Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Katılma Tarihi: 24 mart 2005 Yer: Germany Gönderilenler: 95
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Tasavvuf Ayrı Bir Din
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten
verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından,
kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem
kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı
sayılagelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda
çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının
yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl
sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber'in şahsına, onun en
yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına
dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse
kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde
Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak
mümkün değildir. Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu
çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan
Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir
ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi
Peygamber'in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca
kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç
tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları
tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben
size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum,
yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum"
dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan
sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta
bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile
haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır
durumun böyle olduğu.
İslam "Lailahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) esasını
getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır.
Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan "La mevcude illallah"
(Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun
meşhur adı "VAHDETİ VÜCUD" (Vücud Birliğidir)
Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından
hiçbirine benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf,
yaratılanların tümünün Allah'ın benzeri olduğu inancındadır. Bu
kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona
şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı FüsüsulHikeminde:
"Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi
tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk
halinde olan varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir
tezahürü olarak devamla kitabında: "Şu halde Firavnun iddia
ettiği "Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar
o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli
etmiştir." diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.
Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca
akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din,
tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından
ortaya koymaktadır.
Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.
Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte,
biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir.
İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve
benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok
idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta
ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti
Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile
taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini
İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından
kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip
geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan vareden Allah kalıcıdır. Kainat
ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü
benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan
Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü
yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın
görüş alanına çıkmasından başka birşey olmadığı için, ikisi arasında öz
ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir,
birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta
vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah'ın özünden gelen, dışa
vuran bir fışkırmadır; yoktan varediş değildir.
Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel
ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk
ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir.
Bu görüşü daha sonraki
çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan
sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan
yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine
bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında
kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu
bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen,
özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai,
Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini
Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini
Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud)
üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.
Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır.
Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti
Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla
bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah
tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla,
Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir
benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının
sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin
hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile
Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.
Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti
Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını,
bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren
ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını
göstermektedir.
Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle
karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a
getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf
zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine
göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur:
Suriye'nin Ürdün'e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle
ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu
hıristiyanlardan: "Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır"
sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile
bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a adar" cevabı, soru
sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.
Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken" (42/52) çeşitli yerlere
gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin
kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup
doğru yol gösterildikten" (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında
yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya
yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında
yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli
bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.
İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama,
dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am'da ise insan için en
olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile
efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de
toplum açısından bir müslümanın hiçbir sebeble kendini tecrid etmesi
düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak
müslümanın böylesi bir dünyadan eletek çekmesi üzerindeki farzları
yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir
işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. İslam’da sevap
böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde
yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah'ı razı etmekle
kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan
soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış
gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah'ın
emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin
gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de
uydurmadır.
Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından
sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini
terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir
davranıştır. Zira Allah Kur'an'da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..."
buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir
ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her
türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara,
daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra
da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da)
gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz
kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl
terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte,
işi kişinin kendine bırakmamaktadır.
Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye
edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum
bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva
uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin
hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi,
hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden
bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul
etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı
ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. Kişiyi tamamen bir rahib
hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür
davranışların bir benzerini Peygamber'in hayatında görmek mümkün
olmadığı gibi Kur'an'dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi
ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık
yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş,
aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca
yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi
istenilmiştir.
Allah'a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu
bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna "Fahşa-aşırılık"
diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit
insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne
geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve
riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi
sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah'a teslim olanın
ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara
doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.
Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek
ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda
bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini
yukarıda anlatmaya çalıştık.
Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim.
Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne
denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka
hususlarda karşılaştırmalar yapalım.
İslam'da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar
arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar
ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir.
Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir.
Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker
kaçınılması gereken şeylerdir.
Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli,
görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre
hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da
görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda
"Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin
batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir"
demektedirler. Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen
hatırlayıvereceği gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı
sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana
görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim
olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında
hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki
imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması,
zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü
edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad
olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla
doğrulaşmaktadır.
Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda
insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler
çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe
mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan
mübtedi bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken,
seyri sülukta ilerledikçe "Ben Allahım"
diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih ederim.
Benim şanım ne yücedir." derken, İbni Arabi
"Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim"
diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus "Bir ben vardır,
bende, benden içeru..." diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı,
niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve
isteyenlere verilmesini söyleyerek "Bana seni, gerek
Seni..." diyenler de bunlardır. Ve yukarıdaki sözlerimizi
doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri
götürürler ki "Hatta 'Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye' isimli eserlerin
sahibi Muhyiddini Arabi "hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa
ve annesine hasretmelerinde yanıldılar" '1'
demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de "Bunlar
abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal tabakasına
girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler.
Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri
ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar
sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki,
bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın
ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra
o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu
bilmesin"'2'.
Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde
yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek
bulmamız mümkündür'3'. Akidesi, kabul ettiği ana
ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din;
İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin
dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır.
Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok
birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde
sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay
kandırabilmektedir. Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de
bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira herşeyiyle sapık
olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç
duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin
islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Madem ki bu
başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan
bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam'da
yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik
uzaktan yakından İslam’la ilglidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı
bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve
kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya
çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam'ı tümüyle, ismi dahil
ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi.
İstemişlerdir de.
İktibas Dergisi/Sayı: 141
(1) Bkz. iktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda
Şeyhülislam &nbs p; Mustafa Sabri'nin
Vahdeti Vücud isimli makalesi.
(2) Bkz. Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren:
Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971,
İstanbul, Sayfa: 42.
Katılma Tarihi: 24 mart 2005 Yer: Germany Gönderilenler: 95
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
(daha fazla uzamamasi icin tamamini Kaynaktan okuyabilirsiniz!)
.............
postamble()
Allah'ın dini İslam, Tevhid esasına dayanıyordu. Tasavvuf dini ise ŞİRK esasına dayanıyordu.
Tasavvufun ne Vahdeti Vücud akidesi, ne zühd anlayışı, ne rabıta, ne
zikir ve nede gayb anlayışı... Hiç biri Kur'an'da ' yer bulamayan
şeylerdi.
Tasavvuf, etkisi altına aldığı saf Müslümanların tevhid İnancını,
peygamber inancını, Kur'an inancını, din anlayışını, ahlakını ve
nihayet ibadet şekillerini bozmuş olan AYRI BİR DİNDİ O'na göre.
Aklın, Allah'ın kullarına Allah tarafından verilmiş en büyük nimet
olduğunu, akıl sayesinde Allah'ın vahiylerinin anlaşılabileceğini,
Kur'an'ın akıllılara, akıllarını kullanmak ve bu sayede gerçekleri
öğrenmeleri için gönderildiğini, akide'yi Kur'an'a uygun hale
getirmekle ancak sahih bir inanç sahibi olunabilceğini sık sık yazar ve
söylerdi.
Bir zamanlar, Kur'an'a uygun yaşam süren Müslümanların fikren zinde
oldukları dönemlerde hayatiyetlerinin zirvede olduğunu söylüyordu. Ne
zaman ki Müslümanlar, Allah'ın söylediklerinin yerine, -Tasavvufta
olduğu gibi kullarının söylediklerini nihai doğrular olarak kabul
etmeye başladılar işte o zamandan bu yana akledemeyen Müslümanlar
ellerindeki mirası bitirene kadar yaşadılar ve öldüler... İslamı tekrar
hayata döndürmenin yolu akletmekten geçmektedir. Aklımızı, toplumun
tümünü etkileyecek şekilde kullanmaz isek ne İslam anlaşılır, ne Kur'an
anlaşılır, ne de onunla amel olunabilir. Kur'an, içindeki esaslarıyla
kıyamete kadar ona inananların sorunlarını çözmeye kadir olduğunu
söylediğine göre, bu çözüm aklı kullanarak vahyi anlamaktan
geçmektedir. Vahiy şimdiye kadar akıldan başka bir şeyle
anlaşılmamıştır. Anlaşılmaz da... Peygamberler de akılları sayesinde
Allah'ın vahiylerini anlıyorlardı.
Halbuki tasavvuf neredeyse hayatın bütününde aklı tamamen devre dışı bırakmak esasına dayanmaktaydı.
Mürid, şeyhinin huzurunda, yıkayıcının elindeki ölü gibiydi. Soru
sorması, Şeyhinin yüzüne bakması "Tasavvufi Ahlak" ta saygısızlık
olarak görülürdü.
Hz. Peygamber'in, arkadaşlarına, herhangi bir konuda bir şey söylemesini müteakiben Sahabenin;
"Ya Rasulullah, Bu söyledikleriniz önüne ve arkasına geçemiyeceğimiz,
hakkında ileri-geri konuşmayacağımız Allah'ın bir vahyi midir? Yoksa
sizin görüşünüz mü?" diye sormaları tasavvuf ehlini hiç düşündürmemişti.
Allah'a ait sıfatların mürid tarafından Şeyh'te var olduğu inancı hiç
bir şekilde tashih edilmemiş, bilakis böyle inanca sahip olmayanın
gerçek mürid olamayacağı vurgulanmıştı.
Daha da ileri giderek mürid'in Şeyhini İslami olmayan uygunsuz
bir vaziyette görse yani bir haramı işler vaziyette görse bile onu
kendi kusuruna bağlayarak "Ben bunun gerçek mahiyetini anlayamam"
diyerek kabul etmesi istenmişti. Şeyhin sözünün hak olduğuna itikat
etmek, sözünü tutmak... Evet bütün bunlar ve bunlardan daha fazlası
Kur'an eleğinden geçirildiğinde hiçbirisi eleğin üzerinde kalmayıp
hepsi aşağı dökülecek artıklardı.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma