Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Zülkarneyn'in Mesajları
Önce bazı “fâideli” bilgiler…
Esâtir, menkibe, kıssa, tarih…
Çoğu zaman bunların birbirine karıştırıldığını görüyoruz.
Oysa Kur’an kıssalarını iyi anlayabilmek için, bu sözcüklerin, bu
dili (Arapça) konuşanın zihninde nasıl belirdiğini doğru anlayarak işe
başlamamız gerekir…
ESÂTİR kelimesinin kök anlamı Arapça’da yazmak demek… Yazı (satır), yazılı olan satırı okumayıp atlamak (istâr), uyduruk söz yazmak (satara’l-ekâzîb), efsane, hurafe (esâtir), havada savrulan toz (mistâr)
kelimeleri bu kökten… Sözcük Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına
göre, demek ki esâtir gerçeklikte karşılığı bulunmayan, realiteye
tekabül etmeyen, okunmadan geçilmiş, bunun için de gerçeklikle alakası
olmayan savrulmuş, atılmış, atmasyon, uydurma anlatılar oluyor.
Türklerin masal, Yunanlıların mytus, Frenklerin mit dedikleri evvel zaman efsaneleri olarak mülahaza edilmiş ve hurafeler anlamında kullanılmış (Elmalılı). Ustur/usturî/esâtir İngilizcedeki tarih, tarihsel olay, geçmiş anlamına gelen history kelimesini çağrıştırır.
MENQIBE kelimesinin kök anlamı da “bir şeyi delmek/halka önderlik etmek” manasında… Delik, yarık (neqb), önderlik etmek (neqabe), kadın peçe giymek (tenaqqub), daracık yol, sokak, övülecek şey (menqabe), peçe (niqâb), yüzbaşı, kavmin efendisi, topluluğun önderi (naqîb) kelimeleri de bu kökten... Demek ki Türkçe’de menkibe (çoğ. menâkib) kahramanlık destanı dediğimiz şeye tekabül ediyor. Fransızca’daki epique (epik) ile aynı anlamda… Şu halde Arabın zihninde bunları çağrıştırdığına göre menkıbe,
eski çağlarda yaşamış kimi halk önderlerini övmek, yüceltmek ve onlara
destan yazmak manasında abartı ve yüceltiyi ifade ediyor. Öyleki bu
abartı, tarihte yaşamış o önderi (naqîb) kadının yüzünü örten peçe
(niqâb) gibi örter, tanınmaz hale getirerek gizeme büründürür ve gerçek
hayattan kopararak bir masal kahramanı haline getirir. Menkibe de bu oluyor.
QISSA kelimesinin kökü de “kesmek, kırpmak, takip etmek, aynılık, denklik” demek… Türkçe’ye de geçen kıssa, kısas, makas, takas kelimeleri de bu kökten... Arap anlatıya qıssa
demiş; çünkü anlatı, hikâye edilen hâdiseye adeta denktir. Kıssalar da
geçmiş insanların ve olayların izini sürerler ve haberlerini sözdeki
dengiyle aktarırlar. Bir anlatının kıssa olabilmesi için izini sürmeye
ve yazıya layık bir değere sahip olması gerekir (Elmalılı)…Keza İki
tarafı birbirine denk olan kesme ve kırpma âletine de maqas denmiş. Trampa veya becayiş de denilen bir şeyin dengiyle değiş tokuş edilmesine de taqas denilmiş; çünkü takasta değiştirilen şeyler birbirine denk olur. Suçun izini sürme, suça denk bir caydırıcı ceza vermeye de qısas denilmiş; çünkü qısas da suçun cezadaki dengi ve karşılığıdır…
Şu halde kıssaya, ele aldığı tarihî kişi ve olaylar uydurma bir
masal olmadığı için esâtir, abartı katıp gerçeklikten koparmadığı için
menkıbe, öte yandan yer ve zaman belirtmediği için de tarih diyemiyoruz.
Bilakis ele aldığı tarihî kişi ve olayları öykülendirdiği,
canlandırdığı, adeta yeniden filme aldığı, dahası tarihî kişi ve
olaylar üzerinden evrensel mesajlar vermek istediği için kıssa diyoruz.
Çünkü sonraki çağlarda bu tür olayların “denkleri ve benzerleri” olmaya
devam edecektir.
Bugün için söyleyecek olursak esâtir masal, menkibe kahramanlık
destanı, kıssa da (edebiyatta) yaşanmış bir olayın romanlaştırılması
veya öykülendirilmesi, (sinemada) tarihi film veya dizilerdeki
canlandırma gibi oluyor.
Demek ki kıssa, ele alınan tarihsel kişi ve olayın anlatı olarak (retoriksel) karşılığı veya dengi oluyor. Yani kıssa esatir,
menkibe veya tarih değildir. Esâtir, kıssayla alakası olmayan büsbütün
uydurma, menkibe uçurulmuş, abartılmış hali, tarih de kıssanın
malzemesi; mesajı değil…
Sonuç olarak Kur’an’ın, esâtir, menkibe veya tarih değil; “kıssa” anlattığı sonucuna varıyoruz.
***
Şimdi…
Gelelim Zülkarneyn “kıssa”sına…
Eski dünyada (MÖ: Muhammed’den önceki çağlar) krallar ve
imparatorlar tanrısal güç sembolü olarak “boynuzlu taç” giyerlerdi.
Boynuzlar kutsal boğa kültünü yansıtırdı. Mezopotamya’nın gökyüzü ve
sema tanrısı olan An (Anu) boynuzlu başlığı ile
yöneticilik ve kraliyet düşüncesinin kişileştirilmiş haliydi.
Sümerliler onu An diye adlandırırlardı.Yıldızlar onun askerleri,
Samanyolu ise onun kişisel yoluydu (Eliade)… İşte bu gök tanrısının
yeryüzündeki temsilcisi durumundaki kralların taktığı taca eski
çağlarda “Zülkarneyn” deniyordu. Zamanla dinî anlamı unutularak her
kralın alelade takdığı bir “krallık armasına” dönüştü.
Şu halde Zülkarneyn “iki boynuzlu taç takan krallardan biri”
demektir. Araplar bölge halkı olarak bu ismi bilirlerdi ve onlara
yabancı değildi. Bu ismi duyunca bir kraldan bahsedildiğini hemen
anlarlardı… Nitekim “Gidin Muhammed’e sorun. Eğer peygamberse Nuh
tufanı, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn’i anlatsın da görelim” diyerek onu
test etmek istemişlerdi. Yani yaşlı Araplar şehyleri aşiret odalarında
bu tür kıssaları “menkibeleştirilmiş” şekliyle etraflarına anlatıp durmaktaydılar…
Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssanın temel mesajının siyasi
olduğunu görüyoruz. Çünkü tarihten malzeme olarak seçilen olayın esas
kişisi bir kral, olaylar da krallık-halk ilişkileri ile ilgilidir.
Buradan, yer, zaman ve özel isimler verilmeyerek sonraki çağların tüm
“kralları” ve “krallık olayları” yani devlet, siyaset ve iktidar
ilişkileri için evrensel mesajlar verilmek istendiğini anlıyoruz:
Yeryüzünde kendisine iktidar verilmiş bir siyasal güç (o günkü çağlarda
bir kral veya krallık) hangi değerlere göre hareket etmelidir?
İktidarın varlık gerekçesi nedir? Neye karışıp neye karışmamalıdır?
Hangi temel amacın “vesilesi” olarak kullanılmalıdır?
Kur’an, Zülkarneyn örneği üzerinden işte bu kadim sorulara yönelik esaslı mesajlar veriyor.
Kur’an o günkü Arapların bildiği Zülkarneyn kıssasını, kişiye,
zamana ve mekana gömerek tarihselleştirmek yerine, zaman ve mekandan
soyutlayarak bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli evrensel siyasi
felsefe dersine dönüştürüyor.
İkbal’in tabiriyle “590 yıldır donmuş” olan zihinlerimiz, çoğu kıssa da olduğu gibi, aşiret odasında laflayan yaşlı Arabın yaptığını yaparak kıssayı “menkibeleştirmiş”, insanlığın can yakıcı kadim sorunlarına “şifa”
olan asıl mesajını ıskalamışız. Çünkü biz şifadan okunmuş ayet anlarız.
O ayetleri muskaların içinden çıkarıp ortaya bir dökelim bakalım neymiş
şifa…
Şimdi, ayetleri muskaların içinden çıkarın, asılı durduğu
duvarlardan tozunu silerek indirin… Ey devlet ve iktidar sahipleri!
