Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
alıntıdır
Elbiseyi Temizlemek |
|
Cemal ÇAĞLAK
İnanmak ya da inandığını zannetmek birbirlerinden farklı iki anlamı ifade eder. Her ne kadar ikisi de inançla alakalı kavramlar olsa bile ikinci tanımlama zannın hakimiyetine göre yapılanmış bir bilinçlenmeyi ifade etmektedir. Bu tür zann bilgilerle bilgilenmenin ayetlerle de ifade edildiği gibi hakikatte ne dünya ne de ahiret için hiçbir hayrı yoktur. Zan ne zaman bilgiyi güdümüne alırsa gerçekler şüphe ve hezeyan anaforunda asıl ekseninden uzaklaşır. Bu durumda elde bulunan bilgiler hakikatin izafileşmesine zemin hazırlar.
Allah’ın, elçileri vasıtasıyla insanlara yaptığı her çağrı mutlak bir bilgi şekliyle iletilmiştir. Emirlerin ulaşması noktasında zerre kadar zannın yeri olmamıştır. Vahyin hiçbir kişisel görüş ve tazyiğin şekillendirmesine bırakılmadan duyurulması, davette netliği ve başarıyı getirmiştir. Hal böyle olunca insanlığın kurtuluşu için gönderilen hükümler, taraftar bulsun veya bulmasın amacına ulaşıyordu. Vahiy, kimi zaman İbrahim gibi tek başına bir ümmet kimi zaman da Muhammed’le devlet noktasına erişiyordu. Her iki halde de onu tebliğ edenler azlık-çokluk sendromuna kapılmadan bilginin safiyeti ve ölçüsüyle hareket ediyorlardı. Ancak zaman geçtikçe insanlar vahiyle şekillenmek yerine vahyi yaşantılarına göre şekillendirmeye başladılar. Din adına kendilerine icazet verilmemesine rağmen suyun başını tutanlar hesaplarını ve konumlarını öne çıkararak uzlaşıcı ve bayağı formüllerle teviller, tefsirler yaptılar. Bu yozlaşma, piramitin tepesinden başlayarak tabanına kadar indi. Zamanın her adımında özden uzaklaşıldı. Kitap aynısıyla kaldı ama o kitapla müslümanların oluşturduğu Asr-ı Saadetin yerini asr-ı cehalet aldı. Artık kitabın yerine geçen rivayetler batılların tekrar uyanmasına vesile oldu. Değişik dinlerin ve geleneklerin etkileriyle tam bir metamorfoz oluştu. Dün bu dini tebliğ eden Peygamber ve arkadaşları az da olsa zalimlere meyletmezlerken daha sonra gece gündüz ilim tahsil ederek yetişen saray ulemaları ortaya çıktı. Ulema sarayın kapısını ve sultanın tahtını sallamayacak ilmi eserler kaleme alırken molla ve şeyhler de Kuran’da bizim bulamadığımız incelikleri tesbit ederek ayetlerle lohusa kadınların sütünü nasıl artıracaklarını, define bulmak için cinleri nasıl kullanacaklarını anlatan kitaplar şerhetmeye başladılar. Sapmanın bu boyuta geldiği zamanlarda öyle eserler yazıldı ki mahiyetlerinde, eseri yazanların rablığını görmek mümkündür. Son Peygamberin Muhammed olduğu ayetle sabit olmasına rağmen birileri ısrarla bu makama yerleşmeye çalıştı. Yazdığı safsataların ve kendisinin değerini yükseltmek için kimisi " Bana bildirildi ki... " diğeri pornagrafik eserlerini "alemlerin Rabbinden indirilmedir..." diye pazarladı. Bir başkası da rüyasında peygamberden aldığını söylediği emirle ümmetin aydınlanma kitabını yazdı. Görülüyor ki bu şizofrenik ve paranoyak düşünceler insanla vahiy arasına bütün zehirlerini kusmuşlardır. Evet, İblis boş durmuyor, insanların üzerine "atlıları ve yayalarıyla" yaygarayı koparıyordu. Zaten Kur’an’ı anlaması haram edilmiş halkın önüne ne koysalar kabulleniyordu. Avamın dini havasın dinine göre şekilleniyordu.
İşte bu İslam zannettikleri din bizi köleleştirdi. İrademiz ve düşünme yeteneğimiz elimizden alındı. Malı elinden alınsa susmayı, zalim yöneticilere başkaldırmamayı öğretti. Sıkıştığımız zaman kutuplardan, hızırdan, şeyhlerden yardım yolunu gösterirken Allah’ı hatırımıza bile getirmedi. Allah’ın hükümleri için "işittik ve itaat ettik" dememiz gerekirken, şeyhlerimizin, parti ve cemaat liderlerinin din adına bizi isyana süreklemelerine sessiz kaldık. Marks bu dini müslüman olanlardan çok daha iyi tanımıştı. Horasan’dan başlayıp şamanların sarık ve sakalla donanmasıyla şekillenen bu din, dün Ebu Cehillerin saltanatını yıkarken artık saltanata cevaz veren bir "afyon" olmuştu. Her kandil, mevlid ve cumalarda aklımıza ve vicdanımıza zerk edilen uyuşturucularla "sövene dilsiz , dövene elsiz" olmayı öğretirken bekaları içinde dua ettirmeyi unutturmadılar.
Nereden nereye geldik? Aslında hiçbir yerde değildik. Allah resulü neyi bırakmıştı? Elimizdeki nedir? O, müslümanlara sıkı sıkıya sarılmaları gereken bir kitap bırakmışken, biz başka kitapların ve insanların peşinde koştuk. Başta peygamberin ve sahabelerin tedvin ettirmediği hadis kaynaklarıyla – sıhhatıne bile bakmadan – itikad oluşturmaya başladık. Sonra hadislerin şerhlerine şerhler yazıldı. Bu ayrışmalar mezhebleri oluşturdu ve insanlar fırkalaştılar. Bu dallanma ve budaklama neticesinde herkes kendi yanındakiyle sevinmeye başladı. Dostluklar ve düşmanlıklar Kur’an’a göre değil, ruhbanların düşüncelerine göre şekillenmeye başladı. Bütün bu kaynak enflasyonu zihni gelişimin alameti olmaktan öte müstekbirlere olan mahkumiyetimizin bir göstergesidir. Tarih zaten bunun delilidir. İlk neslin öze bağlı hareketlerinden sonra müslümanların huzur dolu bir günü olmadığı gibi, asırlardır perişandırlar. Oysa Kur’an’la ahlaklandıkları zaman sahip oldukları güç ve imkan apaçık ortadadır. Buna rağmen bu köhneliğe dur demek için Kur’an’a dönüş çağrısı hurafeciliğin ve gelenekçiliğin şiddetli saldırısına uğradı. Her seferinde "bu kadar alim ve eser ne olacak?" çürük sakızını bir kere daha çiğnediler ve patlattılar. Doğrusu ne olacağı değil, ne olduğu ortadaydı. Bin küsür yıl sefalet ve cahillik, kölelik ve umutsuzluktan başka bir şey görmedik. Bu felaketler kronolojisini ister kabul edelim ister etmeyelim cebriyeci bir anlayışın hakimiyetine sebep oldu. Çaresizliği ve çıkmazı kendi elleriyle oluşturanlar bu pislikleri Allah’a havale ettiler ve kurtarıcı beklemeye başladılar. Böylece geleceği düşünülen ama asla gelmeyecek olan İsa ve Mehdi kültürü doğdu. Kargaşalarla geçen bu süreçte otoriteye hakim olanlar hiçbir zaman nefes darlığı çekmediler.
Bu manzara insanlığın dönüşümlü yaşadığı bir süreçtir. Peygamberin davetine başladığı Mekke’de farklı bir manzara yoktu. İnsanlar o zamanda İbrahim’den kalan tevhid dinini özden uzaklaştırarak örf dini haline getirmişlerdi ve onunla oyalanıyorlardı. Bu arada Darü’n Nedve erbabı da cahiliyenin uyanıkları olarak sermayeyi götürüyorlardı. Muhammed’in çağrısına gösterilen mukavemetin arkasında atalardan kalma dinin savunulması vardı. Ancak sadece bununla bırakırsak yeterli bir tanımlama yapmış olmayız. Rejimim kışkırtmalarla "ilahlarınıza sahip çıkın" diye yaptığı çıkış aslında "Truva atının" bir kere daha icat edilmesinden başka birşey değildi. O tahta atın karnında saklananlar ise Mekke ileri gelenlerinden başkası değildi. Yani onların siyasi, ekonomik, askeri, hukuki vb. her türlü gücün sahipleri... Vahyin okunuşuna karşın onlar: "Ey Mekkeliler! Muhammed sözleriyle saltanatımızı sallıyor" demiş olsaydılar, Mekke halkı Daru’n Nedve hesabına müslümanlarla çatışır mıydı. Asla... Sadece iktidardan nasiplenenlerin karşı koyması düşünülebelirdi. Ancak Mekke yönetimi hikmetli davranıyordu. Peygamberin çağrısına karşı kutsadıkları değerlerle; "İlahlarınıza sahip çıkın" anlayışıyla karşı koydular.
Onlar Bedir’de tükendi. Müslümanlar devletlerini kurdular. Raşid halifeler başa geçti. Zamanla kargaşa tekrar başladı. Şimdi hilafetin başında sultanlar vardı. Sultanların hakimiyetinde yine peygamberini özleyen ve çağrısını hayata geçiren müminler çıktı ortaya. Peygamberin toprak evi ve mescidi karşısında süslü mabedleri ve sarayları gördüklerinde başkaldırdılar. Başları kesildi. Bu dönemlerde ortaya çıkan kıyamları küfrün giyotini sürekli kesti, biçti. Sultanlar sülalerine armağan ettikleri saltanatı meşrulaştırmak için kendi hesaplarına konuşan bir sürü müfessir, muhaddis, fakih, kadı yetiştirdiler. Onlara maaş ve saraylarından oda verdiler. Böylece sultanlar Allah’ın gölgesi oluverdiler. Zaman durmadı tam bin dörtyüz küsür yıl geçti. Tarihin bu kokuşmuş panoraması yine karşımıza çıktı. Kralların, sultanların yerine devlet adamları, ulemanın yerine cemaat liderleri şeyhler, müftüler, vaizler geçti. Firavunlar yine sahneye çıktı ve orduların başına geçti. Bu manzarın sonucunda saltanatın ve hurafeye döndürülmüş dinin işbirliği yaparak peygamberlerin mirasını nasıl ortadan kaldırdıklarını görmek mümkündür. Bu işbirlikçi zihniyetin tavrı, İsa Peygamber’in tevhidi çıkışına karşı Romalı askerlerle yahudi din adamlarının işbirliği ölçüsündedir.
Görülüyor ki Peygamberin bıraktığı elbise epeyce kirlenmiştir. Allah resulünün üzerimize giydirdiği gömlek bu değildir. Şirki oluşturan bütün beşeri nizam ve ideolojilerin lekelediği bu gömlek bizi arkadan bağlayan bir deli gömleği hale gelmiştir. Bu gömleği ütülemek ya da düğme dikmek onu temize çıkarmaz. Kokuşmuş bu gömleğin içindeki duruşumuzla bozulmuş itikadımızla birlikte yapmış olduğumuz amellerimiz aynı konuma gelmiştir. Öyleyse bir kere daha kendimize gelerek Allah resulünün Müddesir suresindeki "Elbiseni temizle, pislikten kaçın" ayetleriyle yapmış olduğu çağrıyı yeniden gündemimize alalım. Yani düşünce dünyamızı kirletmiş olan bütün beşeri nizam ve ideolojileri terkederek Allah’ın bizden istediği şekilde inanmaya çalışalım. Aksi halde bozuk bilinçle bizlere dayatılan baskılara karşı ürkek, aciz ve korkak bir tavır sergilemekten başka bir şey yapamayız. Bilinçsizliğimizin bu boyutu, bugün başörtüsü yasağında kendisini göstermektedir. Ağzına mikrofon uzatılan başörtülü öğrenciler "demokratik haklardan" mahrum edildiklerini söylemektedirler. Bu sözlerle hak arama anlayışı asla Kuran’a uygun değildir. Batıdan ithal edilmiş ve insanların soysuzlaşması ve sömürülmesine sebep olan sistemlerin merhametine sığınmak bir müslüman için olacak şey değildir.
Bizim için gerekli olan aslında apaçık ortadır. Asrın ziyanda olduğu şu zaman diliminde öncelikli ihtiyacımız sapasağlam bir itikaddır. İtikadımız doğru olmalı ki amellerimizin bir hayrı olsun. O takdirde bu din asla size boyun eğdirmeyecek, zulme karşı birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ettirecektir.
|