Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Çağdaş Hıristiyan Düşüncesinde Öteki'nin
İnklusivist Yorumu
Şinasi Gündüz
Soteriolojik
problemler öteden beri Hıristiyan ilahiyatında tartışılagelen
konular arasında önemli bir yer teşkil etmiştir. Kurtuluşun ne
olduğu, kurtuluşta kişisel ve tanrısal iradenin yeri ve bu
çerçevede kurtuluşta kişisel istek ve çabaların mı yoksa ilahi
rahmetin mi belirleyici olduğu gibi konular, erken dönemlerden
itibaren Hıristiyan teolog ve araştırıcıların zihnini meşgul
etmiştir. Kurtuluşla ilgili bütün bu problemlerin yanı sıra,
son zamanlarda Hıristiyan geleneğinde üzerinde yoğunlaşılan
bir diğer önemli tartışma konusu, kilise dışında kalanların,
yani öteki din bağlılarıyla geleneksel herhangi bir dinsel
sisteme bağlı olmayan ya da Tanrı, ahiret ve benzeri dinsel
değerleri dışlayan kimselerin kurtuluş açısından
değerlendirilmesi olmuştur.
Diğer din
mensuplarının kurtuluş açısından konumu sorunu, Hıristiyanlık
dışındaki diğer dinsel geleneklerde de üzerinde zaman zaman
kafa yorulan önemli bir problem olmuştur. Genellikle dinlerin,
kurtuluşu yalnızca kendisine hasreden ve bu bağlamda diğer
inanç bağlılarının mutlak helak olacağını varsayan dışlamacı
yaklaşımlarına karşın, başta Hinduizm ve Budizm olmak üzere
çeşitli dinsel geleneklere ait bazı kaynakların ya da bu
dinler bünyesinde ortaya çıkan bazı yenilikçi akımların,
geniş halk kitlelerinin genel kabul halinde benimsediği
kurtuluşta ötekini dışlamacı tavırlara karşı çıkmakta
oldukları ve kurtuluş açısından daha evrensel ve kapsayıcı
bir yaklaşım öngördükleri görülmektedir. Örneğin Ramakrişna,
Vivekananda ve benzeri Hindu düşünürler, Hindu hakikat
anlayışını merkez alarak diğer dinleri ve bunların bağlılarını
da kapsayan bir kurtuluş öğretisi savunurlar. Tanrının
herkese kendi konumuna uygun bir dinsel gelenek verdiği
düşüncesinden hareketle Ramakrişna, yeryüzündeki dinsel
çoğulculuğun Tanrının insanlara yönelik inayeti/rahmeti
olduğunu ve tam olarak uygulandığında bütün dinlerin insanı en
yüce gayeye götüreceğini savunur. Benzer şekilde Vivekananda
da bütün dinlerin hakikat yolunda birer basamak olduğunu ve
bunların hepsinin de iyi olduklarını düşünür. Yine ona göre bu
basamaklar birbirini izlemekte, yani her bir basamak kişiyi
bir diğerine iletmektedir (Yitik, 1998: 135-138). Gerek
Ramakrişna'nın gerekse Vivekananda'nın diğer dinsel
gelenekleri de kapsayıcı olan bu kurtuluş anlayışlarında
kurtuluşun temeli olarak ele alınan hakikat ya da nihai
gerçek fenomeninin Hinduizm merkezli olarak algılandığı
gözden kaçmamaktadır.
Hinduizm
bünyesindeki çeşitli kutsal metinlerde yer alan bazı ifade ve
yaklaşımların, Hindu geleneğinde görülen bu kapsayıcı kurtuluş
öğretilerine adeta ilham kaynağı olduğu görülmektedir.
Bunların başında Rigveda'ı, 164'te geçen "aslında hakikat
tektir; azizler onu farklı isimlerle çağırırlar" ifadesi
gelmektedir. Bundan başka Sanatana Dharma (evrensel din ya da
ezeli-ebedi yol/gerçek) anlayışı ve Upanişadlarda işlenen
"bütün bireysellikleri de içeren ve her şeyin ötesinde mutlak
aşkın olan, nihai gerçek/hakikat Brahman" düşüncesi de diğer
dinsel gelenekleri aynı hakikate yönelik farklı yaklaşımlar
olarak değerlendirmede referans olarak kullanılmaktadır
(Yitik, 1998: 129; Hick, 1973: 131).
Hinduizme benzer
şekilde Budizmde de diğer dinsel gelenekler, hakikate ulaşma
konusunda birer vasıta olarak değerlendirilmekte ve Dharma'nın
farklı görünüşlerinin kısmen de olsa bu geleneklerde yansıdığı
kabul edilmektedir (Hick, 1987: 331). Aynı şekilde, insanlığın
ikinci atası sayılan Nuh'a verildiğine inanılan ilahi
kurallara herkesin uyma zorunluluğu bulunduğundan hareketle,
Yahudi olmayanların da (Goyim) bu kurallara riayet etmeleri
durumunda Tanrının kurtuluş planında bir yeri olduğu
düşüncesi, başta Maimonides olmak üzere çeşitli Yahudi
ilahiyatçılarca ifade edilmiştir. Dolayısıyla kurtuluş
konusunda diğer din bağlılarını da kapsayıcı daha evrensel
bir yaklaşım Yahudi geleneğinde de söz konusudur.[1]
İnklusivizm
Türkçeye
kapsayıcılık ya da inhisarcılık şeklinde çevrilebilen
inklusivizm, dinsel anlamda belirli bir din ya da inanç
sisteminin kurtarıcı hakikat veya nihai gerçeğin en doğru, en
mutlak ya da en mükemmel ifadesi olarak kabul edilmesiyle
birlikte, bu hakikati gerçekleştirebildiği oranda diğer dinler
veya inanç sistemlerinin de insanın kurtuluşu açısından
olumlu bir yere sahip oldukları/olabilecekleri düşüncesidir.
Bu doğrultuda inklusivist teori, hakikat ya da gerçeğin
yalnızca bir dinsel geleneğe has olduğunu ve ancak bu
dine/inanç sistemine bağlanmakla kişinin kurtulabileceğini
savunan ve diğer dinlerin insanların kurtuluşu açısından
olumlu bir anlam ifade etmediğini ya da bunların kesinlikle
insanı kurtaramayacağını ileri süren ekslusivist,
partikularist veya dışlamacı/kurtuluşta tekelci görüşten
ayrılır. Aynı şekilde inklusivist teori, bütün dinlerin
hakikate veya gerçeğe yönelik insanın cevapları olduğunu, her
dinin bağlılarını hakikate ulaştırabileceğini ve kurtuluşa
ulaştırma açısından bir dinsel geleneğin bir diğerine ya da
diğerlerine üstünlüğünden, önceliğinden veya daha
mükemmelliğinden söz edilemeyeceğini savunan pluralist/çoğulcu
yaklaşımdan da ayrılır.
İnklusivist
teorinin iki temel görüşünden söz edilebilir. Bunlardan
birincisi, hakikatin ifadesi ve kurtuluş açısından belirli
bir dinsel geleneğin norm olarak kabul edilmesidir. Buna göre
hakikat, nihai gerçek ve kurtuluş, norm olarak alınan bu
dinin öğretileri doğrultusunda tanımlanır; kurtuluşun tanımı
ve ifadesinde belirli bir din/inanç merkezlilik ön plana
çıkar. Örneğin Hıristiyan inklusivizminde kurtuluşun Mesih
merkezli (Kristosentrik) yorumu normatif bir ön kabul olarak
karşımıza çıkmaktadır. İnklusivist teorinin ikinci temel
görüşü ise, norm olarak kabul edilen dinsel gelenekte tam
ifadesini bulan hakikat ya da gerçeğin diğer dinsel gelenekler
aracılığıyla da şu ya da bu şekilde kavranabileceği,
dolayısıyla diğer din bağlılarının da kendi dinsel gelenekleri
içerisinde kurtuluş açısından belirli bir olumlu mesafe
kaydedebilecekleridir (bkn.. Heim, 1995: 4).
Bu iki temel
görüşüyle inklusivist teori, C.H. Pinnock'un yerinde
tespitiyle (1995: 102) "ekslusivizm ve pluralizm arasında bir
orta yol" olma iddiasındadır. Gerçekten de inklusivizm,
hakikat ve kurtuluş kavramlarına getirdiği yorum açısından
bir yandan ekslusivizmle diğer yandan da pluralizmle bazı
ortak noktalar taşımaktadır. Örneğin inklusivistler, kurtuluş
için hakikati ifade eden bir mutlak durumun, koşulun var
olduğunu ve bunun yalnızca bir dinde gerçek şekilde
bildirildiğini savunmakla ekslusivist görüşe paralel bir yapı
sergilemektedirler. Diğer yönden ise yine inklusivistler,
kurtuluş yolunun tüm insanlara açık ve kapsayıcı olduğu,
gerçek/doğru din tarafından belirlenen hakikatin, tanrısal
gerçeğin ya da Tanrının farklı dinler vasıtasıyla da
kavranabileceğini, ilahi rahmetin bu dinlerde de faaliyette
olabileceği düşüncesiyle ekslusivistlerden ayrılmakta ve
kısmen de olsa pluralistlere yaklaşmaktadırlar (Peterson,
1991: 228).
Birazdan
değineceğimiz gibi, çeşitli araştırıcılarca Hıristiyan
geleneğindeki inklusivist yaklaşımlar, çok öncelere hatta
Kilise Babaları dönemine kadar götürülür. Ancak Hıristiyan
çevrelerde bu yaklaşımın yoğun olarak tartışılması ve çeşitli
çevrelerde adeta genel kabul görmesi fazla öncelere gitmez;
özellikle II. Vatikan Konsili sonrası dönemde yoğunlaşan,
hatta bazı kiliselerde resmi bir yaklaşım olarak kabul gören
bu bakış açısının ana hatlarıyla 20. yüzyılda şekillendiği
söylenebilir. Peki, Hıristiyan düşünürlerle eklesiastik
çevreleri, kilisenin öteden beri önemli bir dogması olan
extra ecclesiam nulla salus "kilise dışında kurtuluş
yoktur" yaklaşımını yeniden düşünmeye ve kilise dışında da
kurtuluş olduğu/olabileceği kanaatine götüren nedenler ne
olabilir?
Bunları
sosyo-kültürel nedenler ve eklesiastik/dinsel nedenler
şeklinde iki kategoride ele almak mümkündür. Sosyo-kültürel
nedenler farklı dinsel cemaatlerin bir arada yaşama
zorunluluğundan ve gittikçe artan, hatta giriftleşen sosyal
ilişkilerden kaynaklanan ve soruna pratik çözümler üretme
amacına yönelik bir karakter taşırken, eklesiastik/dinsel
nedenler konuya ilişkin çeşitli teolojik ve doktrinel
çözümlemeleri içermekte ve daha fazla teorik bir boyut
taşımaktadır.
Batıda
gerçekleşen iki önemli hareket olan Sanayi Devrimi ve
Aydınlanma hareketi birçok konuda olduğu gibi dinler arası
ilişkiler konusunda da köklü değişikliklerin gerçekleşmesine
ve bu bağlamda oldukça önemli sonuçların oluşmasına neden
olmuştur. şüphesiz bunu, bu iki hareketin doğrudan bilinçli
bir etkisi ve sonucu olarak değerlendirmek gerekmez. Ancak
Sanayi Devrimiyle Aydınlanma hareketinin oluşturduğu
sosyo-kültürel ve düşünsel atmosfer, din konusundaki birçok
entelektüel temanın tartışılmaya başlanması ve birçok inanç
ve değerin sorgulanması yanı sıra, farklı dinlerin ve din
bağlılarının birbirlerine bakışları açısından da köklü
değişimlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Genellikle 18.
yy'da buhar makinesinin icadıyla İngiltere'de başladığı
düşünülen ve kısa zamanda gelişerek tüm Batı ülkelerini içine
alan sanayileşme hareketi, sömürgecilik, kölelik, ucuz iş
gücü ticareti ve hızla artan göçler nedeniyle, kısa zamanda
farklı inançları paylaşan insanların bir arada yaşadıkları
toplumsal yapıların oluşmasına neden oldu. Böylelikle gerek
Batı ülkelerinde gerekse sömürge bölgelerinde egemen güç
konumundaki Batılılar ve bunların sahip oldukları dinsel
gelenek olan Hıristiyanlık, farklı kültürel yapıya sahip olan
halklarla ve Hıristiyanlık dışı inanç sistemleriyle doğrudan
ilişki kurmak durumunda kaldı. Gerçi bu ilişkide
Hıristiyanlık, genellikle tercihini farklı inançlardaki
kişileri ve halkları Hıristiyanlaştırma çabaları ve
misyonerlikten yana kullanma durumunda oldu ve bu bağlamda
başta Latin Amerika, Okyanusya ve Afrika olmak üzere birçok
sömürge bölgelerindeki halklarla buralardan Batı ülkelerine
getirilen köleler Hıristiyanlaştırıldı. Ancak ilerleyen zaman
içerisinde gerek sömürge bölgelerinde yaşayan halklar
arasında gerekse Batı ülkelerine gelerek buralara yerleşenler
içerisinde kendi etnik ve dinsel kimliğini koruyan, kendi
farklılığını devam ettiren kimseler oldu ve Hıristiyanlar bu
dinsel gruplarla misyonerliğin ötesinde, komşuluk,
işçi-işveren ve benzeri düzlemlerde sosyal ve kültürel
ilişkiler kurmak durumunda kaldılar. Zira, farklı inançları
temsil eden kesimler, Rahner'in ifadesiyle birbirleriyle kapı
komşusu oldular (Rahner, 1980: 54). Dolayısıyla bu zorunlu
komşuluk ilişkileri zamanla komşuların birbirlerini daha iyi
tanıma ve anlama ortamının oluşmasına zemin hazırladı. Bu
durum Hıristiyanları, özellikle çeşitli Hıristiyan düşünürleri
ve ilahiyatçıları, zamanla farklı inançlardaki komşularına
yönelik Ortaçağlardan kendilerine miras kalan çeşitli
önyargılarını sorgulamaya, iyi ve doğru insan olma, kurtuluş,
hakikat ve benzeri kavramlara yönelik tekelci/dışlamacı
tavırlarını yeniden gözden geçirmeye yönlendirdi.
İnklusivist bakış
açısının sosyo-kültürel nedenleri arasında Aydınlanma dönemi
çerçevesinde Batıda, özellikle bilim çevrelerinde gelişen din
ve dinsel değerler karşıtı eğilimin de önemli yeri vardır.
Bilim anlayışında dinsel verileri dışlayan, akıl ve empirik
verilere dayalı bilim anlayışını ön plana çıkaran ve bu
çerçevede genellikle dini bilim dışı, hayal ürünü, insanın
korku ve ümit duygularından kaynaklanan, mitoslar ve gerçek
dışı şeylerden ibaret bir kurum olarak gören Pozitivist
çevreler, özellikle 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında
kiliseye ve Hıristiyan dogmalarına adeta savaş açtılar. Kilise
karşıtı bu mücadelede yalnızca Papalık kurumu ve
Hıristiyanlık değil, diğer birçok dinsel gelenekte de şu ya da
bu şekilde karşılığı bulunan Tanrı, ahiret, peygamberlik,
vahiy, metafizik hakikat gibi değerler de salt akıl ve empirik
veriler çerçevesinde eleştirilmeye bilim ve gerçek dışı
addedilmeye başlandı. Batıda kilise ve din karşıtı çevrelerce
geliştirilen bu yaklaşım, Hıristiyan çevreleri sorunun
yalnızca Hıristiyanlığı değil bütün dinsel gelenekleri
ilgilendiren ciddi bir problem olduğunu ifade etmeye ve
kendisiyle özdeş olmasa bile paralel ya da en azından benzer
inançları taşıyan diğer dinsel geleneklerle ve bunların
bağlılarıyla, din ve dinsel değerler karşıtı bu çevrelere
karşı ortak mücadele etme düşüncesine sevk etti. Örneğin,
Katolik inklusivizminin önemli temsilcisi K. Rahner (1980:
53), Hıristiyanlık da dahil bütün dinlerin, geçmişte olmayan
önemli bir düşmanlıkla, dindışılık, dinsel değerlerin toptan
reddi ve katı sekülarizasyonla yüz yüze olduğuna dikkat çekti.
Ateizm, pozitivizm ve materyalizm gibi akımlara karşı ortak
mücadele etme isteği kiliseyi hem Hıristiyanlık içerisindeki
farklı akımlarla yakınlaşıp uzlaşı zemini oluşturmaya hem de
Hıristiyanlık dışı diğer dinsel geleneklerle birbirlerini
tanıma ve anlama noktasında daha istekli ve hoşgörülü bir
tutum izlemeye teşvik etti. Nitekim Hıristiyanlar, bu
çerçevede diğer nedenlerin de etkisiyle zamanla Hıristiyanlık
dışı dinlere karşı geleneksel dışlamacı tavırlarını gözden
geçirmeye başladılar.
Hıristiyan
geleneğinde diğer inanç sistemlerine ve bunların bağlılarına
yönelik inklusivist bakış açısının eklesiastik/dinsel
nedenlerini ise iki grupta toplamak mümkündür. Bunlardan
birinci grubu; Tanrının sıfatları, Mesih, günahın
evrenselliği, sevgi ve yaratma gibi konularda kutsal kitapta
yer alan çeşitli ifadelerden hareketle yapılan yorumlar
oluşturur. İkinci grubu ise, yine kutsal metinlerde yer alan
ve içinde yaşadığımız dönemde Hıristiyan olmayanlara karşı
inklusivist tavırlara kaynak ve destek olabilecek çeşitli
örnek hadiseler/anlatılar teşkil eder.
Çeşitli Yeni Ahit
kitaplarında Tanrı sevgisinin açık ve kapsayıcı olduğundan ve
Tanrının bağış ve rahmetinin sınırsızlığından bahsedilir.
Evrensel sevgi Tanrısı olan yaratıcı güç, insan da dahil tüm
yeryüzünü sevmekte, bütün insanların kurtuluşunu
dilemektedir. İnsanlığı yaratan Tanrının kendi sevgi ve
rahmetini yalnızca bir gruba verdiği ve bunların dışında
kalan çoğunluğu kurtuluştan uzak bir sapkınlık içerisinde
bıraktığı düşünülemez. Dolayısıyla Tanrının sevgi ve rahmeti
tüm insanlara yönelik olarak faaliyette olmalıdır. Aynı
şekilde kutsal metinlerde günahın bir kişi, yani Adem
aracılığıyla yeryüzüne indiğinden ve onun nesline bir miras
olarak sirayet ettiğinden bahsedilmektedir (Romalılar
5:12-19). Dolayısıyla tıpkı tanrısal sevgi ve rahmet gibi
günah ve bunun doğal uzantısı olan ölüm de evrenseldir; bütün
insanları kapsayıcıdır. Günah ve ölüm evrensel olduğuna göre
bu durumda günahtan kurtuluş ve ebedi olma da evrensel olmak
durumundadır. Yine kutsal kitapta Mesih'in yalnızca belirli
bir grup insanın değil bütün dünyanın günahları için çarmıha
gerilip ölen kurban olduğundan söz edilir (1 Yuhanna 2:2).
Mesih, insanlığın kurtuluşu için tekrar ölümden ebedi hayata
dirilmiş ve ilahi aleme yükselmiştir. Dolayısıyla Mesih'in
evrensel kurban oluşunu ve kurtarıcılığını işleyen bu
metinler, aynı zamanda kurtuluşun da genel ve kapsayıcı olması
gerektiğine işaret etmektedir.
Kitabı
Mukaddes'in çeşitli bölümlerinde yer alan bazı kıssalar da
Hıristiyan ilahiyatçılarca inklusivist teoriye delil olarak
gösterilir. Örneğin bunlardan birisi, Luka'nın anlatısına
göre Pavlus'un üçüncü misyon seyahati sırasında Atina'da,
Areopagos adı verilen Atinalılar meclisinde Atina ileri
gelenlerine hitap edip onlarla yaptığı tartışmalardır (Res.
İş. 17:16-34). Atinalılara konuşması esnasında Pavlus,
Atinalıların çok dindar olduklarına, "bilinmeyen Tanrıya"
tapındıklarına dikkat çekmiş ve onlara kendilerinin tapındığı
bu bilinmeyen Tanrıyı tanıtmaya geldiğini vurgulamıştır.
Burada Pavlus, kendi misyonu öncesi de Atinalıların kendi
kültürel yapıları içerisinde hakikate yöneldiklerini ve kısmen
de olsa hakikate ulaştıklarını ima etmektedir. Yine Luka
tarafından anlatılan konuya ilişkin bir diğer hadise, meşhur
Kornelyus kıssasıdır. Resullerin İşleri'ndeki anlatıya göre
(Res. İş. 10:1-48) Kornelyus, Tanrıya dua eden ve sadaka
veren, doğruluğu ve Tanrıdan korkmasıyla tanınan iyi bir
askerdir. Bu iyiliği sonucunda Tanrının meleği ona görünmüş
ve Petrus'u bulması konusundaki ilahi iradeyi ona iletmiştir.
Bu görüm (vizyon) doğrultusunda Petrus ile irtibat kuran
Kornelyus'a Petrus tarafından İsa Mesih'ten ve mesajından
bahsedilmiş ve böylelikle Kornelyus da İsa Mesih bağlıları
arasına katılmıştır. Anlaşılacağı gibi bu kıssada Kornelyus,
kendisine misyon ulaşmadan önce doğru yola yönelmiş, gerek
ruhsal gerekse ahlaki olarak kendisini kurtuluşa hazır hale
getirmiş bir kişi görünümündedir. Dolayısıyla bu kıssa da
doğru dinsel geleneğe bizatihi bağlanmadan önce de kişide
ilahi inayet ve rahmetin tecelli edebileceğine ve kişinin
kurtuluş yoluna girebileceğine delil olarak algılanmaktadır.
Kitabı Mukaddes'te, Melkisedek (Melchizedek) ile ilgili geçen
ifadeler de aynı şekilde, kişinin belirli bir dinsel gelenek
ya da öğretiden haberdar olmadan önce de doğru yola veya
hakikate ulaşabileceğini ima ediyor olarak algılanmaktadır.
Zira Tekvin 14:17 ve devamındaki ifadelerde İbrahim'le
karşılaşan Salem kralı Melkisedek, "yüce Tanrının bir kahini"
olarak tanımlanmakta ve övülmektedir.
Bundan başka Luka
tarafından aktarılan, Pavlus'un Listra'da yaptığı konuşma da
bu konuda referans olarak kullanılan kutsal metinler
arasındadır. Bu konuşmasında Pavlus, kendisi ile yanındaki
Barnaba'yı Hermes ile Zeus'a benzeten ve kendilerine kurban
sunmaya çalışan Listralı paganistlere, geçmiş çağlarda
Tanrının tüm ulusların kendi yollarından gitmelerine izin
verdiğinden bahsetmekte ve Tanrının rahmetinin/inayetinin
herkes üzerine olduğundan söz etmektedir (Res. İş. 14:16 vd).
Son olarak Pavlus'un Romalılara mektubunda, imanla kurtuluş
konusunda verdiği İbrahim örneği de konuyla ilgili
argümanlarda delil olarak kullanılır. Buna göre İbrahim
İsa'yı ve onun mesajını bilmeksizin imanla kurtulmuş olan bir
figürdür ve Pavlus bunu kurtuluşta bir model olarak almaktadır
(Romalılar 4:1-25).
Hıristiyan
inklusivistlere göre kutsal metinlerde yer alan İbrahim,
Kornelyus, Melkisedek ve Atinalı inananlar gibi bütün bu iyi
ve doğru şahsiyetler, kurtuluşun mükemmel ifadesi olan inanç
sistemini ve Mesih öğretisini bilip duymadan kurtuluş yoluna
meyletmiş ve tanrının rahmet ve inayetine ulaşmış kişilerdir.
Bu şahsiyetler etrafında anlatılan kıssalar bize, Tanrının
kurtarıcı faaliyetinin kurtuluşun tam ifadesi olan inanç
sistemi dışında olan kimseler arasında da aktif olduğunu ve
bunlar arasında da bazı kimselerin kurtuluş yoluna
girebileceğini göstermektedir.
İnklusivist
Teorinin Diğer Önerilere Eleştirileri
Dinsel çoğulculuk
gerçeği ve hakikat/kurtuluş ilişkisi açısından Hıristiyanlığı
ve onun Mesih merkezli (Kristosentrik) kurtuluş öğretisini
temel alan, ancak diğer inanç sistemlerinde de Tanrısal
inayetin/rahmetin veya bunun bir ifadesi olan Ruhun (Kutsal
Ruh'un) faaliyette olduğunu/olabileceğini, dolayısıyla bu
dinsel gelenekler içerisinde de bazı kimselerin hakikat
yolunda çeşitli mesafeler kat edebileceğini savunan Hıristiyan
inklusivistler, hakikat/kurtuluş ve dünya dinleri ilişkisi
konusunda farklı yaklaşımlar öneren diğer görüşleri
eleştirirler.
Hıristiyan
inklusivistlerin kurtuluşu ve hakikati yalnızca belirli bir
dine hasreden ve diğerlerini kurtuluş dışı sayan ekslusivist
teoriye ve bu teorinin Hıristiyanlık bünyesindeki
savunucuları H. Kraemer, R. Nash ve S. Neill gibi
ilahiyatçılara karşı en önemli eleştirileri, bu dışlamacı
teorinin Hıristiyan öğretilerinin temelini oluşturan
kurtarıcı rahmetin evrenselliği ve Tanrının herkesin (bütün
yeryüzünün) kurtulmasını arzuluyor olması inancına karşıt
olmasıdır. Örneğin evangelik inklusivist Pinnock (1995: 97),
geleneksel Hıristiyan teolojisinin daima Tanrının bütün
yeryüzünü sevdiğini ileri sürdüğünü, ancak dışlamacı tavrı
nedeniyle bu konuda tutarlı bir şekilde konuşmakta
zorlandığını vurgular. Ona göre kurtuluş açısından yalnızca
belirli sayıda bir azınlığın gizemli şekilde seçilmiş olduğu
kanaati oldukça katı ve pesimistik bir yaklaşımdır.
İnklusivist teoriye göre ekslusivist yaklaşım, kurtuluş ve
hakikat konusunda toptancı davranmakta; belirli bir dini
"Tanrının geçerli olan tek vahyi" ve bu dinsel geleneğe
bağlanan azınlığı kurtulanlar olarak görürken, diğer dinleri
sapkın ve bunların bağlılarını oluşturan büyük çoğunluğu helak
olanlar olarak değerlendirmektedir. Oysa kurtuluş ve helak
oluş konularında toptancılıktan kaçınmak ve Tanrının kurtarıcı
inayeti konusunda daha iyimser olmak gerekir (Okholm/Phillips,
1995: 12) Ekslusivist yaklaşım, belirli bir azınlığın
diğerlerine üstünlüğünü ve ayrıcalığını ifade etmektedir.
Ancak, İsa Mesih'te kendisini ifade eden merhametli ve seven
Tanrının belirli bir kesime ayrıcalık tanırken diğerlerini
sapkınlıkta bırakması tanrının rahmet ve sevgi niteliklerine
yakışır mı? Hıristiyan inancına göre evrensel sevgi tanrısı
olan tanrısal güç, her şeyin ve tüm insanlığın yaratıcısı
olan yüce varlık, yarattığı bütün insanların kurtuluşunu ve
iyiliğini istiyorsa, nasıl olur da yalnızca küçük bir grubun
belirli bir dinsel gelenek içinde kurtulmalarına izin
verirken, diğerlerini (çoğunluğu) sapıklıkta bırakır? Bu
sorular gerek inklusivizmin gerekse pluralizmin
dışlamacı/ekslusivist teoriye karşı teolojik argümanlarının
temelini oluşturmaktadır (Hick, 1973: 122).
Hıristiyan
inklusivistlerce ekslusivizme yöneltilen bir diğer eleştiri
inkarnasyon ve hikmet kavramlarına ilişkindir. Örneğin J. B.
Cobb (1987: 88-89), Mesih'in tarihin merkezini oluşturduğunu
ve Hıristiyanların ebedi hikmeti onda bulduklarını
belirttikten sonra, "Mesih'te inkarne olduğuna
(bedenleştiğine) inandıkları hikmetin her yerde ve her zaman
mevcut olduğunu" vurgular. Dolayısıyla ona göre bu hikmet,
herkes tarafından bilinen hikmettir ve diğer dinsel
gelenekler vasıtasıyla da buna erişilebilir. Cobb, diğer
dinsel gelenekleri ve bağlılarını toptan sapkınlık içinde
gören eksluvizmin bu yaklaşımıyla, Hıristiyan öğretisinde
temel olan Kristosentrizmin temeli olan inkarnasyona ilişkin
bu hikmet anlayışına karşı çıktığı düşüncesindedir.
Ekslusivist
yaklaşıma getirilen bir diğer eleştiri de bu bakış açısının
dinlerarası diyalog ve barışa katkı sağlamadığı, insanlar
arasındaki uçurumları ve çatışmaları körüklediği kanaatidir.
Hem inklusivistler hem de pluralistlerce dile getirilen bu
tenkit, dinsel çoğulculuğun günümüzün yalanlanamaz bir
realitesi olduğu ve dinlerin birbirlerini dışlamacı
yaklaşımlarının evrensel huzur ve barışa katkı sağlamadığı
düşüncesinden hareketle yapılmaktadır. Örneğin Rahner,
Hıristiyanlığın başlangıcından yaklaşık 2000 yıl geçmesine
rağmen farklı dinlerin varlıklarını sürdürmeleri gerçeğinin
dikkate alınması gerektiğini belirtmekte ve bunu kendi
inklusivist argümanlarına dayanak yapmaktadır.
Son olarak
genellikle inklusivistler, ileride değineceğimiz gibi, diğer
dinlere yaklaşımlarında Hıristiyan misyonunun bu çevrelerde
yayılması kaygısı taşımaktadırlar. Bu çerçevede onlara göre
geleneksel dışlamacı yaklaşım, Hıristiyanlık dışı dinsel
gelenek bağlılarının tamamıyla sapkın ve kurtuluştan uzak
oldukları görüşüyle bu insanlara yönelik Hıristiyan misyonunu
zorlaştırmaktadır. Oysa, Hıristiyanlık dışı bu dinsel
geleneklerde de Tanrının rahmeti ve inayetinin şu ya da bu
şekilde insanları yönlendirdiğinin ve tanrısal Ruhun bu
geleneklerde de aktif olduğunun kabul edilmesi, bu
geleneklere bağlı olan insanlara Hıristiyan misyonunun daha
kolay ulaşabilmesi için gerekli olan diyalog ortamını ve
altyapıyı hazırlayacaktır.
Geleneksel
dışlamacı tavrı böylelikle eleştiren Hıristiyan
inklusivistler, bütün dinsel geleneklerin (özelde
Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, Budizm ve Hinduizm gibi dünya
dinlerinin) hakikati bir şekilde içerdiğini ve bağlılarını
kurtuluşa ulaştırabileceğini savunan ve hakikat-kurtuluş
açısından dinlerin birbirlerine üstünlüğünden söz
edilemeyeceğini vurgulayan dinsel pluralist yaklaşımı da
tenkit ederler. Hıristiyan inklusivistlerin, pluralist bakış
açıları arasında bazı farklılıklar olsa da başta J. Hick olmak
üzere E. Troeltsch, P. Knitter ve W.C. Smith gibi kişilerce
savunulan pluralizme yönelttikleri en önemli eleştirilerden
birisi; pluralist bakış açısının Hıristiyan öğretisinin temeli
olan Kristosentrik hakikat ve kurtuluş öğretisini
reddetmesidir. Hıristiyan kutsal metinlerinde ve bundan
kaynaklanan Hıristiyan teolojisinde kurtuluşta temel öğenin
"insanlığı hukuk-günah-ölüm kısırdöngüsünden kurtararak ebedi
yaşama iletmek için yeryüzünde bedenleşen, acı çekerek
çarmıhta ölen ve sonra yeniden dirilen Mesih'e iman" olduğu
vurgulanır. Dolayısıyla Mesih, hakikat ve kurtuluş
öğretisinde merkezi fonksiyona sahip bir kavramdır. Oysa
pluralist teori, hakikat ve kurtuluşun ifadesinde
Kristosentrizmin belirleyici olmasını kabul etmemekle
Hıristiyanlığın bu temel karakteristik özelliğini
reddetmektedir.
Aynı şekilde
pluralizm, Hıristiyanlık da dahil, dinlerin hepsinin mükemmel
olmadığını zira bunların hepsinin de mükemmel olmayan insan
kültürleri içerisinde şekillendiğini ve hiçbirisinin mutlak
gerçeğe sahip olduğuna dair bir iddiada bulunulamayacağını
ileri sürmesi de hem Hıristiyan inklusivistlerce hem de
ekslusivistlerce kabul edilemez. Zira eğer İsa Mesih Tanrıysa
ve yeni bir din kurduysa o zaman o din (Hıristiyanlık) Tanrı
tarafından kurulan tek ve mükemmel dindir; dolayısıyla diğer
hepsinden üstün olmalıdır (Hick, 1998a: 541-542).
Pluralizme
yöneltilen bir diğer eleştiri, bu bakış açısının dinin hakikat
iddiasını tahrip ettiği, buharlaştırdığıdır. Başta
Hıristiyanlık olmak üzere her dinsel gelenek bağlılarına
kişiyi kurtuluşa iletecek olan bir hakikat öğretisi sunmakta
ve bunun mutlaklığını ve mükemmelliğini vurgulamaktadır.
Pluralist teori ise, dinlerin hakikat içerdiğini kabul
etmekle birlikte, her bir dinin hakikat iddiasının kendi
içerisinde doğru olduğunu, fakat hiçbirinin bir başına
hakikatin tam ve mükemmel ifadesi olmadığını savunmaktadır.[2]
Pluralist yaklaşım bununla yalnızca kişinin kendi dininin
nihai hakikat iddiasıyla ilgili düşüncesini reddetmekle
kalmamakta, diğer taraftan başka dinlerin hakikat iddiasını da
tahrip etmektedir. Bir başka ifadeyle pluralist, yalnızca
Hıristiyanlığın hakikat ve kurtuluş iddiasının son/nihai
gerçek olmadığını ifade etmekle kalmamakta, diğer dinlerin
her birinin benzer iddialarını da reddetmektedir (bkn. Hick,
1998a:.543). Pluralistlerin bu yaklaşımı, Hıristiyanlık,
İslam, Yahudilik ve benzeri dinlerin temel iddiası olan
"hakikatin mükemmel ifadesi" olma realitesiyle çatışmakta ve
mutlak hakikat konusunda dindar kişiyi bir belirsizlik ve
bilinemezciliğe itmektedir.
Yine
pluralistler, hakikat ve kurtuluş konusunda her dinsel
geleneğin kendi anlayışıyla çelişik global bir perspektif
çizmektedirler. Her dinsel geleneğin hakikatin bir boyutunu
ifade ettiğini ancak tek başına hakikatin tam ve mükemmel
ifadesi olmadığını savunan bu yaklaşım, zımnen de olsa
dinlerin kendi gelenekleri içerisinde tam olarak
algılayamadıkları hakikati ya da gerçeği, pluralistin
kendisinin kavradığını ima etmektedir.[3]
Bu durum pluralistlere, Hıristiyanlık da dahil bütün dinlere
ve bunların hakikat-kurtuluş öğretilerine tepeden bakan
kişiler olma niteliğini kazandırmaktadır ki bu aslında
emperyalistik bir tavırdan başka bir şey değildir (bkn. Hick,
1998b: 325).
Kilisenin
İnklusivist Açılımı ve II. Vatikan
Yukarıda
vurguladığımız gibi erken dönemlerden itibaren Hıristiyanlığın
diğer dinlere yaklaşımı ekslusivist bir çizgide olmuştur. Yeni
Ahit'te yer alan ve doğruya, hakikate ve kurtuluşa ulaşmada
Hıristiyan bakış açısını tanıma ve kabullenmenin
merkeziliğini vurgulayan çeşitli ifadelerden hareketle
Hıristiyanlar, Hıristiyanlık dışında bir kurtuluş olmadığını
ya da diğer tüm dinlerin yanlışlığını düşünmüşlerdir. Nitekim
bu yaklaşım hem Origen, Cyprian ve Augustine gibi erken dönem
Hıristiyan yazarların eserlerinde hem de çeşitli konsillerde
alınan kararlarda dile getirilmiştir. Örneğin Cyprian (ö. 258)
mektuplarında kiliseye bağlı olanların dışındakiler için
kurtuluş olamayacağını, zira kilise dışında kurtuluşun
bulunmadığını ısrarla vurgular (Cyprian, The Epistles,
lxi, 4, lxxii, 21). 1442 Florence Konsilinde ise bu durum
şöyle ifade edilir:
Kutsal Roma
Kilisesi ... inanır, ifade eder ve belirtir ki Katolik Kilise
dışında olan hiç kimse, ne putperest, ne Yahudi, ne inanmayan
ne de kiliseden ayrılan bir kişi ebedi hayata katılacaktır;
bunlar şayet ölmeden önce kiliseye katılmazlarsa, şeytan ve
melekleri (yardımcıları) için hazırlanan ebedi ateşte yok
olacaklardır (akt. Küng, 1987a: 196).
Katolik
kilisesinin, kurtuluşu yalnızca Katolisizme bağlayan ve
Katolik kilisesi mensubu olmayanların hel‰k olmaya mahkum
olduklarını vurgulayan bu ekslusivist yaklaşımının benzeri,
Luther gibi reformistlerce Protestanlık bağlamında ifade
edilmiştir. Örneğin Luther, Hıristiyan kilisesi dışında ne
bağışlanma ne de kutsallık olduğunu vurgulamakta ve ister
Türk (Müslüman), Yahudi ya da putperest isterse sahte
Hıristiyan (Katolik) veya ikiyüzlü olsunlar Hıristiyan
kilisesi dışında olanların hepsinin, bir ve gerçek Tanrıya
inanıp tapınsalar bile, Tanrının onlara karşı tavrını
bilemeyeceklerini ve Tanrının sevgisi ve kutsaması konusunda
emin olamayacaklarını belirtmektedir. Luther'e göre Hıristiyan
kilisesi dışındaki bu kişiler ebedi gazap ve lanet içinde
kalacak olanlardır (Tappert, 1959: 418-419).
Hıristiyanlık,
hatta özelde belirli bir Hıristiyan kilisesi dışında olanları
kurtuluştan uzak sayan bu ekslusivist yaklaşım, yakın
zamanlara kadar Hıristiyan geleneğinin neredeyse genel kabul
gören bir tavrı olarak varlığını sürdürdü. Ancak yakın
zamanlarda, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
bu yaygın ekslusivist çizgi sorgulanmaya ve Hıristiyanlık
dışında da kurtuluşun mümkün olduğu yönünde tartışmalar
yapılmaya başlandı. Bu çerçevede II. Vatikan Konsili öncesi
ekslusivist yaklaşıma karşı çıkan Rahner gibi ilahiyatçılar,
bir yandan kurtuluşu Hıristiyanlığın Mesih merkezli öğretisi
doğrultusunda tanımlayıp Hıristiyanlığın hakikat ve
kurtuluşun tam ve mükemmel yolu olduğunu işlerken, diğer
yandan Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklere bağlananların da
Tanrının rahmetine nail olabileceklerini ve dolayısıyla
kurtuluş yoluna girebileceklerini savunarak, ekslusivizmin
tekelci ve dışlamacı tavrına karşılık kurtuluşta daha
kapsayıcı bir yaklaşım olan inklusivist bakış açısını temsil
ettiler. II. Vatikan Konsili sonrası ise bu iki teoriye bir
üçüncüsü, yani hakikat ve kurtuluşun ifadesi açısından daha
evrensel/global bir yaklaşımı benimseyen ve tam/mükemmel ya da
biri diğerinden üstün hakikat yolu söylemine karşı çıkarak her
dinsel geleneğin, bağlısını şu ya da bu şekilde hakikate ve
kurtuluşa ulaştırabileceğini savunan pluralist yaklaşım
eklendi.
Çeşitli
araştırıcılar, Hıristiyan geleneğindeki inklusivist yaklaşımın
çok öncelere, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarına kadar
gittiğini düşünürler. Örneğin A. Race (1983: 40-42),
Hıristiyanlık tarihinde ilk kez Resullerin İşleri yazarı Luka
tarafından inklusivist yaklaşımın altının çizildiği
düşüncesindedir. Resullerin İşlerinde yer alan Kornelyus
kıssası ile Pavlus'un Listra'da ve Atina'da yaptığı
konuşmalar, yukarıda da değindiğimiz gibi Hıristiyan
inklusivizmine kutsal kitaptan delil bağlamında
kullanılmaktadır. Race'a göre ekslusivist yaklaşıma
Resullerin İşlerine nazaran Pavlus'un mektuplarında daha
yaygın şekilde rastlanmaktadır.
Luka'dan başka
Justin Martyr ve İskenderiyeli Clement gibi erken dönem
Hıristiyan yazarların eserlerinde de zaman zaman inklusivizmi
çağrıştıran yaklaşımlara rastlanılır. Örneğin Justin, Birinci
Apology'sinde şöyle der:
Bize Mesih'in
Tanrının ilk-doğanı olduğu öğretildi. Biz, Mesih'in tüm
insanlığın kendisinde yer aldığı Kelam olduğunu ve Yunanlılar
arasındaki Sokrat, Heraklit ve benzeri kimseler ve Barbarlar
arasındaki İbrahim, Ananias, Azarias, Misael, Elias ve daha
birçokları gibi, sağduyuyla (aklın ışığında) yaşayanlar,
-onların Tanrı tanımaz oldukları düşünülse bile-
Hıristiyandırlar (Justin Martyr, The First Apology,
xlvi).
İskenderiyeli
Clement ise, felsefenin Tanrı tarafından verilen bilgi
olduğunu açıklarken, "Tanrının merhametinin bir başlangıcı
olmadığını ve bunun belirli yerlerle ya da kişilerle sınırlı
olmadığını" vurgular (Clement of Alexandria, The Stromata
or Miscellanies, Book Vı, viii).
İlerleyen dönemde
de Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklerdeki düşünce ve
davranışlara ilişkin farklı gerekçelerden kaynaklanan benzeri
yaklaşımlara zaman zaman rastlanıldı. Örneğin Papa I. Leo
449'da, batıl görüşlerin taraftarlarınca bile itham edildiği
zaman geldiğinde Hıristiyan imanının daha sağlam temellere
dayalı olarak savunulacağını deklare etti (Hick, 1995: 79-80).
Yukarıda kısaca
değindiğimiz, Aydınlanma döneminin akılcılık çerçevesinde
sorgulayıcı-şüpheci yaklaşımının etkisiyle, Hıristiyanlığın
kurtuluşu yalnızca kendisinde gören yaklaşımı ilahi adalet ve
eşitlik kavramları bağlamında tartışılmaya başlandı.
Böylelikle 19. yüzyıl başlarında F. Schleiermacher,
yenilikçi teolojik metodu doğrultusunda Hıristiyanlığı,
"yaygın doğruların tamamlanması" olarak değerlendirdi. Ona
göre, her dinsel gelenekte kurtuluş açısından şu ya da bu
şeklide Tanrı veya tanrısal hakikat vardır; ancak İsa Mesih
İncili (müjdesi/öğretisi) bu evrensel dinsel uyanışın mükemmel
ve en üst düzeydeki ifşasıdır (bkn. Okholm/Phillips, 1995:
8.).
Kurtuluş
açısından Hıristiyanlık dışı dinlerin ve bunların bağlılarının
konumu hususunda kilise bünyesinde geleneksel dışlayıcı
yaklaşımları sorgulamaya ve Hıristiyanlık ve kilise dışında
hakikat ve kurtuluş olmadığı inancına yönelik köklü
değişikliklere özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında
rastlanılmaktadır. Örneğin, II. Vatikan Konsili'nin hemen
öncesi dönemde, 1952'de Papalık, kilise babalarının görüşleri
ve Florence Konsili kararları doğrultusunda kilise dışındaki
kişilerin kurtulamayacağı görüşünü beyan eden Harvard
Üniversitesi bünyesindeki öğrenci-din görevlisini (chaplain)
kiliseden uzaklaştırma (excommunication) cezasına çarptırdı
(Küng, 1987b: 234). Diğer taraftan bu dönemde geleneksel
dışlamacı tavrı inklusivist çerçevede eleştirerek, "Anonim
Hıristiyan" tanımlamasıyla diğer din bağlılarının da kurtuluş
açısından belirli bir olumlu yere sahip olabileceklerini
savunan Katolik ilahiyatçı Karl Rahner'in özel bir yeri
vardır. Rahner'in inklusivizminin karakteristik özellikleri
üzerinde birazdan ayrıca duracağız.
1962-1965
yıllarına rastlayan ve Hıristiyanlık tarihinin en geniş
katılımlı konsili olarak görülen II. Vatikan Konsili, genelde
Hıristiyanlığın özelde ise Katolik kilisesinin diğer dinsel
gelenekler ve bunların bağlılarına yönelik
değerlendirmelerinde gerçekten de devrim denebilecek bir
takım açılımlar sağladı. Katolik kilisesinin Hıristiyanlık
dışı dinlere ve bağlılarına ilişkin kapsayıcı yaklaşımı bu
konsilde alınan çeşitli kararlarda dile getirildi. Örneğin bu
bağlamda 1964'te ilan edilen Kilisenin Dogmatik Yasasında
(Lumen Gentium), kilise dışında olan diğer insanlarla ilgili
olarak şunlar ifade edildi:
Gerçekten hiçbir
kusurları olmaksızın Mesih'in İncilini ve onun kilisesini
tanımamış olan, fakat samimi bir kalple Tanrıyı arayan ve
tanrısal inayetin etkisi altında onun, vicdanlarının
emirleriyle tanıdıkları, iradesini yerine getirecek şekilde
hareket etmeye çalışan kimseler de ebedi kurtuluşa
kavuşabilirler. Tanrı, kendi kusurları olmaksızın, henüz açık
bir Tanrı bilgisine erişememiş olup, doğru bir hayat sürmeye
çalışanlardan -ki bunu Tanrının lütfu olmaksızın yapamazlar-
kurtuluş için gerekli yardımları esirgemez. Gerçekten bu
kimselerin içinde iyi ve doğru ne varsa, Kilise bunları İncile
bir hazırlık olarak ve her insanı sonunda yaşama kavuşsun
diye aydınlatan tarafından bağışlanmış bir armağan olarak
saymaktadır (akt. Demirel, 1997: 810).
Açıkça
anlaşılacağı gibi, bu belgede şu üç husus vurgulanmaktadır:
(i) Kilise dışında olduğu halde iyi davranışlar sergileyen
kimseler de kurtulabilirler. (ii) Bu kimselerin iyi
davranışları tanrısal inayetin/rahmetin etkisi nedeniyledir.
(iii) Kilise bu kimseleri ve onların iyi davranışlarını
Hıristiyanlığa bir hazırlık olarak değerlendirmektedir. Aynı
belgede, Tanrının kurtuluş planının yaratıcıyı kabul eden
herkesi, özellikle de İbrahim'in inancını ifade eden ve
bağışlayıcı ve yargılayıcı Tanrıya tapınan Müslümanları da
kapsadığı ayrıca vurgulanır.
Konsilin 1965'te
yayınladığı Hıristiyanlık Dışı Dinlerle İlişkiler
Bildirgesinde de Katolik Kilisesinin diğer dinlerde mevcut
olan doğru ve kutsal hiçbir şeyi reddetmediği vurgulanır ve
kilisenin kendi öğretilerinden farklı şekillerde olsa da
böylesi davranışların "bütün insanları aydınlatan hakikatin
ışığını" yansıttıkları belirtilir (Nostra Aetate, 2). Ayrıca
aynı dokümanda Yeni Ahit doğrultusunda Mesih'in "yol, gerçek
ve yaşam" olduğu ve insanlığın dinsel yaşamın mükemmelliğini
onda bulduğu ifade edilir. Bundan başka yine 1965'te
yayınlanan Kilisenin Misyonerlik Faaliyeti Kararında,
kilisenin görevinin Mesih tarafından getirilmiş olan imanı ve
kurtuluş öğretisini yaymak olduğu belirtilerek, Mesih
tarafından aydınlatılmaya ihtiyaç duymalarına rağmen
insanların dinsel çabalarının kişiyi gerçek Tanrıya
götürebileceği ve İncil için bir hazırlık oluşturabileceği
vurgulanır (Ad Gentes Divinitus, 2).
Konsil sonrası
dönemde kilisenin başta Yahudilik ve İslam olmak üzere diğer
dinsel geleneklere yönelik tavırlarında iki temel yaklaşım ön
plana çıktı. Bunlardan birincisi dinlerarası diyalogun olmazsa
olmaz gereksinimi, ikincisi ise öteki dinsel geleneklerin de
Tanrının kurtuluş planında bir yerinin olduğu/olabileceği
kanaatidir. Dinlerarası ilişkiler bağlamında bu iki hususa bir
üçüncüsünü, insanlararası ilişkilerde Hıristiyan misyonunun
yayılmasını temel alma ve iletişimde bulunulan herkesi misyon
faaliyetlerinin potansiyel konusu olarak kabul etmeye yönelik
kilisenin geleneksel tavrını da eklemek yararlı olacaktır.
Nitekim, gerek misyonerliğe ilişkin II. Vatikan Konsili
belgelerinde (Ad Gentes Divinitus) gerekse kilisenin konsil
sonrası çeşitli yayın ve belgelerinde kilise dışı insanlarla
ilişkilerde misyonun temel olduğu ve diğer dinlerdeki iyi ve
olumlu tezahürlerin kişiyi İncile hazırlayan olgular olarak
değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Diğer inanç
sistemlerine yönelik inklusivist yaklaşım, Katolik kilisesinin
kateşizmini ifade eden kilise belgesinde resmi bir kanaat
olarak şöyle ifade edildi:
Kilise öteki
bütün dinlerin, bilinmeyen ama yaşamı, nefesi ve her şeyi
vermesinden beri herkese yakın olan ve herkesin kurtulmasını
isteyen Tanrı'nın h‰l‰ örtülü ve imgeli arayışı içinde
olduklarını kabul etmektedir. Böylelikle kilise, dinlerde
bulunabilecek iyi ve gerçek her şeyi bir İncil hazırlığı ve
sonunda yaşama sahip olsun diye her insanı aydınlatan kişinin
(Tanrının) bir ihsanı olarak görmektedir (Katolik Kilisesi
Din ve Ahl‰k İlkeleri, 843).
Diğer dinsel
geleneklere yönelik bu kapsayıcı tutumuna rağmen, Katolik
kilisesinin çeşitli resmi dokümanlarında, ekslusivist
yaklaşımın ifadesi olan "kilise dışında kurtuluş yoktur"
dogmasını h‰l‰ vurgulaması ise ilginçtir. II. Vatikan Konsili
kararlarıyla geleneksel "kilise dışında kurtuluş yoktur"
aksiyomunun resmen olmasa bile temel yaklaşım olarak terk
edildiğini düşünen J. Hick'i eleştiren G. D'Costa (1990:
142), kilisenin öteki dinsel geleneklere bakış açısında her
şeyden önce Kristosentrik ve eklesiolojik bir başlangıç
noktasının bulunduğunu, ancak bununla birlikte rahmetin
kilise dışında da mevcut olabileceğini, dolayısıyla
Hıristiyanlık dışı dinlerin de çeşitli derecelerde rahmet
unsurları/yolları içerebileceklerini ve taraftarlarını
kurtuluşa iletebileceklerini belirtir. Nitekim kilise,
yayınladığı kateşizm belgesinde bu dogmayı II. Vatikan Konsili
kararları çerçevesinde, bütün kurtuluşun kilise aracılığıyla
Mesih'ten kaynaklandığı, zira Mesih'in baş, kilisenin ise
onun gövdesi olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca bu
belgede söz konusu dogmanın "kendi hataları olmaksızın
Mesih'i ve Kilisesini tanımayanları ilgilendirmediği" de
vurgulanmaktadır (Katolik Kilisesi Din ve Ahl‰k İlkeleri,
846-848).
Katolik
kilisesinin resmi yaklaşımında beliren şu iki noktanın
özellikle altını çizmek gerekir. Öncelikle kilise,
ekslusivist bağlamdaki geleneksel extra ecclesiam nulla
salus dogmasını inklusivist bir yoruma tabi tutmakta ve
bunu, kurtuluşun merkezinin Mesih ve Mesih Kilisesi olduğu
ancak bundan haberdar olmayan kimselerin de kendi dinsel
gelenekleri içerisinde ilahi rahmetle yüz yüze kalabilecekleri
şeklinde açıklamaktadır. İkinci önemli husus ise, Hick'in de
belirttiği gibi (Hick, 1973: 126), bu yaklaşımlarıyla kilise,
öteki dinlerdeki inançlı kişilerin er geç Hıristiyan inancına
geleceği yönünde güçlü bir kanaat taşımakta, dolayısıyla
diğer dinsel geleneklerdeki doğru ve kutsal şeyleri, kişileri
Hıristiyan misyonuna hazırlayan unsurlar olarak görmektedir.
Konsil sonrası
dönemde, hakikat ve kurtuluş açısından ötekinin/ötekilerin
durumuna ilişkin inklusivist yorum, Katolik teologlar arasında
genel bir kabul gördü. Ayrıca, Katolikler kadar yaygın olmasa
da Protestan ve Ortodoks çevrelerde de birçok ilahiyatçı,
inklusivist teori doğrultusunda bir yaklaşım tercih ettiler.
Bazıları açısından inklusivizm, ekslusivizmden pluralizme
uzanan yolda bir köprü görevini üstlendi. P. Knitter'in ifade
ettiği gibi (Knitter, 1987: 229), E. Troeltsch, R. Panikkar ve
T. Driver gibi birçok düşünür inklusivist Kristosentrizmden
pluralist Teosentrizme geçtiler. Ancak, inklusivizmden
pluralizme geçen bu düşünürlerin aksine h‰l‰ Kristosentrik
inklusivizmi tercih eden Hıristiyan teologların sayısı
azımsanmayacak kadar çoktur. Hatta Roma Katolik
ilahiyatçıları arasında inklusivist bakış açısının genelde
egemen olduğu söylenebilir (O'Leary, 1996: 19; Hick, 1998a:
537). Bu arada, yine P. Knitter'in ifadesiyle (1987: 225),
inklusivizmle pluralizm arasında iki arada bir derede kalan
birçok kararsız da vardır.
Evangelikler
arasında inklusivist yaklaşımın en hararetli savunuculuğunu
görüşlerine az sonra değineceğimiz C.H. Pinnock yaptı. Ancak
Pinnock'un dışında diğer çeşitli evangelik ilahiyatçılar da
-diğer dinsel geleneklere yönelik yaklaşımlarını misyon
ağırlıklı olarak yorumlamakla birlikte- bu yaklaşımı
benimsediler. Nitekim, 1987'deki evangeliklerin Stuttgart
Bildirgesinde, evangeliklerin diğer dinlere yönelik yaklaşımı
açısından şu noktaların altı çizildi: (i) Tanrının
ilmi/bilgisi her şeyde mümkündür, (ii) insanlara misyon
götürülmeden önce, o insanlar arasında Kutsal Ruh
faaliyettedir ve (iii) Hıristiyan olmayanlarla diyaloğa
girerken bunlar göz önünde bulundurulmalıdır (Sugden, 1990:
161-162).
Rahner ve
Pinnock'un İnklusivizmi
Kristosentrik
Hıristiyan inklusivizminin şüphesiz ilk akla gelen önemli
simalarından birisi Katolik ilahiyatçı K. Rahner'dir
(1904-1984). II. Vatikan Konsili öncesi dile getirdiği,
Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklere yönelik kapsayıcı
yaklaşımı ve öteki dinsel gelenek bağlıları için kullandığı
"Anonim Hıristiyanlar" kavramıyla Rahner, her ne kadar
kendisine yönelik birçok eleştiri olsa da Hıristiyan
geleneğinde inklusivist bakış açısının yaygınlaşmasında haklı
bir yere sahiptir.
28 Nisan 1961'de
verdiği "Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık dışı dinler" başlıklı
seminerinde konuya ilişkin görüşlerini özetleyen Rahner,
yaşanılan dönemin bir realitesi olan dinsel çoğulculuktan ve
farklı inançlar taşıyan insanlar arasında gittikçe artan
sosyal ilişkilerden hareket eder. Önceki dönemlerin kendisine
dönük ve dışa kapalı anlayışının aksine kendi yaklaşımını
"açık Katolisizm" diye adlandırır (Rahner, 1980: 52). Rahner,
kurtuluş ve dinsel çoğulculuk ilişkisine yönelik görüşlerini
4 tez ile dile getirir. Onun birinci tezi, Hıristiyanlığın
kendisini mutlak din olarak, bütün insanlar için geçerli olan
ve kendisi yanında hiçbir diğer dine eşit hak tanımayan bir
gelenek olarak gördüğünü vurgular. Bir başka ifadeyle ona göre
Hıristiyanlık kurtuluşun yalnızca kendisiyle mümkün olduğu tek
mutlak doğru dindir; bütün insanlığı kapsayıcı bir karakter
taşımaktadır. Diğer taraftan Tanrının tüm insanlığın
kurtuluşunu istediği de bir gerçektir, zira Tanrının
insanlarla ilişkisi temelde tüm insanlar için aynıdır. Geçerli
ve yasal din, Tanrının insanlara yönelik aktivitesinin ve
kendisini insanlara açıklamakla kendi özgür iradesinin
ifadesidir. Bu durumda Hıristiyanlık, yalnızca varoluşsal bir
güç ve kurtuluş açısından itici bir unsur olarak bir başka
dinin alanına girdiği durumlarda tüm insanlar için gerçek ve
yasal din olarak görülebilir.
Rahner'e göre,
her ne kadar Hıristiyanlık tarihsel olarak belirli bir
dönemde başlasa da onun bir tarih öncesi söz konusudur.
Nitekim, Hıristiyanlık sonrası olduğu gibi Hıristiyanlık
öncesi de birçok dinsel hareket (Yahudiler ve Yahudi
olmayanlar), dolayısıyla dinsel çoğulculuk mevcuttu ve bu
dönemde de insanlığın kurtuluşuna yönelik Tanrının planı
işlerlik halindeydi. Hıristiyanlık öncesiyle ilgili bu durumu,
çağdaş Hıristiyanlık dışı dinsel gelenekler için de
düşünebiliriz (Rahner, 1980: 56-57; Peterson, 1991: 228).
Rahner, dünyanın geçirdiği tarihsel süreçte hem
Hıristiyanların hem de Hıristiyan olmayanların (Rahner bunları
"eski ve yeni paganlar" şeklinde niteler) bir ve aynı durumda
yaşadıklarını ve diyalog içinde birbirleriyle yüz yüze
olduklarını vurguladıktan sonra, bu gerçeğin, öteki dinlerin
teolojik anlamı sorununun bir kez daha ve daha önemli şekilde
altını çizdiğine dikkat çeker (Rahner, 1980: 60).
Bu bakış
açısından hareketle Rahner, ikinci tezinde öteki dinsel
geleneklerin hakikat ve kurtuluş açısından konumunu irdeler.
Ona göre Tanrı, Mesih'in insanlığın kurtuluşu için yürüttüğü
faaliyetlerinin sonuçlarını, İsa Mesih'i hiç duymamış ve onun
Rabliğini hiç kabullenmemiş olanlar da dahil tüm insanlığa
teşmil edebilir. Peterson (1991: 228), Rahner'in bu
yaklaşımını, bir kasabadaki borçlu ancak borcunu ödeyemeyen
fakirler ve bunlara yardım elini uzatan ancak fakirlerin
kendisini şahsen tanımadıkları zengin bir kadın analojisiyle
açıklamaya çalışır. Bu analojiye göre, zengin kadın ve
fakirler birbirlerini tanımamaktadırlar; ama yardım yerine
ulaşmış ve amaç gerçekleşmiştir. Bu bağlamda diğer dinler de
Mesih nedeniyle bir armağan olarak insanlara verilen tanrısal
rahmetten/inayetten kaynaklanan doğaüstü unsurlar
taşırlar/taşıyabilirler. Rahner'e göre madem Tanrı herkesin
kurtuluşunu istemektedir ve madem kurtuluş Mesih
vasıtasıyladır, bu durumda yalnızca resmi Hıristiyan
cemaatinin üyeleri olanların değil, bütün insanların ilahi,
doğaüstü rahmetin/inayetin etkisi altında olduğunu
kabullenmek gerekir. Zira resmi Hıristiyanlığın dışında
yaşayan herkesin kötü ve helak olacak olanlar olduğunu
düşünmek anlamsızdır; ayrıca İncillerden hareketle de böyle
bir pesimist düşünceye ulaşmak mümkün değildir (Rahner, 1980:
63).
Bu nedenle,
Rahner'e göre, Hıristiyanlık dışı bir din, bünyesinde taşıdığı
bazı yanlışlıklar ve bozukluklar ink‰r edilmeksizin, yasal
bir din olarak tanımlanabilir. Yasal terimiyle Rahner,
kurtuluşu başarmada olumlu bir yöne sahip olmayı ve Tanrıyla
doğru ilişkiyi kastetmektedir. Rahner'e göre farklı dinler,
çok farklı ortamlarda ve farklı derecelerde yasal dinler
olduklarını iddia edebilirler. Yasal din, kurumsal bir din
anlamına gelmektedir. Bunun belirli bir dönemde insan
tarafından kullanılışı, Tanrı ile doğru ilişkiyi kurmanın
olumlu yolu olarak görülebilir (Rahner, 1980: 66).
Rahner, öteki
dinsel gelenekleri "yasal din" statüsünde değerlendirmenin, bu
dinlerde var olan her şeyin yasal ya da doğru olduğu anlamına
gelmediğinin de altını çizmektedir. O, zaten böyle bir şey
iddia etmenin saçmalık olacağını belirtmektedir. Ayrıca
Rahner, Hıristiyanlık dışı bütün dinsel gelenekleri yasal din
statüsüne sokma zorunluluğunun olmadığını da vurgulamaktadır
(Rahner, 1980: 73). Bu yaklaşımından hareketle Rahner'in,
yasal din statüsüne Yahudilik, İslâm ve benzeri paganizme
karşı olan monoteist dinlerle, Hinduizm ve Budizm gibi
evrensel karakterli diğer dinsel gelenekleri söz konusu ettiği
ve paganist/politeist yapıdaki klan/kabile dinlerini "yasal
din" statüsü dışında tuttuğu söylenebilir.
Rahner'in üçüncü
tezi, öteki dinsel geleneklerin bağlılarının Hıristiyanlıkla
ilişkisi üzerinedir. Kilisenin misyon çabalarının konusu olan
ve öteki gelenek içerisinde yer alan kişiler, bu geleneklerde
faaliyette olan tanrısal rahmet/inayet aracılığıyla
halihazırda kurtuluş ve doğru yol doğrultusunda bir mesafe
almış, hatta kilisenin mesajından haberdar olmaksızın hakikat
ve kurtuluşu bulmuş olabilirler. Rahner, böylesi kişileri
"Anonim Hıristiyanlar" olarak niteler (Rahner, 1980: 75).
Zira ona göre Mesih'in kurtuluş yolu dışında bir kurtuluş
yoktur ve şayet bu kişiler, kendi gelenekleri içinde de
kurtuluş yolunda mesafeler katedebiliyorlarsa, bu Tanrının
rahmeti sayesindedir. Rahner, "madem kişi Hıristiyanlık
olmaksızın da Anonim bir Hıristiyan olarak kurtulabilir, o
halde Hıristiyanlığın vaazı gereksizdir" görüşünü de
eleştirir. Zira ona göre kişinin önceki Anonim Hıristiyanlığı
dönemi asıl Hıristiyanlığın gelişiminde yalnızca bir evreden
ibarettir. Dolayısıyla ona göre Anonim Hıristiyanlık dönemi
bir bakıma ilgili kişiye/kişilere Hıristiyan misyonunun
ulaşması açısından bir ön hazırlık dönemi mahiyetindedir.
Rahner'in
dördüncü tezi ise, öteki dinlerin görevinin bağlılarını
Hıristiyan misyonuna hazırlamak olduğudur. Ona göre Mesih'in
kurtarıcı fonksiyonu, inkarnasyon öncesi dönemde aktif olduğu
gibi yaşanılan dönemde diğer dinsel gelenekler içinde de
aktiftir. Dolayısıyla öteki dinlere bağlı olan kişiler,
Hıristiyan misyonuna açıktan karşı çıktıklarında bile aslında
onlar, Anonim Hıristiyanlar olarak kurtuluş açısından bağlı
olmak durumunda oldukları şeye karşı çıkmaktadırlar. Zira
Hıristiyanlık, tek kurtuluş yolu olan Mesih aracılığıyla
kurtuluşun tam/mükemmel ifadesidir.
Rahner'in öteki
dinsel geleneklere yönelik "yasal din" ve "Anonim Hıristiyan"
kavramlarına dayalı olarak dört maddede topladığı bu bakış
açısı, Batı entelijansiyasında oldukça tartışılmış; E.
Hillman, H.R. Schlette ve G. Khodr gibi ilahiyatçılar
Rahner'in görüşlerine paralel yaklaşımlar ileri sürmüşlerdir.
Örneğin Khodr, Mesih'in öteki dinsel geleneklerde gizlice
bulunduğu düşüncesiyle ilgili olarak şunu ifade eder:
Mesih her yerde
gizlidir ... Dinlerle ilgili değerlendirme Mesih'le ilgili
değerlendirmedir. İlahi rahmet/inayet bir Brahmini, bir
Budisti ya da kutsal metinlerini okuyan bir Müslümanı ziyaret
ettiğinde, ışık olarak alınan yalnızca Mesih'tir (akt. Race,
1983: 50).
Diğer taraftan
Rahner'in yasal din ve Anonim Hıristiyan gibi
değerlendirmeleri bazı bilim adamları tarafından da
eleştirilmiştir. Örneğin Peterson (1991: 230), Rahner'in
teorisine karşı, bir kişi kendi inancıyla/diniyle de
kurtuluşa kavuşabiliyorsa, onun daha doğru olduğu ya da
gerçeği tam olarak yansıttığı düşünülen inanca/dine girmesine
ne gerek var, itirazını yükseltmiştir. Rahner'in inklusivist
yaklaşımıyla kilisenin öteki geleneklere yaklaşımında önemli
bir dönemeci oluşturduğuna dikkat çeken Hick (1973: 127-128),
öte taraftan onu, diğer dinlere yönelik tüm iyi niyetine
rağmen Kopernik devrimiyle yüzleşememekle suçlar. Bundan
başka, Race'in ifadesiyle (1983: 50) bir zamanlar Rahner'in
görüşünü doğrular tarzda bir düşünce içinde olan Küng ise
(1987b: 236-237), Rahner'in Anonim Hıristiyan teorisinin son
tahlilde Hıristiyanlığa dayalı bir üstünlük ifadesi olduğunu
ve bunun gerçekte öteki din bağlılarına saygı ifade etmediğini
vurgular. Ayrıca Küng, Rahner'in "Budistler gerçekte Anonim
Hıristiyanlardır" önerisine karşı neden bunun yerine
Hıristiyanların Anonim Budistler olduklarının kabul
edilmediğini sorar (Okholm/Phillips, 1995: 15).
"Az ihtiyatlı
inklusivizm" olarak adlandırdığı Rahner'in teorisini eleştiren
Pinnock (1995: 98-99), Hıristiyan öğretisi ve misyonuna daha
fazla ağırlık veren "Modal inklusivizm" adını verdiği bir
yaklaşımı savunur. Pinnock'a göre, modal inklusivizm, Tanrının
her zaman insanları doğru yola/kurtuluşa yöneltmek için
dinleri kullandığını söylemez. Kilise dışında Tanrının
rahmeti/inayeti ve Ruhun aktivitesi gerçekleşebilir ve bu bazı
dinlerde de cereyan edebilir; ancak bütün dinlerin bu bağlamda
düşünülmesi yanlıştır. Nitekim bazı olumsuz, yanlış ve batıl
dinsel geleneklerin varlığı bir gerçektir. Bu durumda ona
göre, her bir din bireysel olarak ele alınmalı ve
incelenmelidir. Bu, fenomenolojik bir yaklaşım olarak da
adlandırılabilir.
Pinnock'un
inklusivizminin temel özellikleri arasında (i) kurtuluşun
yalnızca Mesih aracılığıyla olduğunun, ancak kurtuluşa giden
bir çok yol bulunduğunun/bulunabileceğinin kabullenilmesi,
(ii) Hıristiyanlık dışı dinlere ilişkin fenomenolojik
yaklaşımın esas alınması, (iii) ötekileri Mesih İnciline
hazırlamada tanrısal Ruhun her zaman aktif olduğunun
vurgulanması ve (iv) böylesi bir inklusivist anlayışın misyon
için gerekli uygun ortamı oluşturacağı ve misyon için
motivasyon sağlayacağının düşünülmesi sayılabilir. Pinnock'a
göre, merhametli ve her yerde hazır-nazır olan Tanrı,
yaratışın diğer bütün alanlarında olduğu gibi, insan
kültürünün dinsel boyutunda da kurtarıcı olarak aktiftir.
Dolayısıyla Tanrının kurtarıcı aktivitesini, yalnızca belirli
bir zaman dilimine ya da yalnızca belirli bir insan
topluluğuna hasretmek doğru değildir; zira bu Tanrının
evrensel yaratıcılığı ve kurtarıcılığı ile ilahi sevginin
sonsuzluğu ve rahmetin genişliğine/kapsayıcılığına aykırıdır.
Dolayısıyla diğer inanç sistemleri bünyesinde yer alan
kişileri Hıristiyan öğretisine hazırlamak için tanrısal Ruh
her zaman o dinsel geleneklerde faaliyettedir. Ruhun öteki
geleneklerdeki bu aktivitesi, bu gelenekler içerisindeki bazı
kimselerin hakikat ve kurtuluş yoluna hazırlanmaları sürecini
ortaya çıkarır. Bir başka ifadeyle Ruh, her yerde İsa Mesih
öğretisine zemin hazırlamak amacıyla misyon öncesi
işbaşındadır. Dolayısıyla diğer dinsel gelenekler içerisinde
de Ruhun faaliyetleri doğrultusunda iyi yolda olan bazı
"azizler" ya da "iyi/doğru kimseler" olabilir. Bu noktada
Rahner'in "Anonim Hıristiyanlar" kavramı yerine Pinnock,
böylesi kimseler için "Mesianik kurtuluşu bekleyen inananlar"
ifadesini kullanmayı uygun görür (Pinnock, 1995: 119).
Pinnock'un inklusivizminde tanrısal Ruhun aktivitesine yapılan
vurgu da oldukça dikkat çekicidir. İnklusivizmi savunan diğer
bazı Hıristiyan ilahiyatçılar, diğer dinsel geleneklerde aktif
olan güç olarak "ilahi rahmet/inayet" kavramını vurgularken,
onun modal inklusivizminde tanrısal Ruh, merkezi önem taşıyan
bir unsur olarak ön plana çıkmaktadır.
Pinnock (1995:
141-142), savunduğu inklusivist bakış açısının, kutsal metne
dayanan iki temel aksiyomu, özellik/belirlilik aksiyomuyla
evrensellik aksiyomunu bağdaştırma ya da bir arada savunma
imkanını verdiğini belirtir. Referansını kutsal kitaptan alan
bu iki merkezi teolojik gerçekten belirlilik/özellik aksiyomu,
Tanrının kendisini belirli bir şekilde açıklamasını ve
inkarnasyon yoluyla insan ırkının tümü adına kurtuluş için
faaliyette bulunmasını ifade eder. Evrensellik aksiyomu ise,
Tanrının herkes gibi günahkarları da sevdiğini ve onları da
kurtarmak istediğini belirtir. Pinnock'a göre, muhafazak‰r
(dışlamacı/ekslusivist) teoloji evrenselliği yalanlama,
liberalizm ise belirlilik/özellik aksiyomunu reddetme
temayülündedir. Oysa inklusivist teori, kurtuluşta Mesih'i
merkez alan görüşü ve öteki dinsel gelenek bağlıları arasında
da tanrısal Ruhun aktif olduğu düşüncesiyle oldukça önemli
olan bu her iki aksiyomu kabullenmektedir. Bu özelliğiyle de
inklusivizm, ekslusivizm ile pluralizm arasındaki bir orta yol
olma iddiasını taşımaktadır.
Pinnock, diğer
teorilere karşı inklusivizmin cazibesinin şu noktalarda
ortaya çıktığı görüşündedir: Kutsal metinlerin temasına daha
uygun olması, kurtulma-hel‰k olma ya da doğru-yanlış
konularında toptancılığa karşı olması, Hıristiyanlık dışı
dinler ve kişilerdeki kutsallığı/ilahiliği tanıma noktasında
dürüstçe bir isteklilik göstermesi ve ortodoksinin daha uygun
bir versiyonunu sunması.
Pinnock'a göre
(1995: 98-99), modal inklusivizm öteki gelenekleri
değerlendirmede ihtiyatlı bir yaklaşımdır ve bu bağlamda II.
Vatikan Konsili'nin yaklaşımına da paralellik arz eder. Ona
göre, Rahner'in ve daha liberal çizgideki diğer bazılarının
inklusivist yaklaşımlarının aksine modal inklusivizm, öteki
dinlerle ilgili toz pembe gözlük takmamakta; onları
yüceltmemektedir. Ayrıca dinlerin bizzat kendilerinin
kurtuluş araçları oldukları konusunda daha dikkatli/ihtiyatlı
bir yaklaşımı esas almakta, dinlerden ziyade dinlerin
bağlılarının düşünce ve davranışlarını dikkate almaktadır.
Bütün bunlardan hareketle, Pinnock'un Modal inklusivizminin
diğer inklusivist teorilere nazaran daha muhafazakar bir
çizgide olduğu söylenebilir.
İnklusivizmin
Yüzyüze Olduğu Sorunlar ve Geçerliliğinin İmkanı
Dinsel
çoğulculuğu konu alan diğer teorilere yönelttiği eleştiriler
ve ortaya koyduğu kendi argümanları dikkate alındığında,
savunucularınca hakikat ve kurtuluş öğretileri çerçevesinde
öteki gelenekleri açıklamak açısından en iyi yol ya da
aşırılıklar arasındaki orta yol olduğu düşünülen
inklusivist/kapsayıcı bakış açısının da çok ciddi sorunlarla
karşı karşıya olduğu görülmektedir.
İnklusivizmin
karşı karşıya olduğu sorunların başında, bu bakış açısının
dinin iddialarıyla, kavram ve değerleriyle ne kadar uyuştuğu,
onların önemini ne kadar vurguladığı hususu gelmektedir. Her
dinsel gelenek, kurtuluş açısından kendi hakikat öğretisinin
mutlak doğruluğunu ve mükemmelliğini savunur. şayet öteki
dinsel gelenekler içinde de kurtuluş mümkünse, o zaman dinin
mutlaklık, merkezilik ve mükemmellik iddiası tartışılır hale
gelmez mi? Örneğin Hıristiyanlıkta Mesih'e iman yoluyla
kurtuluş düşüncesi işlenir ve bu çerçevede Yeni Ahit'te
Mesih'i tanımadan Tanrıyı tanımanın mümkün olmadığının altı
çizilir. Mesih bilincine varılmaksızın ve Mesih cemaatine
(kilisesine) bağlanılmaksızın bir başka inanç sisteminde de
doğruya/hakikate ulaşmak mümkünse, bu durum Mesih aracılığıyla
kurtuluş inancının önemini ve hakikatin ifadesinde Mesih'in
rolünü azaltmaz mı? Bu çerçevede inklusivizm bağlamındaki bir
kurtuluş öğretisi, ötekilerle bir arada yaşama ve onları
kurtuluş açısından dışlamama yönünden pratik bir fayda amacı
güderken, dinin hakikat ve kurtuluş öğretisinin mutlaklığı,
mükemmelliği ve merkeziliği açısından ilgili dinsel gelenekle
bağlısı arasında olması gereken güçlü bağı zayıflatıcı bir
gelişimin nedeni olabilir. Zira, bir başka dinsel geleneğin
inanç ve öğretileriyle de kişi hakikat/kurtuluş açısından
belirli bir mesafe alıyor hatta kurtulabiliyorsa, bunun, Mesih
aracılığıyla kurtuluş öğretisinin mutlak doğruluğunu ve
mükemmelliğini ve Hıristiyan hakikat öğretisinin diğerlerinden
üstünlüğünü tartışılır hale getirmesi kaçınılmazdır. Bu durum
ise zamanla kişinin (en azından bazı kişilerin) kendi dinine
karşı ilgisizliğini ve dinsel inanç, öğreti ve ritüellere
karşı soğukluğu beraberinde getirecektir.
Diğer taraftan,
inklusivist bakış açısının önerdiği, öteki dinsel geleneklerde
de hakikatin ifadesi ve kurtuluş mümkün olabilir görüşü nasıl
gerçekleşebilir sorunu da önemli bir problemdir. Hıristiyan
inklusivizmi "kurtuluş ancak Mesih aracılığıyladır" inanışını
birinci öncül olarak kabul ettiğine göre diğer dinsel gelenek
bağlıları bunu nasıl gerçekleştirebilirler? Bir kişi, kendi
inancıyla da kurtuluşa kavuşabiliyorsa, onun daha doğru olan
ya da gerçeği tam/mükemmel olarak yansıttığı düşünülen
normatif inanca gelmesine ne gerek var? İnklusivistlerin
çoğunluğu, diğer dinlerdeki durumun geçiciliği üzerinde durup,
aslolanın kurtuluşun gerçek temeli olan Mesih öğretisinin
farkına varıp bunu kabullenmek olduğunu vurgularken, bazıları
önemli olanın kurtuluş olduğunu, dolayısıyla kişinin kendi
kurtuluşunun gerçek temelinin ne olduğunu bilip bilmemesinin
çok da önemli olmadığını savunurlar (Peterson, 1991: 230).
Ayrıca diğer dinlerde Mesih fikrini hiç duymaksızın da
insanların, sergiledikleri iyi yaşam ve düşünceler ile
kurtulabilecekleri düşüncesi, karşımıza hangi inanç ve
geleneklerin kişiyi böylesi bir iyi yaşam ve düşünceye sevk
ettiği/edebileceği ve hangi dinlerin hangi ölçütlere göre bu
bağlamda diğerlerinden ayrı olarak ele alınabileceği gibi
sorular çıkarmaktadır. Bir başka ifadeyle, dinsel geleneklerin
bağlısını hakikat ve kurtuluşa ulaştıran özelliklerini tespit
etmede ölçütün ne olacağı konusu da önemli bir sorun olarak
durmaktadır (Aslan, 1998: 153).
İnklusivist
teoriler, hakikate yönelik gerçeklerin farklı kültürel
yapılara sahip insanlarca bilinebileceğini ve öteki dinsel
geleneklerde de insanların tanrısal inayetin/rahmetin bir
tecellisi olarak hakikate yönelik belirli gerçeklere
ulaşabileceklerini tartışırlar. Peki, P. Byrne'ın sorduğu
gibi (Bryne, 1995: 19-20), madem insanlar bu şekilde kendi
gelenekleri içinde de normatif dinde en son ve mükemmel
ifadesini bulan hakikati/gerçeği keşfedebilirler, o halde
neden daha üstünü ve mükemmeli ifade eden normatif gelenekle
karşılaştıklarında onun kendilerine sunduğu gerçekleri
tanımazlar?
Yine bir başka
problem olarak; şayet Hıristiyanlık dışı bir dinsel gelenek,
örneğin İslam, kendi bağlısını hakikate/kurtuluşa
ulaştırabiliyorsa ve bu dinin temel inanç esasları
Hıristiyanlığın Mesih inancıyla taban tabana zıtsa bu durum,
Hıristiyan öğretisinin merkeziliği, mükemmelliği ya da
kurtuluşta ölçütlüğüyle nasıl bağdaşabilir? Varlık öncesi var
olan (pre-existent) tanrısal İsa Mesih inancını ve Mesih'in
yeryüzünde bedenleşmesi, çarmıhta bütün insanlık için ölümü ve
benzeri temel Hıristiyan inanışlarını reddeden İslam, kendi
öğretileri ve yaşam tarzıyla Müslümanları kurtuluşa
iletebiliyorsa, o zaman yalnızca Mesih aracılığıyla kurtuluşu
öngören Hıristiyan öğretisinin merkeziliği ya da mükemmelliği
tartışılır demektir.
Öteki dinsel
geleneklerde de kurtuluş mümkün olabilir görüşünü dile getiren
Hıristiyan inklusivistlerin "öteki" ifadesiyle genellikle
Hıristiyan dünyasının gerek Batı ülkelerinde gerekse başta ön
Asya olmak üzere çeşitli bölgelerdeki Batının eski ve yeni
sömürgelerinde karşı karşıya olduğu İslam, Budizm, Hinduizm ve
Yahudilik gibi dinleri kastettiği dikkati çekmektedir.
İnklusivistlerin bu "öteki" kavramı içeriğine eski ve yeni
çeşitli kabile dinlerini ya da politeizmi temel alan inanç
sistemleri gibi dinsel akımları sokmamaları da ilginçtir.
Genellikle Tanrının bütün insanların yaratıcısı olması, hem
günahın hem de bağışın evrenselliği ve tanrısal inayet ve
rahmetin tüm yeryüzünü kapsayıcılığı gibi teolojik
düşüncelerden hareketle kurgulanan inklusivist bakış açısının,
hakikat/kurtuluş öğretisinde dikkate alınan öteki dinler
bağlamına yalnızca belirli (bağlıları açısından yaygın) dinsel
gelenekleri sokması ve eski ve yeni diğer çeşitli dinleri
kapsam dışı tutması bir tutarsızlık olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin bir Hindu, kendi inanışı içerisinde kurtuluşa
kavuşuyorsa/kavuşabiliyorsa, neden bir çağdaş Satanist ya da
geçmişte yaşamış olan geleneksel Arap dinine bağlı bir
politeist kurtuluş kavramının dışında tutulsun? şayet
kurtuluşta en mükemmelin ifadesi olan ve Mesih tarafından
kurulan Hıristiyanlık dışındaki öteki dinler, tarih içerisinde
ortaya çıkan insan ürünü kültürel birer yapı ise ve her öteki
dinsel gelenek içerisinde de kişi şu ya da bu şekilde
kurtuluşa erişebilirse bu dinlerin kapsamının yalnızca üç beş
dinle sınırlandırılması mantıksızdır ve Tanrının evrenselliği,
Tanrının rahmet, inayet ve bağışının evrensel
kapsayıcılığıyla çelişiktir.
Bazı
inklusivistler, öteki dinlerin kişiyi aslında mükemmel yol
olan Hıristiyanlığa ya da Mesih öğretisine hazırlamak gibi
bir fonksiyon ifa ettiklerini, bu çerçevede diğer dinler
içerisinde doğru, iyi ve hakikate yönelik bilinçli/bilinçsiz
bütün yönelişlerin o kişilere Hıristiyan misyonun götürülmesi
açısından oldukça önemli olduğunu ileri sürerler. Örneğin bu
çerçevede Pinnock (1995: 119-120), yukarıda belirttiğimiz
gibi, öteki din bağlılarını "Mesianik kurtuluşu bekleyen
inananlar" olarak tanımlar. Hıristiyan inklusivistlere göre bu
kişiler, Tanrının evrensel rahmet ve inayetinin tecellisi
olarak Ruhun (ya da kimine göre doğrudan tanrısal rahmetin)
bütün insanlar arasında faaliyette olduğunu ve farkına
varmasalar da insanların zaman zaman bu faaliyetin sonucu
olarak hakikat ve kurtuluştan nasipleri aldıklarını
düşünürler. Bu yaklaşımın da çok ciddi sorunlar taşıdığı
ortadadır. Öncelikle bu yaklaşımın diğer dinlere karşı
gerçekte samimiyetsiz bir tutum izlediği açıktır. Zira bu
yaklaşımı savunanlar, diğer dinlere yönelik
değerlendirmelerini, ötekini/ötekileri belirli bir dinsel
geleneğe (kendi dinlerine) çekme açısından bir araç, yararlı
bir geçici vasıta olarak değerlendirirler. Bir bakıma
ötekinin hakikat ve kurtuluş açısından üstlendiği misyon,
kişileri merkezi/mükemmel olan geleneğe taşımada aracılık
etmedir. Bu geçici misyon tamamlandığında öteki dinsel
geleneklerin işlevi de bitmiş olacaktır. Bunun ötekine karşı
dürüstçe bir tutum olmadığı ortadadır. Yine ötekine yönelik bu
yaklaşım, geleneksel Hıristiyan misyonerliğinin bir uzantısı
görünümü vermektedir. Zira bu bakış açısında Hıristiyanlık
dışı dinler değerlendirilirken, aslında temel alınan
kavramlar hakikat ve kurtuluşun tezahürü ya da ilahi rahmet ve
inayetin dinsel/kültürel yapılarda nasıl tecelli edeceği gibi
hususlar değildir. Bunun yerine temel kaygı, diğer din
mensuplarının nasıl Hıristiyanlaştırılacağı ve bu bağlamda
diğer dinsel inanç ve öğretilerin kişinin Hıristiyan
olabilmesi açısından nasıl bir işlev taşıdığıdır. Dolayısıyla
özellikle evangelik inklusivistler, diğer dinlere ilişkin
değerlendirmelerini misyoner gözlüğüyle diğer din bağlılarını
tahlil etme çerçevesinde yapmaktadırlar. Bu ise,
Hıristiyanlık dışı kimselerin temsil ettikleri inanç, öğreti
ve dinsel yaşamın kurtuluş açısından kayda değer görülmesi
değildir. Zira bu bakış açısı öteki dinsel gelenekleri değil
bunların bağlılarını hedef edinmekte ve onları aslında
kurtarılacak, ne kadar iyi olursa olsun bağlı olduğu mevcut
geleneği bırakıp Hıristiyanlığa geçtikleri taktirde tam
anlamıyla kurtuluş yoluna girecek kişiler olarak
değerlendirmektedir.[4]
Her dinsel
geleneğin hakikatin ifadesi olduğunu ancak hiçbir dinin
hakikatin mutlak ve mükemmel ifadesi olmadığını savunarak
hakikat konusuna daha global bir perspektif getirmeye çalışan
pluralistleri, hakikati anlama açısından emperyalistik
olmakla itham eden inklusivistlerin de aynı şeyi yaptıkları
inklusivizme yöneltilebilecek bir diğer eleştiri noktasıdır
(Hick, 1998b: 325). Gerçi inklusivistlerin, pluralizme
yönelttikleri bu eleştiri yerindedir, ancak pratikte
ötekileri dışlamama gerekçesinden hareket eden inklusivist
teorinin de belirli bir sistemi merkeze koyma nedeniyle peşin
peşin diğerlerini küçümsemekte olduğu ve gizli şekilde de olsa
normatif dinsel gelenek lehine bir üstünlük iddiası taşıdığı
ve kendi hakikat öğretisini ötekilere dikte etmeye/dayatmaya
çalıştığı açıktır.
Hıristiyan
inklusivizmi, hakikat/kurtuluş açısından Hıristiyanlığı
merkeze koymakta ve diğer dinleri ve bağlılarını Kristosentrik
bir hakikat/kurtuluş öğretisi çerçevesinde
değerlendirmektedirler. Bu doğrultuda Hıristiyanlığın, hakikat
ve kurtuluş açısından Tanrı tarafından tesis edilen ve
merkezilik ve mükemmelliği ifade eden "özel" ya da "sıra
dışı" bir konuma sahip olduğu, çokluğu ifade eden öteki
geleneklerin ise "genel" ya da "sıradan" yollar oldukları
düşünülmektedir. Hıristiyan inklusivizminin bu bakış açısının
oldukça öznel bir yaklaşım olduğunu ve normatif bir
hakikat/kurtuluş iddiasına dayandığını söylemeye gerek yok.
Fakat bu bakış açısından hareketle her bir dinsel gelenek
kendisini merkeze ya da "özel" konuma koyup, Hıristiyanlık da
dahil diğerlerini "genel" ya da sıradan yollar olarak
değerlendirebilir. Örneğin bu inklusivist anlayıştan
hareketle İslam kültürü içerisindeki bir kişi de pekala
İslamın Allah'ın seçtiği son ve en mükemmel hakikat/kurtuluş
yolu olduğunu, diğer dinsel geleneklerin ise kişiyi İslamda
mükemmel ifadesini bulan hakikat/kurtuluş anlayışına göre
doğru yola iletebildiği ölçüde kurtuluş açısından olumlu bir
işleve sahip olabileceklerini düşünebilir. Bu durumda her
dinsel gelenekte yapılacak bu ve benzeri değerlendirmeler,
her zaman öznel olmak durumundadır. Zaten her dinsel geleneğin
kendini merkeze koyması ve normatif bir hakikat iddiası
taşıması, dinin varoluş amacına yönelik bir özelliktir.
Kurtuluş ve hakikatin ifadesi açısından öznellik, normatiflik
ve merkeziliği/mükemmelliği ekslusivist bakış açısı dürüstçe
dile getirirken, aslında farklı bir yaklaşım sergilemeyen
inklusivistlerin bu konuda aynı dürüstlüğü göstermedikleri
dikkati çekmektedir.
Pluralist bakış
açısıyla Hick (1995: 82-83), Kristosentrik bir yapıyı temel
alan Hıristiyan inklusivizmini, güneş sisteminin merkezi
olarak güneşi kabul eden astronomideki Kopernik devrimine
adapte olamamakla ve h‰l‰ yeryüzünü bu sistemin merkezi sayan
Ptolemik teoriye bağlı kalmakla suçlar. Zira Hıristiyanlığı
ve Mesih öğretisini merkez alan Hıristiyan inklusivizmi,
Tanrının merkezde olduğu ve bütün dinsel geleneklerle
birlikte Hıristiyanlığın da bu ilahi merkez/hakikat etrafında
dönen inanç dünyaları olduklarını kabulden uzaktır. Bundan
başka Hick (1995: 43), kurtuluş anlayışı konusunda geleneksel
yaklaşımdan pek farklı bir şey söylemediği itirazıyla da
Hıristiyan inklusivizmini eleştirir. Ona göre, kurtuluşun İsa
Mesih'in çarmıhta ölümü vasıtasıyla bağışlanma ve tanrısal
kabul şeklinde tanımlanması yalnızca bir tautolojidir. Zira
bu, Hıristiyanlığa göre şekillenmiş geleneksel ben
merkezli bir kurtuluş öğretisidir. Oysa bunun yerine,
kurtuluşun Tanrı merkezli olarak dünya dinlerinin
hepsinde az çok aynı oranda beliren bir unsur olarak
tanımlanması gerekir.
Genellikle
Hıristiyan inklusivistleri, ötekilerin er ya da geç sonunda
normatif geleneğe, yani Hıristiyanlığa gelecekleri kanaatini
taşırlar/umarlar. Oysa Hick'in de vurguladığı gibi realiteye
bakıldığında bu, yalnızca boş bir beklentiden, bir fantaziden
ibarettir.[5]
Pluralist
teoriler gibi inklusivist teoriler de kendilerini dünya
inançları üzerinde bir öncül olarak görürler. Pluralist
teoriler, dinsel geleneklerin hakikat/kurtuluş
öğretilerindeki mükemmel olma, son olma ya da merkezi olma
gibi özellik/belirlilik unsurlarını buharlaştırıp,
pluralistlerin hakikat/kurtuluş anlayışına adeta dinler üstü
bir boyut kazandırırken, inklusivistler de normatif din
merkezli anlayışı diğerlerine dayatmaktadır. Dolayısıyla her
iki yaklaşımda da diğer dinsel geleneklerin hakikat/kurtuluş
anlayışının belirli bir çizgide yönlendirilmesi söz
konusudur. Oysa her iki anlayışın da kurtuluş açısından
ötekilerin teolojik yaklaşımlarının şekillenmesinde gerçekte
bir farklılık oluşturduğundan/oluşturabileceğinden
bahsedilemez.
Son olarak, bazı
pluralistler (örn. Hick, 1998a: 542-543) inklusivist
yaklaşımın öteki dinsel geleneklerle sağlıklı zemine dayalı
bir diyaloğu da neredeyse imkansız hale getirdiğini
tartışırlar. Zira Hıristiyan inklusivizmi, Hıristiyanlığın
diğerlerinden eşsiz üstünlüğü ve Hıristiyan olmayanların daha
düşük dinsel seviyelerde olduğu gibi bir önyargı
taşımaktadır. Bu önyargının ise, Hıristiyanlık dışı dinlerle
eşit şartlarda diyaloğu ortadan kaldırdığı aşikardır.
İnklusivist
teorilere ve bunların yüz yüze olduğu sorunlara dikkat
edildiğinde, bunların da gerçekte dinsel geleneklere yönelik
ekslusivist ve pluralist yaklaşımların içerdiği
sorunlardan/handikaplardan uzak olmadıkları görülmektedir.
Referansını büyük ölçüde ötekine ilişkin teolojik
değerlendirmelerden ve farklılıklar içinde bir arada yaşama ve
birbirini anlamaya ilişkin istek ve kaygılardan alan
inklusivizm, her ne kadar pratikte yararlı olabilecek bir
yaklaşım olarak görülse de gerçekte hem dinin temel teolojik
iddialarına/özeliklerine aykırı anlayışı hem de ötekine
yönelik önyargılı ve emperyalistik tutumu nedeniyle tutarlı
yaklaşım olmaktan uzak bir görünüm sergilemektedir.
REFERANSLAR
Adam, B., 1998,
"Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve İslama Bakışı", Dinler
Tarihi Araştırmaları, Ankara: Dinler Tarihi Derneği
Yayınları.
Aslan, A., 1998,
"Batı Perspektifinde Din” Çoğulculuk Meselesi", İslam
Araştırmaları Dergisi, 2.
Byrne, P., 1995,
Prolegomena to Religious Pluralism. Reference and Realism
in Religion, London: Macmillan Press.
Clement of
Alexandria, The Stromata or Miscellanies,
http://www.newadvent.org/fathers/02106.htm.
Cobb, J.B., 1987,
"Towards a Cristocentric Catholic Theology", L. Swidler (ed.),
Toward a Universal Theology of Religion, New York:
Orbis Books.
Cyprian, The
Epistles, http://www.newadvent.org/fathers/05066.htm.
D'Costa, G.,
1990, "'Extra ecclesiam nulla salus' revisited", ı. Hamnett
(ed.), Religious Pluralism and Unbelief: Studies Critical
and Comparative, London: Routledge.
Demirel, H. ve
diğerleri (tr.), 1997, Kilise Babaları ve Yazarlarından
Alıntılar, İstanbul.
Heim, S.M., 1995,
Salvations. Truth and Difference in Religion, New York:
Orbis Books.
Hick, J., 1973,
God and the Universe of Faiths: Essays in the Philosophy of
Religion, London: The Macmillan Press (reissued 1988).
-------, 1987,
"Religious Pluralism", ER, ed. M. Eliade, c.12.
-------, 1995, "A
Pluralist View", Okholm, D.L., T.R. Phillips (eds) More
Than One Way? Four Views on Salvation in a Pluralistic World,
Grand Rapids: Zandervan Publ. House.
-------, 1998a,
"The Latest Vatican Statement on Christianity and Other
Religions", New Blackfriars, 79 (:934).
-------, 1998b,
"ıs Christianity the Only True Religion?", Theology,
September-October.
Justin Martyr,
The First Apology,
http://www.newadvent.org/fathers/0126.htm.
Katolik
Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, tr.
D. Pamir, İstanbul 2000.
Knitter, P.F.,
1987, " Hans Küng's Theological Rubicon" L. Swidler (ed),
Toward a Universal Theology of Religion, New York: Orbis
Books.
Küng, H., 1987a,
"Christianity and World Religions: Dialogue with Islam", L.
Swidler (ed), Toward a Universal Theology of Religion,
New York: Orbis Books.
----------,
1987b, "What is True Religion? Toward an Ecumenical
Criteriology", L. Swidler (ed.), Toward a Universal
Theology of Religion, New York: Orbis Books.
Okholm, D.L.,
T.R. Phillips (eds), 1995, More Than One Way? Four Views on
Salvation in a Pluralistic World, Grand Rapids: Zandervan
Publ. House.
O'Leary, J.S.,
1996, Religious Pluralism and Christian Truth,
Edinburgh University Press.
Peterson, M. ve
diğerleri, 1991, Reason and Religious Belief, Oxford:
Oxford University Press.
Pinnock, C.H.,
1995, "An ınclusivist View", Okholm, D.L., T.R. Phillips (eds)
More Than One Way? Four Views on Salvation in a Pluralistic
World, Grand Rapids: Zandervan Publ. House.
Race, A., 1983,
Christians and Religious Pluralism. Patterns in the
Christian Theology of Religions, London: SCM Press.
Rahner, K., 1980,
"Christianity and the Non-Christian Religions", J. Hick, B.
Hebblethwaite (eds), Christianity and Other Religions,
Philadelphia: Fortress Press.
Sugden, C., 1990,
"Evangelicals and Religious Pluralism", ı. Hamnett (ed.),
Religious Pluralism and Unbelief: Studies Critical and
Comparative, London: Roudledge.
Tappert, T.G.
(ed., tr.), 1959, The Book of Concord, Philadelphia:
Fortress Press.
Yitik, A.İ.,
1998, "Hinduizm'in Diğer Dinlere Bakışı", Dinler Tarihi
Araştırmaları, Ankara: Dinler Tarihi Derneği Yayınları.
[1]
Yahudiliğin kurtuluş açİsİndan diğer dinlere bakİşİyla
ilgili bkn. Adam, B., "Yahudiliğin Hİristiyanlİğa ve
Üslama Bakİşİ", Dinler Tarihi Araştİrmalarİ,
Ankara: Dinler Tarihi Derneği Yayİnlarİ 1998, ss.147-176.
[2]
Örneğin bu çerçevede Mevlana'nİn fil ve körler misali,
pluralistlerce hakikatin dinler tarafİndan farklİ ifade
edilmesine örnek olarak verilir.
[3]
Fil ve körler analojisinde fil hakikati, körler hakikatin
bir boyutunu kavrayan ve tam/mükemmel olmasa da kavradİğİ
boyutuyla kendi açİsİndan doğru olan dinleri, fili odaya
sokan ve bir bütün olarak gören fil sahibi ya da kral ise
pluralistleri ifade etmektedir.
[4]
Pinnock (1995: 120), kendisine Üncil sunulan (Üncil'e
davet edilen) bir kimsenin, örneğin bir Müslümanİn, h‰l‰
kendi dininde kalmasİ ve cemaatini terk etmemesi
durumunda, onun kurtuluş açİsİndan halini Tanrİya havale
etmek gerektiğini kabul eder.
[5]
Hick, günümüz dünyasİnda dinlerin yayİlİş hİzİna
bakİldİğİnda, zamanla dünyanİn büyük ölçüde
Hİristiyanlaşacağİ yönündeki Hİristiyan beklentisinin
doğruyu yansİtmadİğİnİn, aksine belki önümüzdeki dönemde
Üslamİn en yaygİn din olarak ortaya çİkacağİnİn
anlaşİlacağİna dikkat çeker. Pinnock, 1995 (Hick's
response to Pinnock): 125.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yukarıdaki makalenin uzunlugundan dolayı okunmasının ve değerlendirilmesinin atlanabilecegi düşüncesiyle kendimce anladıgımı paylaşmak isterim... benim inandığım gibi inanmayanlar ne olacak .... bu sorunun diger dinlere inananlar tarafından da soruldugunun ve üzerinde uzuuun tartışmalar yaşandıgının bir örneği bu makale... özellikle hırstiyanların bu konudaki yaklaşımları ele alınmış.... temel olarak üç görüşe sahipler... ilk olan eski denberi gelen ana akım da diyebilecegimiz kilisenin dışında kurtuluş yoktur diyenler...kurtuluş için hristiyan inancına sahip olamktan başka yol yoktur hatta bu da yetmez sadece katolik kilsesinin kabullerine uygun inanmak gerekir diyen katı gelenekçi gurup diyelim... ikinci olarak ve burada ayrıntılı incelenen kilise dışındada kurtuluş olabilir diyenler...kilise dışında hakikati bir şekilde ulaşan kişiler olabileceğini ve onalara anonim hristiyanlar denebilecegini söylerler... üçüncü olarakta hakikatin hiçbir dinde tam olarak bulunmadıgını ama herdinde hakikatin parçalarının oldugunu ve her dindeki insanların bu hakikatlere tutunarak kurtulabileceklerini söyleyen ve plüralist denenler...
bu makale benimde bir müslüman olarak düşündüğüm bir konuda ele alındıgı için dikkatimi çekti...aynı meselede başka din mensuplarının neler düşündüğünü öğrenmek benim açımdan faydalı oldu... buna benzer sınıflanmaları müslümanlar arasındada görüyorum... kurtuluş için olmazsa olmaz şartlar bizim aramızda da tartışılmış... kimileri bu konuda şekilden tut içeriğe kadar bütün islami davranışların kabulunu şart koşmuş... kimi daha farklı düşünüp tevhit ilkesini kabul eden herkesin kurtulacağını öne sürmüş... bende bu konuda bir irdeleme evresindeyim...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HİÇBİR DİN DİĞERİNDEN ÜSTÜN DEĞİLDİR?
The Pluralist
Model: A Multireligious Exploration,
Birmingham, England, 6-9 Eylül 2003
DOÇ. DR. MAHMUT AYDIN
OMÜ. İLAHİYAT FAKÜLTESİ
mahmuta@omu.edu.tr
“The Pluralist
Model: A Multireligious Exploration”
adlı sempozyum başta dinsel çoğulcuk modelinin
fikir babası olarak kabul edilen ünlü İngiliz
teologu ve din felsefecisi John Hick (Birmingham
Üniversitesi, İngiltere, Paul F. Knitter (Xavier
Üniversitesi, ABD), Perry Schmidt Leukel (Glasgow
Üniversitesi, İngiltere) ve Leonard Swidler’in (Temple
Üniversitesi, ABD) öncülüğünce İngiltere’nin
Birmingham kentinde Asya, Avrupa ve ABD’den
Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm ve
Budizm’e mensup 40 kadar akademisyen ve din
adamının katılımıyla düzenlenmiştir. Bu
toplantıya katılanların genel özelliği, onların
büyük çoğunluğunun günümüz dünyasında yadsınmaz
bir gerçeklik olan dinsel çeşitlilik olgusunu
anlama ve ona yanıt verme noktasında “çoğulcu
model” diye adlandırılan, her dinsel geleneğin,
taraftarlarını kurtuluşa ulaştırma -Hick’in
deyimiyle ben-merkezlilikten Hakk/Gerçeklik-merkezliliğe
dönüştürme- noktasında kendi taraftarı gözünde
eşit geçerliliğe sahip olduğunu kabul eden ve bu
kabul ışığında “ötekine” karşı yeni bir tutum
geliştirilmesi gerektiğini savunan bir din
anlayışını benimsemiş olmalarıdır. Toplantının
temel amacı bir dinsel gelenek taraftarının
öteki dinsel geleneklere ve onların mensuplarına
yönelik tutum ve davranışlarını kategorize
etmede kullanılan dışlayıcılık, kapsayıcılık ve
çoğulculuk modellerinin temel argümanları ışığı
altında farklı dinsel geleneklere mensup çoğulcu
teolog ve din adamlarının bir araya gelip
plüralist model konusundaki farklı
yaklaşımlarını, onun kendi dinsel
geleneklerindeki izdüşümlerini, karşı karşıya
olduğu temel problemleri ve geleceğiyle ilgili
önerileri birbirleriyle paylaşmak olmuştur.
Sempozyum 6
Eylül 2003 Cumartesi akşamı John Hick tarafından
verilen “The Religions- The Next Step after
Dialogue” adlı halka açık konferansla başladı.
Adı geçen konferansında Hick, öncelikle
Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklere ve onların
taraftarlarına yönelik çoğulcu bir Hıristiyan
dinler teolojisi geliştirme ihtiyacını ilk
olarak 1967 yılında Birmingham Üniversitesine
Din Felsefesi profesörü olarak atanmasıyla
hissetmeye başladığının ifade etti. Zira ona
göre İngiltere’nin ikinci büyük kenti olan ve
nüfusunun 1/3’ünün Müslüman, Hindu, Budist, Sih
ve Yahudi olan Birmingham şehrinin çok kültürlü
ve çok dinli yapısı kendisini o zamana kadar
benimsediği mutlakıyetçi/lafızcı din anlayışını
sorgulamaya başlayıp sonunda da terk etmesinde
ilk önemli faktör olmuştur. Çünkü hayatında ilk
kez bu kentte Hıristiyanlık dışındaki dinlerle
ve bu dinlerin mensuplarıyla tanışma ve onların
inançlarını pratikte nasıl yaşadıklarını tecrübe
etme fırsatını elde etmişti. İşte bu fırsat
Hick’i şu tespiti yapmaya sevk etmiştir.
“[İbadet yerlerindeki insanların] lisanları,
kullandıkları kavramlar, ibadet formları ve
cemaatlerin kültürel hususiyetleri
birbirlerinden oldukça farklılık arz etse de,
dini bakış açısına göre temelde hepsinde aynı
şey olmaktadır. Bu da, insanların, eski ve
oldukça gelişmiş gelenek çatısı altında
kalplerini ve zihinlerini hayatları üzerinde
mutlak hakimiyeti olduğuna inandıkları Tanrıya
kendilerini açmak için bir araya gelmeleridir”.
Bu tespit Hick’in geliştirdiği çoğulcu din
anlayışı modelinin özünü teşkil etmektedir.
Hick,
ikinci olarak öncülüğünde geliştirilen çoğulcu
din anlayışının tek bir mutlak doğru din veya
inanç üzerinde vurgu yapmak veya bu mutlak doğru
dini veya inancı diğer dinsel geleneklerin ve
inançların taraftarlarını da içine alacak
şekilde kapsayıcı hale getirmek yerine, her
dinsel geleneğin veya inancın kendi başına
diğerlerinden bağımsız olarak taraftarlarını
kurtuluşa götürecekleri noktasından hareket eden
ve böylece dışlayıcılık ve kapsayıcılık
modellerinin ötesine geçmeyi hedef edinen bir
model olduğunun altını çizmiştir. Bu çerçevede o
farklı dünya dinlerinin her birinin, kendi
kutsal kitapları, manevi uygulamaları, dinsel
tecrübe formları, inanç sistemleri, kurucuları,
hayat tarzlarını ifade eden kültürel tarzlarıyla
beraber kompleks tarihi yapılar olarak farklı
şekillerde tanıklık ettikleri Aşkın Gerçekliğe
farklı cevap olduklarını ileri sürmüştür.
Üçüncü olarak
Hick, dünyanın büyük dinsel geleneklerinin her
birinin kendi taraftarlarının yaptıkları bazı
hata ve kötülükleri kutsayarak haklı çıkarmak
için kullanıldığının altını çizerek her dinsel
geleneğin kötü ve iyinin karışımıyla kendi eşsiz
sistemini oluşturduğunu iddia etmiştir. Bu
varsayımdan hareket eden Hick’e göre herhangi
bir dinsel geleneğin diğerlerine oranla iyiliğe
daha fazla ve kötülüğe de daha az katkıda
bulunduğu yönünde global bir yargıda bulunmak
imkansızdır. Devamla Hick şu noktanın da altını
çizmektedir: Şüphesiz ki her şeyi bilen Mutlak
Gerçekliğin katında bir dinsel geleneğin
diğerlerinden üstün olması mümkündür. Ancak
bizim yanlı ve yanılabilir beşerî bakış açımıza
göre bu dinsel gelenekler Tanrı ile iletişim
içinde olan insanoğlunun farklı yollarını temsil
ederler. İşte bütün bu nedenlerden dolayı
çoğulcu düşünceye göre, şayet herhangi bir
dinsel geleneğin taraftarları, kendi dinlerinin
üstünlüğü ile ilgili iddiada bulunacaklarsa,
bunu “gerçeklerin incelenmesi” temeline
dayanarak yapmaları gerekir. Gerçeklerin
incelenmesinden kasıt da herkes için mevcut olan
ampirik veya tecrübî bilgilerdir. Bu çeşit
bilgiler bir dinsel geleneğin insanlığın
mutluluk ve refahını diğer dinsel geleneklerden
ne kadar daha iyi ilerletip ilerletmediği
konusundaki beceri ve yeteneğinde bulunabilir.
Hick,
konferansını şu noktanın üzerinde durarak
bitirmiştir: Dinlerin çeşitliliği ve plüralitesi
sorunu günümüz dünyasında varlığı tanınması
gereken bir realite olmaktan çıkıp, özellikle
büyük dünya dinlerinin taraftarlarının şöyle ve
böyle üstesinden gelmesi gereken bir meydan
okuma halini almıştır. Çünkü o, farklı din
mensuplarının kendi farklılıklarını muhafaza
ederek barış içerisinde yaşamak istedikleri
günümüz dünyasında pek çok seçenek arasında
bunun nasıl olması gerektiği konusunda bize yol
gösteren varoluşsal bir problemdir. O artık
“Bir” ve “Pek Çok” hakkında eski okul
kitaplarında bulunan bir soru değildir. Aksine o
karşılıklı olarak birbirleriyle uyuşmaz dünya
görüşleri ve felsefelerinin birbirleriyle
diyaloga girmesiyle ortaya çıkan somut günlük
bir dilemma haline gelmiştir. Bu nedenle dinsel
çoğulculuk olgusu tüm dinsel gelenek
mensuplarınca ortak insan varlığının pratik bir
sorunu olarak kabul edilmeli ve her dinsel
gelenek bünyesinde bizzat ilgili din mensubu
tarafından ona uygun yanıtlar verilmelidir.
Hick’in açılış
konferansının ardından 7 Eylül Cumartesi
başlayan sempozyum sekiz oturumda
gerçekleştirilmiştir. I. oturumda dinsel
çoğulculuk modeliyle ilgili metodolojik
bildiler, II. oturumda dinsel çoğulculuk
modelinin yeniden tanımlanması ve ona yöneltilen
eleştirilerle ilgili bildiriler; III., IV. ve V.
oturumlarda dinsel çoğulculuk modeline yönelik
batı ve doğu dünyasındaki Hıristiyan teolog ve
din adamlarının yaklaşımlarıyla ilgili
bildiriler; VI. oturumda Hindu ve Budist
teologların çoğulcu modele yönelik yanıtlarıyla
ilgili bildiriler; VII. oturumda Müslüman
akademisyenlerin bildirileri; VIII. ve son
oturumda da önce Sihizm’in temsilcinin bildirisi
sonra da Yahudi akademisyenlerin plüralist
modelle ilgili bildirileri yer almıştır. Her
oturumda tebliğciler beşer dakikada
bildirilerini özetledikten sonra 7 ayrı çalışma
grubuna ayrılan dinleyiciler ayrı ayrı salonlara
giderek ilgili oturumun tebliğlerini müzakere
etmişlerdir. Bunun dışında her dinsel
gelenekten- İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik,
Hinduizm, Budizm ve Sihizm- birer temsilcinin
katılımıyla oluşturulan bir komisyon toplantı
öncesinde öntaslak olarak hazırlanan “Dinsel
Çoğulculuğun Anahtar Prensipleri” adlı on
maddelik bir taslağı toplantı sürecinde ortaya
çıkan yeni argümanlar ve görüşler ışığı altında
tartışarak yeniden gözden geçirdiler. Toplantı
sürecinde devamlı olarak revize edilen bu taslak
9 Eylül Salı günü tüm katılımcıların huzurunda
madde madde okunarak tekrar tartışmaya açıldı ve
yaklaşık 2 saatlik bir müzakereden sonra tüm
katılımcıların oy birliğiyle 9 madde olarak
kabul edildi.
Sempozyumun
işleyiş sürecini bu şekilde ana hatlarıyla
tanıttıktan sonra şimdi de tüm bildirileri tek
tek tartışmak yerine her oturumda öne çıkan
fikir ve düşünceleri ilgili bildirilere atıfta
bulunarak tartışmak istiyorum.
Dinsel çoğulculuk
modeliyle ilgili metodolojik bildirilerin yer
aldığı I. Oturumda Almanya’nın Münih
Üniversitesinde Prof. Dr. Michael von Brück
“Religious Pluralism, Theological Relativity and
the Search For Truth” adlı tebliğinde dinsel
çoğulculuk modeliyle ilgili metodolojik
problemlere ve hakikat sorunuyla ilgili felsefi
ve teolojik argümanlara yer verdikten sonra
bizim hakikat hakkındaki idraklerimizin
kullandığımız dile bağlı olduğunu ve mecazi
olduklarını ileri sürmektedir. Devamla Brück,
kullandığımız dilin ve ürettiğimiz kavramların
sadece ilgili oldukları şey hakkında bize bilgi
sunmadıklarını aynı zamanda imaj ve
motivasyonlar da çağrıştırdıklarını; bu
motivasyon ve imajların sosyal bir kalıbın
temelini oluşturan iletişim kalıpları içinde
nakledildiğini ve bu sosyal kalıbın da önceden
sabitleştirilmiş bir harmoni değil tarihsel
olarak koşullu ve kültürel bir sürecin ürünü
olarak adlandırılması gereken bir kalıp olduğunu
ifade etmektedir. Brück, ileri sürdüğü bu
argümanla dinsel geleneklerin statik değil
dinamik olduklarını dolayısıyla da onların
geçmişte herhangi bir zamanda insanlığa verilen
bir şey değil içinde yaşadığımız anda da
yapılanmasını sürdüren süreçler olduğunu ileri
sürmektedir. Kısaca Brück’ün bildirisinde
üzerinde durduğu temel argüman, dinlerin tarihte
belli bir zamanda tesis edilmiş ve sabitlenmiş
gelenekler olmadığını bilakis onların içinde
bulundukları tarihsel ve sosyal şartların ışığı
altında sürekli değişen, gelişen, büyüyen ve
bunu da çoğulcu kalıplar içinde yapan süreçler
olduğu tezidir.
I. Oturumun
dikkat çeken bir diğer bildirisi de Oklahoma
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinden Prof.
Dr. Ingrid Shafer’in sunduğu “Religious
Pluralism: Medium as Messagen in the Global
Village of Cyberspace” adlı bildiridir. Shafer
bu bildirisinde ilk olarak küreselleşmenin
farklı dinsel gelenekleri ve inançları yerel
kültür havzalarına ve coğrafi sınırlarına
hapseden geleneksel tasavvurları ortadan
kaldırdığına ve farklı dinsel gelenek ve
kültürlere mensup kişilerin artık birbirleriyle
kolayca ilişki kurma noktasına geldiklerine
dikkat çektikten sonra kurulacak bu ilişkinin
sadece ötekine hoşgörü göstermek şeklinde değil
aynı zamanda ötekinin ötekiliğini kabul etme ve
onama şeklinde yani çoğulcu din anlayışı
çerçevesinde olması gerektiği ileri sürmektedir.
Farklı dinsel geleneklere ve kültürlere mensup
kişilerin kendi farklılıklarını muhafaza ederek
birlikte yaşamalarının yolunun çoğulcu modelden
geçtiğini bunun içinde bu modelin teknolojinin
sunduğu imkanlardan yararlanarak tüm dünyaya
sunulması gerektiğini, daha da ötesinde bu
modeli benimseyenlerin tıpkı evangelik
misyonerler gibi çalışmalarını önermektedir.
Dinsel Çoğulculuk
modelinin yeniden tanımlanması ve ona yöneltilen
eleştirilerin tartışıldığı II. Oturumun ilk
tebliğcisi olan Glasgow Üniversitesinde Prof.
Perry Schmidt-Leukel, Hıristiyanların diğer
dinlere ve onların taraftarlarına yönelik
tutumlarını sınıflandırmak için 1983 yılında ilk
defa Alan Race tarafından geliştirilen ve yaygın
bir şekilde kullanılan dışlayıcılık,
kapsayıcılık ve çoğulculuk seçeneklerinin ciddi
noksanlıklara sahip olduklarını ve bundan dolayı
da pek çok kişi tarafından haklı olarak
eleştirildiklerine dikkat çektikten sonra onları
yeniden tanımlamaktadır. Bu çerçevede Schmidt-Leukel
tüm dinsel gelenekler olmasa da en azında
Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam, Budizm ve
Hinduizm gibi büyük dinsel gelenekler Aşkın
Gerçekliğin kurtarıcı bilgisini veya vahyini
insanoğluna ulaştırmada aracılık ettiği
noktasından hareketle mal-mülk, vasıf, nitelik
gibi anlamlara gelen “property” adını vermekte
ve onun dinlerin bir niteliği olup olmadığını
sorarak ona verilen cevapları sıralamaktadır.
Aşkın Gerçekliğin
Vahyini veya Bilgisini insanoğluna ulaştırma
dinlerin bir vasfı mıdır?
(1) Bu
soruya hayır değildir diye cevap verenler
ateistlerdir. Onlara göre Aşkın Varlığın
kurtarıcı bilgisine hiçbir din aracılık
etmemektedir. Çünkü Aşkın Varlık diye bir şey
yoktur.
(2) Aşkın
Gerçekliğin kurtarıcı bilgisinin tüm dinlerin
değil sadece tek bir dinin vasfı olduğunu
söyleyenler dışlayıcılardır. Bu görüşün
savunucularına göre Aşkın Varlığın kurtarıcı
bilgisine sadece tek bir din, tabii olarak da bu
görüşü savunanın kendi dini aracılık etmektedir.
(3) Aşkın
Gerçekliğin kurtarıcı bilgisine birden çok din
aracılık etmektedir. Ancak bu dinlerin arasında
sadece bir tanesi söz konusu bilgiye eşsiz
derecede diğerlerinden daha üstün olarak
aracılık etmektedir. Bu görüşün savunucuları da
kapsayıcı olarak adlandırılmaktadır.
(4) Aşkın
Varlığın kurtarıcı bilgisine birden çok din
aracılık etmektedir ve onların hiçbiri söz
konusu bilgiye aracılık etmede ötekilerden daha
üstün bir konumda değildir. Bu görüşün
savunucuları da çoğulcu olarak
adlandırılmaktadır.