Hastalığınıza şifa, derdinize deva burada…
***
“Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. Onlara söyle: ‘Size ondan bir
hatıra anlatacağım.’ Biz ona yeryüzünde güçlü bir iktidar verdik. Ona
her şeyden sebep verdik.” (Kehf; 18/84)
Yani; iktidar sahibi kılmamızın nedeni sırf iktidar olmak değil;
sebepleri, amaçları gerçekleştirmek içindi… Demek ki iktidar amaç
değil; araçtır. İktidarın bizatihi kendisi amaç olamaz. Ondan daha yüce
amaçları gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanılabilir. “Devlet”
ten daha yüce değerler vardır. Devlet (o çağlarda kral, krallık) bunun
için vardır… Batılı modern siyaset felsefecilerinden Machivelli “Hükümdar”
kitabında açıkca iktidarın araç değil; amaç olduğunu, bizatihi kendi
mantığı içinde iktidarın kendi amacını ve tabiatını yarattığını
savunmuştur. Siyaset felsefelerinin çoğunun bu görüşten etkilendiğini
görüyoruz.
“Derken o sebebe tabi oldu.” (18/85)
Yani; bir amaca yöneldi… İktidarın yüce amaçlar uğruna nasıl
kullanılacağının bir örneği olarak yeryüzünde sefere çıktı, yolculuğa
başladı…
“Güneşin battığı yöne doğru o kadar gitti ki, artık güneş bulanık
bir suya dalıyormuş gibi görünüyordu. Gittiği yerde bir halk gördü.
Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Onları ister cezalandır ister iyi davran.” (18/86)
Yani; çok uzaklara gitti. Gittiği yerde günahkar bir toplumla
karşılaştı. Onları cezalandırmakla iyi muamele etmek arasında tercih
yapmak durumunda kaldı… Burada da “Devlet ne yapmalı?” sorusunun cevabı veriliyor. Devlet ve iktidar neye karışmalı, neye karışmamalı? Devletin yöneldiği “esas amaç” ne olmalı? Sonraki ayet bunun cevabını veriyor?
“O şöyle dedi: Her kim zulmederse onu cezalandıracağız. Gerisi Rabbine havale edilir, O da görülmedik azapla cezalarını verir.” (18/87)
Yani; elinde iktidarı tutan birisi olarak benim esas işim “zulümle”
mücadele etmektir. İktidarın ana görevi budur; haksızlıkların önüne
geçmek ve adaleti ayağa dikmek! Bu hususta hiçbir ayrım yapılmamalıdır.
İnsanlar “ötekine” haksızlık yapıp, hak hukuk çiğnedi mi iktidarın
görevi başlar. Bunun dışında kalan konular Allah’a havale edilir.
Onların hesabını Allah ahirette görür. İktidar bu dünyada her şeye
karışacak, insanların başına tanrı kesilecek, günah bekçiliği yapacak
diye bir şey yoktur…
“Ancak her kim de iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için
çalışırsa, buna da en güzel şekilde karşılık vardır. İşimizde ona
hiçbir zorluk çıkarmayız.” (18/88)
Demek ki insanlar iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmalıdırlar (amel-i salihât).
İktidar ise insanlar arasındaki mal, can, ırz, namus başta olmak üzere
temel hakları korumaya ve kollamaya yönelmelidir. Bunlara yönelik her
türlü saldırı, tecavüz ve hak ihlali ile mücadele etmelidir, yani
zulümle savaşmalıdır…
“Sonra yine başka bir amaca yöneldi…Nihayet güneşin doğduğu yere
vardığında, güneşin, doğayla iç içe yaşattığımız bir halkın üzerine
doğmakta olduğunu gördü. İşte böyle, Biz onun yanında olan her şeyi
bilgimizle kuşatmıştık.” (18/91)
Demek ki; iktidarın yeryüzünün bir kenarında kendi halinde doğayla
iç içe yaşayan, ilkel gördüğü kabile ve toplulukları “çağdaşlaştırmak”
için onların yaşam tarzlarını değiştirmeye yönelmemesi gerekir. Onların
doğal hayat tarzlarını kendine benzetmeye, zorla değiştirmeye
çalışmaması gerekir. İktidar bu anlamda bir halkın hayat tarzına,
giyimine kuşamına, yemek yeme biçimine, dini ayin, folklor gibi yerel
özelliklerine müdahele edemez. İster ilkel, ister modern tarzda
yaşasın, ister son model teknoloji kullansın ister kullanmasın, ister
karasabanla, ister bilgisayarla yaşasın, insanlar zoraki bir şeyi
benimsemeye, bir yaşam tarzını kabule zorlanamazlar. Doğayla iç içe
yaşayan topluluklar yerlerinden yurtlarından sürülemez, yakalanıp
modern şehirlere götürülemez, köle yapılamazlar. Onlar insanlığın
zenginliğidirler. Bir halka iktidar bizim elimizde, güçlüyüz
kudretliyiz diye tek bir yaşam tarzı dayatılamaz. İktidar ancak ve
sadece “zulüm-adalet” çelişkisini “baş çelişki” olarak görür ve daima adaletten yana taraf olur.
