birlikte, bütün o süslü püslü diyaloglar, bütün o debdebeli aydın buluşmaları ve bütün o "dışımızdakiler"e sergilemeye çalıştığımız fevkalade estetik ve bilgince hoşgörüler… Sıra "biz bize"ye gelince, sırra kadem basıyor… Belki asırlara dayanan o taşralılık kompleksi veya merkezkaç olduğumuz bilgisi, sonradan edindiğimiz bütün statü ve kariyerlerden sonra bile, bizi asla rahat bırakmıyor… Ve her sabah önünde uyandığımız o kurumlu ayna: Her baktıkça, bize bir türlü "merkez"de olmadığımızı ve olamayacağımızı söyleyen şu eski hayalet…
"Öteki" olmadığımızı, "ötekiler"in arasından ne kadar sıyrılabilirsek ancak o kadar iyi anlatabileceğimizi düşünerek geçiyor günlerimiz. Halbuki evimizi Nişantaşı veya Feneryolu’na taşımakla da geçmiyor içimizdeki sızı, Mercedes sürmek, İngiltere’deki yaz kursu, opera-bale falan da hiç biri onaramıyor tam anlamıyla. Bin bir ameliyattan sonra adeta bir mutanta dönen Michael Jackson gibi çaresiziz… "Beyazlamak", kendi kendimizi iptal etmeden asla ulaşamayacağımız nafile bir hülyaya dönüşmüşken.
Bir insanın kendinden üzüntü duymasını önleyecek antidepresan henüz keşfedilmedi… Bu o kadar kapanmayacak bir yara ki; kişinin anne babasından utanmasından bile daha dağıtıcı, unufak edici bir kırılma. Hatta paramparça olmak… Kendinden utanmak...
Sana, eski seni veya kendini hatırlatacak hemen her sesi veya eski fotoğrafı da yakmak, yırtmak, gömmek… Ama bütün o yakmalar, yırtmalar ve kapayıp örtmelerden sonra bile teskin olamamak… Hızını alamayacaksın işte, bir türlü tam olarak ispat edemeyeceksin insanlara merkezkaçta olmadığını…
A hemen söyleyeyim: Eski mahallen bu kadar kalabalık olmasaydı ve seni her zamanki gibi sevmeye bu kadar hazır olmasalar… Belki her şey daha kolay olurdu. Ama onların bu alicenaplıkları –aşağılık kompleksi diyorsun sen ona, ayıp ediyorsun- da bayıyor seni. Arka mahalleye ait bir hal gibi affetmek ve sevmek senin nazarında, burnundan kıl aldırmayanların arasındasın ya artık…
Hem de yeni komşularının senden sürekli olarak bekledikleri ve bir türlü doyamadıkları o itiraf ziyafetlerinin tam ortasında… Sen, şimdi bu şölen sofralarının en aranan gurmesi olarak, her akşam hangi yakası açılmadık itirafın ıslanmadık baklasını ağzından çıkararak servis yapacaksın… Kolay değil, senin işin de zor…
Ama işinin kolay bir yanı da var öte yandan: Nefret ettiğini zikrettiğin an, iş biter! Bunu defalarca denedin ve hep olumlu sonuçlar verdi. İğrenç veya tiksinç bulduğun an eski mahalleni, her şey ne kadar da kolay oluyor değil mi? Eskiden sevdiğin kız mesela, geceler boyu gözlerine uyku girmezdi hani onu düşünürken, şimdi sana ne kadar da eksikli, ne kadar da unutulası, beynine bin bıçak saplatıcı berbat bir hata gibi görünüyor.
Okul yıllıklarındaki resimlerini de inkar ediyorsun bir bir, tuttuğun takım, söylediğin marşlar, üstü açık bir yazlık sinemada mahalleden bir alay komşu kadınla birlikte annenin seni götürdüğü "Çağrı" filmi de çok geride kaldı. Sen zaten o günlerde bile Hz.Hamza’yla Antoni Kuin’i hep birbirine karıştırırdın…
Karıştırmak. Eski huyun. Mamafih insanız hepimiz, karıştırırız ara sıra. Seni çarçabuk ve bir kalemde itham edemem şimdi şuracıkta; karıştırmadan hayatta ve ayakta kalabilmek hiç birimiz için de çok kolay değil… Ama bence; yani diyalog, iletişim ve aydınlararası buluşmalardan önce falan, ilkin kendini affetsen, kendinle barışsan biraz diyorum… Çok mu şey istiyorum? |