Yukarıda sorulan
soruya verilen cevapları bu şekilde ifade
ettikten sonra Schmidt-Leukel, yapılan bu yeni
tanımlamalarla ateizm, dışlayıcılık,
kapsayıcılık ve çoğulculuk seçeneklerinin daha
kapsamlı ve anlaşılabilir hale geldiklerini
ileri sürerek “Aşkın Gerçekliğin Vahyini veya
Bilgisini insanoğluna ulaştırma dinlerin bir
vasfı mıdır?” sorusuna verilecek her türlü
cevabın mutlaka bu seçeneklerden birine dahil
olacağını belirtmektedir. &nb sp;
II. Oturumun
dikkat çeken ikincisi bildirisi de Xavier
Üniversitesinden emekli Prof. Paul F. Knitter’in
“Is the Pluralist Model a Western Imposition: A
Response in Five Voices” adlı tebliğidir.
Knitter bildirisinde öncelikle çoğulcu din
anlayışı modeline yöneltilen eleştirilere cevap
vermektedir. Bu bağlamda onun yanıtladığı ilk
eleştiri çoğulcu modelin dayatmacı bir söylem
olduğudur. Bu eleştiriyi yapanlara göre çoğulcu
model tüm dinlerde ortak bir söylem bulmaya
çalışmaktadır. Ancak bunu yaparken 18. yüzyıl
Aydınlanma düşüncesinin bir sonucu olarak batı
Hıristiyan dünyasında ortaya çıkan dinsel
söylemi diğer dinlere empoze etmektedir. İkinci
eleştiri çoğulcu modeli savunanların gerçekte
çoğulcu olmadıklarıdır. Çünkü çoğulculuk sadece
pek çok dinin varlığını kabul etmek değil aynı
zamanda onların tek bir sitem veya ortak bir
zeminde eritilmeyecek kadar farklılıklara sahip
olduğunu da kabul etmek demektir. Zira onları
bazı ortak noktalar veya ortak Aşkın Gerçeklik
kavramı etrafında bir araya getirmeye yönelik
her türlü çaba bir tarafın Aşkın Gerçeklik
anlayışını ötekilere empoze etmekle son bulur.
Knitter, ilk olarak bu iki temel tenkitin
asılsız olduğunu ancak çoğulcu modelin
savunucuları tarafından mutlaka ciddiye alınarak
yanıtlanmaları gerektiğini çünkü eleştirileri
dikkate alıp onlardan bir şeyler öğrenilerek
çoğulcu düşüncenin daha geliştirilebileceğini
ifade etmektedir. İkinci olarak ise dinsel
hakikatin evrensel olduğunu ileri süren din
tebliğcilerinden; Aşkın Gerçekliğin mutlak bir
gizem olduğunu bundan dolayı hiçbir dinsel
geleneğin O’nu tam olarak bilemeyeceğini ifade
eden dinsel mistiklerden; dinsel gelenekler
gerçekte birbirlerinde oldukça farklıdır ve
hepsi farklı amaçlara gütmektedir argümanını
savunan din felsefecilerinden; dinsel
gelenekleri ve inançları birbirlerinden ne kadar
farklı olsa da birbirleriyle konuşmak,
birbirlerini anlamak ve birbirlerini daha iyiye
ve mükemmele doğru yöneltmek için farklı din
mensuplarının birbirleriyle diyalojik ilişki
içinde olması gerektiğini savunan dinler arası
diyalog dostlarından; ve her türlü şiddet,
baskı, sömürü, adaletsizlik ve düzensizliklere
karşı dini duyarlılığı yüksek olan farklı din
mensuplarının bir araya gelip birlikte hareket
etmeye teşvik eden dinsel eylemcilerden örnekler
vererek çoğulcu din anlayışı modeline karşı
yapılan eleştirilere yanıt vermektedir. Knitter,
bildirisinin sonunda çoğulcu modeli
savunanların, “eğer dinler çözümün parçası
olmazsa, mutlaka problemin parçası olur”
tezinden hareketle dinlerin mutlaklık ve
çatışmacı hakikat iddialarını yeniden
yorumlayarak ve birbirlerinden farklılıklarından
ziyade sevgi, merhamet, eşitlik, adalet,
dürüstlük, erdemlilik... gibi ortak
özelliklerini ön plana çıkararak dinleri
dünyamızın mevcut problemlerinin çözümü için
kullanmaya çalıştıklarının altını
çizmektedir.
II. Oturumun
üzerinde durmamızı gerektiren üçüncü bildirisi
Xavier Üniversitesinden Prof. James Buchanan’ın
“Globalisation and the Pluralist Model” adlı
tebliğidir. Buchanan bildirisinde öncelikle
küreselleşme gerçeğine dikkat çekerek tıpkı
Knitter gibi çoğulcu din anlayışı
savunucularının bir araya gelip salt teolojik ve
akademik tartışmalar yapmak yerine dünyanın
sosyo-ekonomik sorunlar; adaletsiz uygulamalar
ve benzeri sorunlarıyla daha yakından ilgilenip
onlara çözümler üretmeye çalışmaları gerektiğine
dikkat çekmektedir. Bu amacı gerçekleştirmek
için çoğulcu din anlayışının tüm topluma
yayılması gerektiğini önemle belirtmektedir.
Devamla Buchanan, çoğulcu din anlayışı ve
dinlerarası diyalog adına yapılan toplantıların
toplumun büyük bir kesimini dışarıda bırakarak
yapıldığını ve bunun çok büyük bir eksiklik
olduğunun altını çizdikten sonra
muhafazakar-liberal, din adamı-akademisyen ve
sosyal bilimci-teolog, batılı-doğulu, iyi
eğitimli-iyi eğitimli olmayan ve erkek-kadın
ayırımı yapılmaksızın çoğulcu modelin ve
dinlerarası diyalogun toplumun tümüne teşmil
edilmesi gerektiğini iler sürmektedir.
Yukarıda ifade
ettiğimiz gibi III., IV. ve V. oturumlarda batı
ve doğu dünyasından gelen Hıristiyan teolog ve
din adamları dinsel çoğulculuğun temel
argümanlarıyla Hıristiyan inancının temel
inançlarını uzlaştırmaya çalışan bildiriler
sunmuşlardır. Bu oturumlarda en dikkat çeken
bildiriler, Dünya Kiliseler Birliğinin Diyalog
Ünitesinin eski yöneticisi Wesley Ariarajah,
şimdiki yöneticisi Hans Ucko, George Town
Üniversitesinden Prof. Chester Gillis, Wales
Üniversitesinden Prof. Paul Padham ve 2000
yılında yayımladığı Jesus: Symbol of God adlı
eserinde çoğulcu din anlayışı çerçevesinde
geliştirdiği ve İsa’yı tanrısal bir varlık ve
literal anlamda “Tanrı oğlu” değil de Hıristiyan
toplumuna Tanrı’yı tanıtan mecazi anlamda
Tanrı’nın yeryüzündeki sembolü olarak gören
çoğulcu İsa anlayışından dolayı Vatikan’ın “İman
Doktrini Komisyonunun” raporuyla suçlu bulunması
üzerine “Katolik Eğitimi Komisyonu” tarafından
Massachusetts’deki Cizvit Weston Teoloji
Okulundaki görevine son verilen Prof. Roger
Haight’in tebliğleridir.
Ariarajah, “World
Council of Churches’a Attempts To Deal With
Religious Plurality” adlı bildirisinde Dünya
Kiliseler Birliği yetkililerinin
gerçekleştirdiği yıllık toplantılarında,
asamblelerinde ve yayımladığı dokümanlarda
çoğulcu din anlayışına ve çatışmacı hakikat
iddialarına yönelik gerçekte ciddi anlamda
olumlu yanıt verilmediğine sadece politik olarak
olumlu yanıt veriliyormuş gibi yapıldığına çünkü
bu birliğin üst kademe yöneticilerinin oldukça
muhafazakar Hıristiyanlar olduklarına ve onların
sadece Hıristiyanların kurtuluşa ereceğini ileri
süren dışlayıcı din anlayışından İsa-Mesih veya
Kutsal Ruhun evrensel aktivitesi sayesinde
Hıristiyan olmayanların da kurtuluşa
ulaşabileceğini öngören kapsayıcı din anlayışına
geçiş yapmalarına rağmen hala Hıristiyanlığı tek
ve mutlak doğru din olarak kabul ettiklerine
dikkat çekmektedir.
Paul Padham da
“Internal Pluralism within Contemporary
Christianity” adlı bildirisinde tıpkı dinlerin
çeşitliliği, plüralitesi ve birbirlerinde
farklılıklarının bulunması gibi Hıristiyanlığın
bizzat kendisinde hatta Hıristiyanlığın
içindeki mezhep ve gruplarında bile ciddi
farklılıkların olduğu gerçeğinden hareketle
çoğulcu din anlayışının kaçınılmaz bir olgu
olduğunu ifade ederek ona yöneltilen
eleştirilerin haklı olmadığını göstermeye
çalışmaktadır. Roger Haight’de “Pluralist
Christology as Orthodox” adlı bildirisinde çağın
şartlarına uygun olmayan yani günümüz insanı
tarafından kolayca anlaşılır olmayan bir
kristolojinin/İsa anlayışının artık geçerli bir
kristoloji olarak kabul edilemeyeceğini ileri
sürerek İsa’yı literal anlamda Tanrı oğlu ve
kutsal teslisin beşer hayatı yaşayan ikinci
şahsı olarak gören geleneksel ortodoks İsa
anlayışının günümüz insanını artık tatmin
etmediği ve ayrıca Hıristiyanların diğer din
mensuplarıyla ilişkilerine tamiri mümkün olmayan
zararlar verdiğini ileri sürerek İsa’nın
Hıristiyanların Tanrı’yı tanıyıp bilmelerini ve
Tanrı bilinçli olmalarını sağlayan mecazi
anlamda Tanrı’nın yeryüzündeki sembolü olduğunu
öngören çoğulcu kristolojinin küreselleşen
günümüz dünyasında en makul ve tutarlı anlayış
olduğunu ve ancak böyle bir anlayışın ortodoks
kristoloji olabileceğini ileri sürmektedir.
VII.
oturumda bizim de içinde bulunduğumuz Müslüman
entelektüeller dinsel çoğulculuk modeline
yönelik düşüncelerini ifade etmeye
çalışmışlardır. Bu oturumun ilk bildirisi bizim
tarafımızdan “Contribution of Sufi Thought on
the Development of a Pluralist Muslim Theology
of Religions: The Case of Jalalu’d-din Rumi”
başlığıyla sunulmuştur. Bu bildiride öncelikle
çoğulcu din anlayışının günümüz dünyasında
Müslümanlar için artık yadsınamaz bir realite
olduğu noktasından hareketle kendi kendimize şu
soruyu çoğulcu bir Müslüman dinler teolojisinin
geliştirip geliştirilemeyeceğini tartışmaya
açtık: Çoğulcu bir dinler teolojisi
oluşturmak için Müslümanlar, geleneksel olarak
savuna geldikleri ve kapsayıcı bir görüm arz
eden tutumlarının ötesine geçip, çoğulcu bir
bakış açısına sahip olabilirler mi? Çünkü
hem sadece İslam dinine tabii olanların
kurtuluşa ereceğini öngören dışlayıcılık hem de
sadece Müslümanların değil, aynı zamanda diğer
din mensuplarının da kurtuluşa ulaşabileceğini
ancak onların kurtuluşunun kendi dinler
vasıtasıyla değil de mutlak doğru din olan İslam
dini vasıtasıyla olacağını öngören kapsayıcılık
teolojik çıkmazlar içindedir: Bir taraftan
Tanrı, insanlığa yönelik onların kurtuluşa
ermeleri için evrensel bir ilgi ve alakaya sahip
olacak, diğer taraftan da kendini sadece tek bir
topluluğa tam ve mükemmel olarak kendini
bildirerek sadece o topluluğun kurtuluşa
ermesini isteyecek. Görüldüğü üzere bu iki
anlayış açıkça birbiriyle çelişmektedir. Zira,
eğer Tanrı tüm insanlığın kurtuluşu ile
ilgileniyor ve bunun için de çeşitli
peygamberler ve onların vasıtasıyla da çeşitli
mesajlar gönderdiyse, o zaman O’nun kendini
sadece belirli bir topluma tam ve mutlak olarak
bildirerek diğerlerini cahillik ve karanlıklar
içine terk etmesi O’ndan beklenemez. Bu nedenle
Müslümanlar olarak bugün dünya dinlerine ve
onların taraftarlarına yönelik daha açık ve
olumlu bir tutum içine girmemiz gerekmektedir.
İkinci olarak tıpkı Hick’in 1970’lerde
geliştirdiği “Teolojide Kopernik Devrimi” adlı
teorisiyle Hıristiyanlığı merkezde gören
geleneksel görüşten Tanrıyı merkeze koyan ve
Hıristiyanlık da dahil olmak üzere diğer tüm
dinsel gelenekleri O’na hizmet eden ve O’nun
etrafında dolanan unsurlar olarak gören çoğulcu
din anlayışına geçiş yapması gibi Müslümanların
da artık Kurumsal İslam’ı merkeze koyup diğer
dinsel gelenekleri ona yakınlıkları veya
uzaklıklarına göre değerlendirmek yerine,
Allah’ı ve O’nun iradesine ve buyruklarına
teslim olmayı merkeze koyup diğer dinsel
gelenekleri ve onların mensuplarını Allah’a ve
O’nun iradesine teslim olmaları veya
olmamalarına göre değerlendirmeye geçmemiz
gerektiğinin altını çizdik.
Üçüncü olarak İslam düşünce tarihinde
mutasavvıflar hariç hemen hemen tüm İslam
alimlerinin özellikle de dini tamamen
sabitleşmiş yasama kurallarından ibaret olarak
gören fıkıhçıların, Hz. Muhammed tarafından
tebliğ edilen kurumsal İslam’ın tam ve en
mükemmel vahiy olduğunu, diğer dinsel
geleneklerin ise bazı hakikatler ihtiva etseler
de kurumsal İslamsız her hangi bir değere sahip
olmadıklarını ileri sürmeleri hususundan
hareketle sûfilerin diğer din mensuplarıyla
ilgili öğretilerinin çoğulcu bir Müslüman dinler
teolojisinin altyapısı olabileceği argümanıyla
verdiği eserlerle sadece döneminin insanları
için değil, aynı zamanda günümüz insanlarını
içinde bir model olan ve “dini öteki” ile ilgili
sözleri Hick gibi çoğulcu din anlayışı
savunucuları tarafından sıkça kullanılan büyük
mutasavvıf ve gönül adamı Mevlana Celaleddin
Rumi’nin “ötekiyle” ilgili öğretisini çoğulcu
düşüncenin -Aşkın Gerçekliğin bilinemezliği,
dinlerin ve inançların çokluğu ve çeşitliliği,
kurtuluş, ötekiyle diyalojik ilişki içinde
olunması gerektiği gibi - temel argümanları
ışığı altında incelemeye çalıştık. Bu
incelememizin sonunda Mevlana’nın görüşlerinde
çoğulcu bir Müslüman dinler teolojisine temel
teşkil edecek şu sonuçlara vardık. Bu sonuçların
en önemlileri şunlardır: (1) Müslümanlar, Tanrı
hakkında sahip oldukları bilginin sanki O’nun
hakkında bilinmesi gereken tüm bilgileri ihtiva
ettiğini savunamazlar. Zira Kur’an’da
Müslümanlara Tanrı’nın bilgisi tam olarak değil
kısmi olarak vahyedilmiştir. (2) Müslümanlar
Tanrı hakkındaki bilgilerinin O’nun hakkında
başka bilgiler yokmuş gibi mutlak ve belirleyici
olarak mütalaa edemezler. (3) Müslümanlar kendi
yollarının diğer insanların kendilerini
ben-merkezlilikten Hak-merkezliliğe dönüştürecek
başka yolların olamayacağı anlamında eşsiz ve
emsalsiz olarak niteleyemezler. Kanaatimize
göre Mevlana’nın ve diğer sufilerin
öğretilerinden elde ettiğimiz bu ve benzeri
sonuçlar kurumsal İslam’ı kurtuluş için tek yol
ve tek vasıta olarak mutlaklaştırmayan ve
Müslüman teologlara diğer dinsel geleneklerin ve
dinsel figürlerin de İlahi Merhametin aracıları
olabileceği ihtimalini kabul etmeye sevk eden
yeni bir teolojik model geliştirmeye oldukça
yardımcı olabilir.
Müslüman entelektüellerin çoğulcu din anlayışını
tartıştığı bu oturumun ikinci konuşmacısı olan
Princeton Üniversitesinde İslam Felsefesi ve
Çağdaş İslam Düşüncesi alanlarında dersler veren
İranlı ünlü akademisyen Prof. Abdülkerim Suruş,
“Types of Religiosity” adlı bildirisinde
günümüzde farklı din mensuplarının hatta aynı
dine mensup olan kişilerin birbirleri hakkındaki
yargı hatalarının çoğunlukla tek bir terimin
birden çok anlam taşıması veya tek bir anlamın
farklı adlarla ifade edilmesi gerçeğinden
kaynaklandığını çünkü muhtelif anlamlarla ilgili
yeknesak yargılara ulaşılmakta veya tek bir
anlamla ilgili muhtelif yargılarda
bulunulmaktadır. Bu noktanın altını çizdikten
sonra Suruş, “Faydacı Dindarlık”, “Gnostik
Dindarlık” ve “Tecrübî Dindarlık” başlıkları
altında dindarlık çeşitlerini tartışmaktadır.
Bu çerçevede Suruş faydacı dindarlığın muhakeme
yoluyla kazanılmadığı aksine geleneksel olduğu;
onda taklit ve itâatin son derece önemli rol
oynadığı ve düşünce ve tefekkürden ziyade
amellere vurgu yapıldığı bu tür dindarlığı
benimseyenlerin zamanla dogmatizm ve
önyargılarla lekelendiği ve sonunda da farklı
fikir ve düşüncede olanlara hoşgörü gösterme
kapasitelerini kaybettiği hususunun altını
çizmektedir. Gnostik dindarlık ise Suruş’a göre
Tanrı ve O’nun peygamberleri hakkında
konuşmaktan ziyade Tanrı’nın gizemleriyle
ilgilenir. Bu dindarlık çeşidinde din adamının
rolü yoktur. Çünkü o mitler, ritüeller üzerine
kurulmamıştır ve onda taklidin de yeri yoktur.
Bunda dolayı Suruş’a göre bu dindarlık çeşidi
dinsel çoğulculuk modeliyle uygunluk içindedir.
Zira o onun öngördüğü bireysel dindarlık ve
dinsel bireysellik idrak ve yorumların
plüralitesi ve çeşitliliğiyle özdeşlik arz
etmektedir. Ayrıca gnostik dindarlık dogmatizme
ve resmi yorumlara prim vermediği için
ideolojiye dönüşmesi de mümkün değildir. O bir
kimlik elde etme değil sadece ve sadece hakikati
elde etme peşindedir. Bu dindarlık çeşidine
tabii olan kişiler diğer din mensuplarıyla
onları övmeden veya yermeden diyaloğa girerler.
Suruş’un bildirisinde tartıştığı son dindarlık
çeşidi de tecrübi dindarlıktır. Bu dindarlık
çeşidi ne fiziksel, ne zihni, ne aletsel ne de
teoriktir. Aksine o aşikar ve açık-seçik olanı
arar. Bunda dolayı o işitilenle alakadar olan
gnostik dindarlığın aksine görülenle alakadar
olur. Tecrübenin çeşitliliği ve dinsel
çoğulculuk bu dindarlık çeşidinin temel
prensiplerdir. Aşkın Varlıkla karşılaşmak normal
bir tecrübedir ve dinsel bireyselcilik
kaçınılmazdır. Tecrübi dindarlıkta ibadet ve
ritüeller inananın dinsel tecrübe ve
mükemmelliğinin nedeni değil sonucudur. Çünkü
onlar inananın Tanrı’ya olan bağlılığından
cereyan ederler. Ritualizm ve dinsel
uygulamalara sadık kalma tecrübi dindarlığın
merkezi ekseni değildir. Çünkü onda din, tecrübe
ve ahlakilik gibi her şey kişiseldir. Suruş
dindarlık çeşitlileriyle ilgili yaptığı bu
açıklamalarla faydacı dindarlığın kişiyi
dogmatizme ve dolayısıyla da dışlayıcılığa sevk
ettiği, gnostik ve tecrübi dindarlık
çeşitlerinin ise bireysel dindarlığı
öngörüldükleri için kişiyi çoğulcu din
anlayışına sevk ettiği sonucuna varmaktadır.
