Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Deniz Nasıl Yarıldı?
Dikkat ederseniz, bunca gürültü arasında, mecbur kalmadıkça doğrudan gerilimli gündeme ilişkin yazmamaya çalışıyorum. Yazarsam bile on yıl sonra da okunabilecek yazılar çıkarmaya çalışıyorum. Yazdığım yazılar daha çok M. İkbal’in tavsiyesi doğrultusunda “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşasına” yönelik…
Ortalık kısmi sükunete de kavuşmuşken, kendi mecramda akmama ve epeydir beklettiğim bir konuyu ele almama müsaade ediniz…
***
Yazının başlığını okuyunca, bir çok kişi Hz. Musa zamanında Kızıldeniz’in yarılmasını hatırlamış ve “Bunu da inkar edecek” diye sanırım hayıflanmıştır…
Yo, inkar etmeyeceğim.
“Benzerinin bugün de olması lazım” tefsir ilkemiz gereği nasıl olduğunu göstereceğim, hem de fotoğraflarıyla…
Zaten ben bu tür Kur’an kıssalarını İsrailiyat etkisinden kurtarmaya, “Yaşayan Kur’an” espirisi çerçevesinde, tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden ele almaya çalışmaktayım.
Çünkü Kur’an her ne şeyden bahsediyorsa, bilin ki, aktörleri değişmek suretiyle bugün de oluyordur. Aksi halde Kur’an’ın evrenselliğinden bahsedilemez.
Bu tür Kur’an kıssalarını yaşandığı tarihte bir kez olmuş bitmiş bir mucize olarak görenler, asıl Kur’an’ı tarihsel olarak anlamaktalar. Kur’an’ın evrensel mesajını olayın geçtiği o zaman ile sınırlandırmakta, o tarihe gömmekte ve o mekana hapsetmekteler. Zira Kur’an’dan evrensel mesajlar çıkarılabilmemiz için ele aldığı konuların benzerlerinin bugün de oluyor/yaşıyor olması lazım.
Bu şu demektir; O çok bildiğimizi zannettiğiniz Kur’an’ı, yeniden okumamız gerekiyor!
Bunu en çok da insanları “Kur’an’a” çağıranların yapması gerekiyor!
Bu anlamda mucizenin “olağandışı olan şey” değil; “olmakta olan şey” olduğunu, bunun için tarihe, hayata ve tabiata bakmamız gerektiğini yani kafamızı kaldırıp etrafa bakmamız veya Kur’an’ın tabiri ile “yol kenarlarında” duran kanıt ve kalıntılara bakmamız gerektiğini söyleyip durmaktayım.
***
İşte size fotoğraflarıyla başka bir kanıt daha…
Güney Kore’nin Jindo adasına gidiyoruz…
Aşağıdaki haberi lütfen okuyun. Fotoğraflı olarak alıntıladım. Diğer fotoğrafları internette bir çok haber sitesi veya gazeteden fotoğraflarıyla beraber okuyabilirsiniz.
Haber şöyle:
“Güney Kore'de bulunan Jindo adası dünyanın en şaşırtıcı doğal olaylarından birisine tanıklık ediyor. Denizde yaşanan Med-Cezir sırasında deniz iki taraftan çekiliyor ve kara ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan kara 2.8 kilometre uzunluğunda ve 40 metre eninde. Görüntü aynen Hazreti Musa zamanında Kızıldeniz'in ortadan ikiye yarılmasını hatırlatıyor. Med - Cezir zamanlarında adada artık geleneksel olarak bir festival düzenleniyor. Güney Koreliler festivalde adeta adaya akın ediyor. Milyonlarca insan denizin çekilmesiyle birlikte ortaya çıkan bu yoldan adaya yürümek için burada toplanıyor… Ancak Güney Koreliler bu olayın med cezir olduğuna inanmıyorlar. Efsaneye göre Jindo Adasında yaşayan köylüler sık sık kaplanların saldırılarına uğruyorlardı. Günün birinde kaplanlar bütün köy ü kuşatınca köyde yaşayanlar can havliyle adanın komşusu olan Modo adasına yüzdüler. Bu arada köyün en yaşlı kişisi olan bir kadın yüzme bilmediği için Modo Adasına gidemedi. Sahile kadar yürüyen bu kadın, adaya geçemeyeceğini anlayınca Tanrı’ya dua etti. Duası kabul olan bu kadın için o gün denizden bu yol açıldı. Yüzme bilmeyen yaşlı kadın bu yoldan yürüyerek karşı ad aya ulaştı ve kaplanlardan kurtuldu. O günden bu yana bu efsane için adada toplanan Koreliler, aynı yolu yürüyerek geçerek Tanrı’ya dua ediyorlar…”
***
Görüldüğü gibi Güney Koreliler de, tıpkı Yahudiler gibi Tanrı’nın gücünün ve mucizesinin “olmakta olanda/ doğal olanda” olduğunu kabule yanaşmıyorlar, çok ilginç!
Neden acaba?
Çünkü…
Doğal olunca herkese ait oluyor ve kendilerinin bir ayrıcalığı kalmıyor. Oysa Tanrı’nın hassaten örneğin Yahudilerin yanında olduğunu, onları kayırdığını, onlara sıkıştıklarında mucizeler gönderdiğini göstermeleri gerek! Kendilerinin diğer “sıradan” milletlerden ayrıcalıklı “Tanrı’nın seçimleş ırkı” olduklarını kör gözlere ancak böyle kabul ettirebilirler. Bunun için, bu olayın, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir “Tanrısal mucize” olması gerek! Diğer milletler selde, tufanda, tsunamide, depremde, yanardağ patlamalarında lavlar altında kalarak can pazarı yaşıyorken bunların Tanrı’nın özel muamelesi ile kurtarılıyor olması gerek! Yoksa üstünlüklerini nasıl ispat edecekler?
Yahudilerin Hz. Musa üzerinden, Hristıyanların Hz.İsa üzerinden ve hatta kimi Müslümanların Hz. Muhammed üzerinden ürettikleri “mit” anlaşılıyor olmalı…
Sırf, bunların nüfuz cüzdanını taşıyor olmakla kurtulmuşluk vehmine kapılma…
“Ateş bize birkaç günden fazla dokunmaz” avuntusuyla geri kalan herkesi cehenneme doldurma ihtirası…
Tanrı’ya sahip çıkma, Peygamberi tekeline alma, mucizeyi kendine hasretme ve bunlarla tarihte tutunma arzusu…
Yahudiler, Tanrı’ya sahip çıkma ve mucizeleri yalnızca kendi soylarına mahsus kılmakla kalmamışlar, peygamberliği de kendi tekellerine almışlar. Hind kast sisteminden devşirdikleri dini oligarşik yapı ile bütün peygamberlerin ancak ve sadece kendi soylarından çıkabileceğine inanmışlar. Adem’den itibaren dünya tarihini Tevrat’ta böyle yazmışlar.
Baştan sona kurgu…
(Benu-İsrail= İsrail’e (Yakup’a) nispet ederek bina etme, düzme, kurgulama, onun torunları olduğunu iddia etme cingözlüğü!!!)
Görüyorsunuz, “herkese ait olan” üzerinde tam bir simsarlık ve baronluk tesis edilmiş!
Halbuki ne diyor Kur’an;
“Cennet ne sizin kuruntularınızla, ne de önceki çağlarda kitap verilenlerin kuruntularıyla kazanılacak bir yer değildir. Kim bir kötülük yaparsa cezasını çeker ve Allah’tan başka da ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulabilir” (Nisa; 4/123).
Yani: Cennet “Biz Müslümanlarız, bizim dinimiz son hak dindir. Müslüman olmadıkça, bizim dinimize geçmedikçe cennete girmek mümkün değildir. Her ne kadar günah işlesek de Allah bu son dine mensup olduğumuz için bizi affeder. Allah bizi yakmaz” diyerek sizin kuruntularınızla, “Biz Allah’ın seçilmiş halkıyız. Bütün peygamberler bizden çıkmış. Asıl hak din ve hak kitap bizimkisi. Cehennem bize sayılı gönlerden başka dokunmaz” diyen Yahudilerin kuruntularıyla, “İsa hepimiz için kendini feda etmiş. O’nun kilisesine girmedikçe, vaftiz olup temizlenmedikçe kimse cennete giremez” diyen Hristıyanların kuruntularıyla kazanılacak bir yer değildir!