“Sonra başka bir amaca yöneldi… Nihayet iki set arasına vardığı
zaman, önlerinde neredeyse hiç söz anlamayan bir halk buldu. Onlar: “Ey
Zülkarneyn! Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden
onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur
mu dediler. Dedi ki: “Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır; haydi
siz bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set
yapayım.” (18/95)
Demek ki iktidarın esas amacı vergi toplamak, mal yığmak ve bu yolla zenginleşmek değildir. Vergi iktidara Ye’cüc ve Me’cüc’e (Herc-u Merc’e)
yani kargaşa, altüst oluş, anomie durumu, kanunsuzluk, kuralsızlık,
saldırı, talan, işgal hallerine mani olması ve halkını bunlardan
koruyacak tedbirler alması için verilir. Yani devlet halkın ödediği
parayı kamu yararı için harcamak zorundadır. Halkın vergileri iktidar
sahiplerinin zenginleşmesi için kullanılamaz. Burada bir üstünlük
yoktur. Asıl üstünlük ve erdem iktidar sahiplerinin kendilerini halk ve
kamu yararına vakfetmeleridir…
“Bana demir külçeleri getirin! İki dağın arası demir külçelerle
dolunca ‘Körükleyin!’ dedi. Demiri ateş haline getirince ‘Getirin
üzerine erimiş bakır dökeyim’ dedi. Artık seddi ne aşabildiler, ne de
delebildiler…” (18/97)
Demek ki bir iktidar ülkeyi iyilik ve adalet amacıyla imar etmeli,
bu uğurda gerekirse dağları delip kurşun dökmeli, sağlam önlemlerle
halkını, saldırı, tecavüz, talan, zulüm ve haksızlıklardan bir zırh
gibi korumalıdır.
“Zulkaneyn: Bu, Rabbimin sevgi ve merhametidir. Rabbimin
vadettiği an gelince o da yıkılıp gidecektir. Unutmayın, Rabbimin vadi
gerçeğin ta kendisidir!” (18/98)
Yani; bütün bu önlemler Allah’ın sevgi ve merhametini çekmek
içindir. Yoksa bir toplumun akibeti, zulümler ayyuka çıkar, fesat her
yana yayılırsa herc-ü merc, iyilik, güzellik ve doğruluk (salah)
yayılırsa mutlulukla sonuçlanır. İktidarların (kral, devlet, siyasi
otorite vs.) esas amacı halkın mutluluğuna yönelik bu tedbirleri
almaktan ibarettir… Kıyamet günündeki cennet ve cehennem dahi
yeryüzünde yapılanların tabiî sonucundan başka bir şey değildir.
Yeryüzünü yakıp yıkan cehennemde de yakılıp yıkılır, yeryüzünü imar
eden, her yana mutluluk saçan ise cennette de aynısını görür… Bu
nedenle devlet, iktidar ve ikbal fani; iyilik, güzellik, doğruluk, iyilik, erdem ve adalet bakidir. Kefeninizle beraber Allah’a bunlarla gitmeye bakın. Yoksa nehir kenarlarında biten otlar gibi yaşamış olursunuz…
***
Kur’an’da tek bir yerde geçen Zülkarneyn kıssası bundan ibarettir…
Kur’an’ın bu çağdaki okurları olarak kıssadan şu üç temel masajı artık çıkarabiliriz:
1- Zülkarneyn yöneldiği birinci yerde günah işleyen bir topluluğa
ancak zalim iseler müdahele edip cezalandıracağını söylemiş, gerisini
Allah’a havale etmiştir. Bu bir devlet/iktidar için “adaleti esas al” mesajıdır…
2- Zülkarneyn yöneldiği ikinci yerde doğayla iç içe yaşayan bir
halkla karşılaşmış ve onlara hiç dokunmamıştır. Bu bir devlet/iktidar
için “hürmet ve özgürlüğü esas al” mesajıdır…
3- Zülkarneyn yöneldiği üçüncü yerde saldırı, talan ve işgale
uğrayan/uğramak üzere olan bir halkla karşılaşmış ve onlara yardım
elini uzatıp demir külçelerle setten duvar yapımına girişmiştir. Bu ise
bir devlet/iktidar için “dayanışma, yardımlaşma ve imarı esas al” mesajıdır…
Aldık kabul ettik, ey vicdanın ve merhametin evrensel sesi, bilgelik kaynağı yüce Kitap! R.İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|