Yani: “Allah’ın hakkını teslim eden” (Müslüman) derken Araplar, Türkler veya Farslar, “Allah’a kulak veren” (İsmail) derken Arap soyu, “Tanrı ile yürüyen” (İsrail) derken İbrani soyu, Allah’ın yardımcıları (Ensarullah) derken de Haçlılar, İngilizler, Almanlar, Fransızlar vs. kastediliyor değildir. Kurtulmuş soy, seçilmiş ırk veya lanetlenmiş kavim diye bir şey yoktur. Kim sahiden “Allah ile yürüyorsa”, hakkı teslim edenler de, Tanrı ile yürüyenler de, Allah’a yardım edenler de işte onlardır. Allah ile yürümek demek, Allah’ın varlığına, birliğine, bölünmez bütünlüğüne ve hesaba, kitaba canı gönülden iman edip iyilik, güzellik, doğruluk yolunda çalışmak, böylece Allah bilinciyle yaşanmış erdemli ve dürüst bir hayat sürmek demektir. Irk, kavim, millet ve tarihsel din telâkkileriyle, etiketlerle, nüfus cüzdanı kimlikleriyle avunup durmayı bırakın. İman, ahlâk, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi değerleri yaşamaya, ete kemiğe büründürmeye bakın, evrensel kurtuluşun yolu budur!
***
Fazla dağıtmadan konuya dönelim…
Kızıldeniz’in yarılması olayını Meal-Tefsir’de şöyle açıklamışız;
“Deniz yarılmasının, bugün bu denizin Süveyş kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda gerçekleştiği anlaşılıyor. Olayın yaşandığı çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi’nin ana kıtayla Frisian adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Denizin geri çekilmesi (cezir) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, bu durumdayken deniz kapanması (med) ile sulara gömülmekteydi. Olayın böylesi bir anda yaşandığı anlaşılıyor. Nitekim olaylar yazılı metinlerde anlatıldığı gibi bir anda olup bitmiyor, günlerce sürebiliyordu. Keza Tevrat’ta olay “ Ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeli ile denizi geri çevirdi ve denizi karaya çevirdi ve sular yarıldı”(Çıkış; 14/1–31) şeklinde anlatılır. Şu halde olayda Allah’ın ayeti (mucizesi) Musa’nın asası ile denizi yarıp karşıya geçmesi değil; med-cezir olayı ile yarılıp açılmış olan deniz ve ortasında görünen toprak yoldan Musa’nın asası ile orayı işaret ederek karşıya geçilmesidir. Yani Musa ve taraftarları zaman zaman meydana gelen ve bilinen bir tabiat olayından (med-cezir) yararlanmışlardır. Firavun’un da içlerinde olduğu bir çoğu da orada boğulmuştur. Çünkü eğer hepsi boğulsaydı Firavunluk yıkılır, Musa da geri dönerdi. Oysa bu olaydan sonra Firavunluk daha yüzlerce yıl devam etti… Burada Kuran’ın “varlığın diliyle konuşan” uslubunu görüyoruz. Bu usluba göre ilahi fiiller doğa olaylarının dışından gelmez; doğal olanın bizzat kendisi odur zaten. Dahası bu tür olaylar halen olmaya devam etmektedir…” (bkz.Yaşayan Kur’an, Taha; 20/78 tefsiri).
***
Bu tefsiri yukarıdaki Güney Kore Jindo adasındaki olayla karşılaştırınız. Fotoğraflara iyice bakınız. Taha suresinde anlatılan olayların “yaşayan tefsirini” göreceksiniz.
Hz. Musa’nın yarılan denizden karşıya geçmesi de işte böyleydi!
Kur’an’ın verili tarih, yaşayan hayat ve canlı tabiat ile tefsiri dediğimiz şey işte budur!
Güney Korelilerin olayı mitleştirdikleri gibi Yahudiler de anlattığımız sebeplerle aynen öyle mitleştirdiler ve Tevrat’a o mitleşmiş haliyle aldılar. Bizim Müslümanlar da oradaki mitleşmiş halini iktibas edip duruyorlar. Yeryüzünde dolaşıp yaşayan hayata, canlı tabiata bakma ve araştırma zahmetine katlanmıyorlar. Böyle olunca da okudukları Kur’an bir “ölü metin” haline geliyor.
“Yaşayan Kur’an” ile ne demek istediğimi anlatabilmek için döktüğüm onca dilden sonra sanırım artık susma makamındayım.
Her an bir iş ve oluşta olan, dün olduğu gibi bugün de enfüsteki ve afâktaki “yaşayan ayetlerini” hiç durmadan gösteren Allah’a hamdolsun!
Recep İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|