Sempozyumun VIII. ve son oturumunda Yahudi
katılımcılar Yahudilik ve çoğulcu din anlayışı
üzerinde üç bildiri sunmuşlardır. Bu
bildirilerden en çarpıcı olanı Wales
Üniversitesinden Prof. Dan Cohn-Sherbok
tarafından “Judaism and Other Faiths” sunduğu
tebliğdir. Cohn-Sherbok bildirisinde ilk önce
günümüzde Hıristiyan dünyada Hıristiyanlığın
dünya dinleri ve onların taraftarlarıyla
ilişkiler konusunda yoğun çalışmalar yapılırken
Yahudi dünyada bu konuda oldukça az ve son
derece sınırlı çalışmalar olmasının çok büyük
bir noksanlık olduğunun altını çizmektedir. Cohn-Sherbok’a
göre Yahudi düşünürlerin insanlığın dinsel
tecrübesi bağlamında Yahudiliğin yerini ciddi
şekilde mütalaa etmemelerinin en önemli nedeni
Yahudi inancıyla tezat teşkil eden tüm
inançların yanlış/sahte inançlar olduklarını
ileri sürerek onları Tanrı’nın kurtuluş
planından dışlamalarıdır. Ancak Cohn-Sherbok’a
göre çoğulcu din anlayışının inkarı veya gözartı
edilmesi mümkün olmayan günümüz dünyasında bu
tarz bir dışlayıcı anlayışın Yahudiler
tarafından savunulması artık mümkün değildir.
Çünkü ona göre Yahudi tarihe bakıldığında
Yahudilerin diğer dinlere ve onların
taraftarlarına yönelik yaklaşımlarında nispeten
hoşgörülü bir yaklaşım olan kapsayıcı din
anlayışını benimsediklerini görmek mümkündür.
Cohn-Sherbok,
Yahudilerin diğer inançlara yönelik genelde
geçmişte kapayıcı bir tutum içinde olduğunu
örneklerle verdikten sonra tıpkı dışlayıcılık
gibi kapsayıcı anlayışın da günümüzde devam
ettirilmesinin mümkün olmadığını ve tıpkı
“inançların birliği” teorisiyle Hick’in
Hıristiyan dinler teolojisinde gerçekleştirdiği
kopernik devrimi gibi Yahudi din anlayışında da
Yahudiliği veya Yahudileri değil Tanrı’yı veya
Aşkın Gerçekliği merkeze koyan ve tıpkı diğer
dinsel gelenekler gibi Yahudiliği de bu
Gerçekliğe taraftarlarını ulaştırmaya çalışan
bir yol olduğunu öngören anlayışa geçilmesi
gerektiğini ileri sürmektedir. Bu şekilde
çoğulcu bir Yahudi dinler teolojisine adım atan
Cohn-Sherbok bildirisinde daha sonra çoğulcu din
anlayışının geleneksel Yahudi düşüncesi
üzerindeki imalarını tartışmaktadır. Bu
çerçevede ilk olarak Tanrı’yı sadece Yahudilerin
Rabbı olarak gören geleneksel Yahudi Tanrı
anlayışını tartışmakta ve Yahudilerin Tanrı
hakkındaki idraklerinin mutlak değil, Yahudi
tarihi boyunca onların dinsel tecrübelerinden
kaynaklanan beşeri telakkiler olduğunu ileri
sürmektedir. İkinci olarak Yahudi kutsal
kitaplarının Tanrı tarafından Yahudilere
bildirilen kitaplar olduğu şeklindeki
geleneksel Yahudi vahiy anlayışını tartışmaya
açmakta ve Yahudilerin artık Tanrı’nın eşsiz bir
şekilde vahyini kendilerine ilettiği düşüncesi
yerine sahip oldukları kutsal kitapların söz
konusu vahyin pek çok kaydı arasında bir kayıt
olduğunu kabul etmeleri gerektiğini ifade
etmektedir. Üçüncü olarak seçilmiş kavim
doktrinini ele alan Cohn-Sherbok, asırlar
boyunca İsrailoğullarının Tanrı’nın seçilmiş
kavmi olduğu inancının Yahudi geleneğinin
merkezi özelliği olduğuna, bu seçilmişlikten
dolayı Yahudilerin kendilerini ilahi hakikati
insanlığa sunmada özel bir misyonla
görevlendirilmiş gördüklerine dikkat çektikten
sonra bu seçilmişlik doktrinin tarih boyunca
Yahudilerin kendilerini Tanrı ile özel ve eşsiz
bir ilişki içinde olan ve bundan dolayı da
Tanrı’nın kurtuluş planında ayrıcalıklı bir
konumda bulunan kişiler olarak görmelerine neden
olmuştur. Çoğulcu din anlayışı böyle bir
düşüncenin artık terk edilerek Tanrı katında tüm
insanları eşit konumda gören anlayışa geçilmesi
gerektiğini öngörmektedir. Ayrıca Cohn-Sherbok’
a göre belli bir grup İlahi Gerçeklikle eşsiz
bir ilişki içinde olsa da bu dünyada bunu
bilmemizin imkanı yoktur.
Cohn-Sherbok’un çoğulcu din anlayışı bağlamında
revize ettiği bir diğer geleneksel Yahudi inancı
da Yahudileri baskı ve zulümden kurtararak barış
ve huzurun hakim olduğu yeni bir dönemi
başlatacak Mesih beklentisidir. Cohn-Sherbok’a
göre asırlar boyunca bu geleneksel Mesih
beklentisi Yahudi inancının temel dayanağı
olduysa da bunu artık terk edilmesi ve Mesih
beklentisinin Tanrının Yahudilere bir vaadi
olarak değil de onların kişisel ve toplumsal
beklentilerin bir ürünü olarak görülmesi
gerektiğini ileri sürmektedir.
Plüralist sempozyumunda sunulan bildirilerden
çoğulcu din anlayışının gelişimi için önemli
gördüklerimizin ana hatlarıyla tartıştıktan
sonra şimdi de sempozyumun son gününde daha önce
hazırlanan ve toplantıda ortaya çıkan yeni fikir
ve düşünceler ışığı altında yeniden tartışılan
ve revize edilerek tüm katılımcılar tarafından
onanan “Dinsel Çoğulculuğun Anahtar Prensipleri”
adlı dokuz maddelik bildiriyi okuyucuların
dikkatine sunarak söz konusu bu prensipleri Türk
kamuoyunda tartışmaya açmak istiyoruz.
Dinsel
Çoğulculuğun Anahtar Prensipleri
1- Dinlerarası
diyalog, dinlerin birbirleriyle ilişkilerinde
yegane yol olmalıdır. Dinler için en önemli
ihtiyaç aralarındaki düşmanlıkları ortadan
kaldırarak birbirleriyle ilişkilerini
iyileştirmektir.
2- Dinlerarası
diyalog savaş, şiddet, yoksulluk, çevrenin
tahribi, cins adaletsizliği (kadın/erkek
ayırımcılığı) ve insan hakları ihlallerini
içeren günümüzün önemli sorunlarıyla alakadar
olmalıdır.
3- Mutlak
hakikat iddiaları, dinsel şiddet ve nefreti
körüklemek için çok kolay bir şekilde istismar
edilebilmektedir.
4- Dünya
dinleri, farklı şekillerde tasavvur edilen
Mutlak Gerçekliği/Hakikati tasdik etmektedir.
5- Beşer
idrakinin alanın ötesinde olan Mutlak
Gerçeklik/Hakikat dünya dinlerinde farklı
şekillerde ifadesini bulmaktadır.
6- Farklı
öğretileri ve uygulamalarıyla dünyanın büyük
dinsel gelenekleri en yüce/âli İyiye insanları
götüren hakiki yollardır.
7- Dünya dinleri
sevgi, merhamet, eşitlik, dürüstlük ve kişinin
kendisine davranılmasını arzu ettiği gibi
ötekilere de davranması ideal prensibi gibi pek
çok temel değerleri paylaşmaktadır.
8- Herkes vicdan
özgürlüğüne ve dilediği inancı seçme hakkına
sahiptir.
9- İnançların
karşılıklı olarak paylaşımı farklı dinsel
gelenek taraftarları arasında karşılıklı saygı
ve anlayışı doğururken, insanları dinlerinden
döndürmeye çalışmak onların inancının değerini
düşürmek anlamına gelir.
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Makale Yazarı : |
Abdullah ŞAHİN |
Makale Başlığı : |
‘çoğulcu dinî anlayış’ üzerine – john hick ile söyleşi– |
Makale : |
Şahin:
Öncelikle, kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için islâmiyât
okuyucuları adına teşekkürlerimi sunuyorum. Din olgusu tanımınıza ve
özellikle dinin çoğulcu yorumu ile ilgili tezinize geçmeden önce,
kişisel din anlayışınız, daha doğrusu, kişisel dindarlığınız hakkında
konuşmak istiyorum.
Hick: Ciddi anlamda dine yönelişim üniversitede
hukuk eğitimimi tamamlarken gerçekleşti. Daha önce de dine karşı
eğilimli olmama rağmen, içerisine doğduğum Hıristiyanlığı ciddiye
aldığımı söyleyemem. Yaklaşık olarak 17 yaşında iken, bir Yeni Ahit
karakteri olarak İsa’nın etkisi altında gelenekselci misyoncu
Hıristiyanlığa âni bir geçiş yaşantıladım. Misyoncu Hıristiyanlığı
benimseyen öğrenci arkadaşlardan, bu akımın temel kaynaklarını ve
Hıristiyanlık anlayışını bir bütün olarak devraldım. Hayatımın sonraki
dönemlerinde, bu lafızcı, misyoncu Hıristiyanlık anlayışından kendimi
tedricî olarak soyutladım.
Şahin: Bu soyutlanma süreci ne zaman ve nasıl başladı?
Hick: 1967 yılında Birmingham Üniversitesi’ne din felsefesi profesörü
olarak atanmamla başladı. Birmingham şehrinin çok kültürlü ve çok dinli
yapısının, o zamana kadar benimsediğim mutlakçı, lafızcı din anlayışını
sorgulamamda ve sonunda terk etmemde ilk önemli faktör olduğunu
söyleyebilirim. İlk kez Birmingham’da Hıristiyanlık dışındaki dinlerle
ve bu dinlerin mensuplarıyla tanışma imkânı elde etmiştim. Bu dönemde,
farklı din mensuplarının, hümanist ve Marksistlerin de üye oldukları
“Toplumdaki Dinler” adlı bir organizasyona katıldım. Bu organizasyon
aracılığıyla, Birmingham’da bulunan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Hindu
ve diğer birçok dinin mabetlerini ziyaret ediyordum. Bu ziyaretler
esnasında bir şey dikkatimi çekti: Mimari yapı, iç dekorasyon ve
kullanılan ibadet dili farklı olmasına rağmen, temelde bütün bu
mabetlerde öz itibarıyla aynı kalan bir olgu gözlemliyordum; farklı
insan toplulukları, hayli gelişmiş tarihsel geleneklerinin önderliğinde
ve bu geleneklerin yardımı ile ruhlarını, bilinçlerini, deyim
yerindeyse, yukarıya, Kutsal Hakikat’e doğru açma çabasına girmişlerdi.
Bu gözlemin, aynı zamanda çoğulcu din anlaşıyının özü olduğunu
söyleyebilirim. Bu bağlamda, Celâluddîn er-Rûmî’nin “Lambalar farklı;
ancak, ışık aynı ışık.” sözü, çoğulcu din düşüncesininin en açık ve
veciz ifadesidir, diyebilirim. Farklılık, hem dinî gelenekler arasında
hem de her geleneğin kendi içinde bir gerçekliktir; fakat bir bütün
olarak ele alındığında, bütün gelenekler aynı Kutsal Hakikat’e
yönelmektedir.
Şahin: Başka türlü ifade etmek gerekirse, bütün bu
gelenekleri özde aynı Kutsal Hakikat karşısında birer ‘duruş’un ifadesi
olarak tanımlayabilir miyiz?
Hick: Evet.
Şahin: Fakat bu dinsel duruşların hem formlarında hem de yöneldikleri
kutsallık merkezlerinde farklılık yok mu?
Hick: Evet, tabii ki. Kutsal Hakikat karşısındaki duruş ve yönelişler,
detayda, farklı şekiller almaktadır. Örneğin, Müslümanların ibadet
biçimi, Hıristiyanların veya Budistlerin ibadet biçimlerinden
farklıdır. Fakat bütün bu farklı ibadet formlarının işlevi aynıdır;
dinî pratikler, insanı bencillikten kurtarıp Tanrı merkezli olmaya
yöneltirler.
Şahin: Dinler arasındaki inanç ve ibadet farklılıkları bazen
uzlaştırılamayacak kadar büyük değil mi?
Hick: Dinler arasındaki çelişkilere ve farklılıklara girmeden,
insanlığın bireysel ve toplumsal varoluşuyla ilgili bir tespitte
bulunmak istiyorum: Dünyadaki farklı kültürleri insanlığın farklı
şekillerde tezahürü olarak algılıyorum. Bu bağlamda, örneğin, Çinli
varoluş biçimi, tabiidir ki, Batı Avrupalı varoluş biçiminden
farklıdır; ki, bu yüzden dünyada farklı kültür ve medeniyetlerin
mevcudiyeti gerçeği ile karşı karşıya bulunuyoruz. Her kültürün dünyayı
kendine has bir biçimde algılayıp anlamlandırdığını görüyoruz. İsa’nın
‘Tek Tanrı’ öğretisi çerçevesindeki misyonunun ve ‘dünyanın sonunun
yaklaştığı’ fikrinin, Konfüçyüs dönemi Çininde vaaz edilebileceğini
düşünemeyiz. Başka bir deyişle, her iki tarihsel dönem ve bu dönemlere
hâkim kavramsal çerçeve birbirinden çok farklı. Farklı tarihsel
dönemlerde insanlığın kendisini farklı şekillerde ifade etmesi, aynı
zamanda, farklı Tanrı
tasarımları gerçeğini de beraberinde getirir. Tanrı hakkında farklı
düşünüş biçimleri, hatta Tanrı’nın tabiatı üzerine farklı anlayışlar
gerçek olduğu gibi, Tanrı’ya farklı şekillerde yönleniş, sesleniş ve
ibadet de doğal bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şahin: Bu önemli
tespitten sonra dinî gelenekler arasındaki farklılıklar ve çelişkilere
geçebilir miyiz? Bu soruna yaklaşımınız nasıl?
Hick: Şüphesiz, dinler arasında birçok çelişki var; fakat en önemli
çelişkili durumun, tek Tanrılı dinî geleneklerle tek Tanrılı olmayan
dinî gelenekler arasında olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, Budizm,
Taoizm ve Hinduizm’in bazı formları –ki bunlar en önemli tek Tanrılı
olmayan dinî geleneklerdir– ile Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam
arasında ciddi farklılıklar var. Hatta İbrahimî dinler arasında bile
önemli farklılıklar var. Örneğin, İslam, İsa’nın çarmıhta can
vermediğini savunurken, Hıristiyanlara göre, İsa çarmıhta ölmüştür ve
onun bu şekilde ölümü, Hıristiyan teolojisi açısından çok büyük bir
öneme sahiptir; zira böylece, İsa kendisini insanlığın günahlarının
bağışlanması için feda etmiştir. Bu bağlamda hemen bir ilavede bulunmak
istiyorum: Bu tür teolojik konularda günümüz Hıristiyan teolojisinde
çağdaş İslam düşüncesine kıyasla çok çeşitli görüşler var. Örneğin, ben
de dahil omak üzere, günümüzde birçok Hıristiyan, İsa’nın ölümünün
insanlığın günahlarının bağışlanmasını simgelediğini düşünmemektedir.
Bize göre, her büyük peygamber gibi, İsa da, mesajını iletirken kendi
toplumu tararfından saldırgan bir karşı koyuşla karşılanmıştı. İsa’nın
ölümünü bu anlamda kendi tarihsel gerçekliğinde anlamak mümkündür.
Şahin: Bu son gözlemle neyi kastettiğinizi kısaca özetleyebilir
misiniz?
Hick: Dinlerin tarih okumaları arasında ciddi farklılık ve çelişkiler
bulunduğu bir gerçek. Buna ek olarak, dinler arasındaki kavramsal
farklılıkların da altını çizmek istiyorum. İslam ve Yahudiliğin,
Hıristiyanlığın ‘Teslis’ ile ifade ettiği Tanrı imgelemini (Tanrı’nın
Kutsal Ruh ve İsa ile birlikte düşünülmesini) kabul etmediğini
biliyoruz. Tekrar vurgulamak istiyorum ki, ‘Teslis’ kavramı
Hıristiyanlık’ta temelde iki farklı şekilde algılanmıştır. İlk yoruma
göre, Teslis üç ayrı şahıstan, üç ayrı bilinç merkezinden ibaret olup,
bunlar birbirleriyle ilişki ve karşılıklı sevgi içerisindedirler.
İkinci görüşe göre ise, bu üç kavram, insanlığın Tanrı’yı anlama
sürecinin sembolik ifadeleridir. Buna göre, insan olarak Tanrı’nın
yaratıcı sıfatını anlamamız, O’nun ‘Baba’ metaforu ile ifade
edilmesinde tezahür etmektedir. Tanrı’nın kurtarıcı olarak ifadesi
Mesih kavramı ile vurgulanırken, Kutsal Ruh da, Tanrı’nın bizimle
oluşunun sembolik ifadesi olmuş oluyor.
Şahin: Siz bu yorumla Teslis
inancına metaforik bir okuyuş getiriyorsunuz; ancak, birçok Hıristiyan,
bu kavramı oluşturan üç öğeye lafzen inanıyor.
Hick: Evet, şunu hemen
belirteyim ki, klasik Hıristiyan teolojisi, İsa’nın vefatından uzun bir
süre sonra geliştirildi. Çağdaş tarihsel kritikçi Yeni Ahit
çalışmaları, bizi, elimizde bulunan Yeni Ahit metinlerinde İsa’ya
atfedilen sözlerin hangilerini tarihsel İsa’nın gerçekten söylemiş
olabileceği konusunda aydınlatmaya çalışıyor. Buna göre, büyük ölçüde
otantik olduğu saptanan meşhur duanın içerisinde Teslis’e referansta
bulunulmuyor:
Matta, 6: 9-13:
Göklerdeki Babamız, adın kutsal kılınsın
Egemenliğin gelsin, Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de senin istediğin
olsun.
Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver
Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi
sen de bizim suçlarımızı bağışla
Ayartılmamıza izin verme
Kötü olanlardan bizi kurtar.
Çünkü egemenlik, güç ve yücelik
sonsuzlara dek senindir.
Bu duada Tanrı’ya doğrudan, aracısız bir seslenişte bulunulduğunu
görüyoruz. Duanın sonunda, doğrudan doğruya Tanrı’dan bağışlanma
dilenildiğini ve bağışlanmanın İsa’nın ölümüyle ilişkilendirilmediğini
görüyoruz.
Şahin: Duada Tanrı’ya ‘Baba’ olarak seslenilmesini nasıl
yorumladığınızı biraz daha açabilir misiniz?
Hick: Bu kavramın Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında ciddi bir
rahatsızlık yarattığını biliyorum. Bana göre, bunun bir sıkıntı
yaratmaması gerekir; zira bu duadaki kullanılış tarzına baktığımızda,
açıkça metaforik anlamda kullanıldığını görüyoruz. Duanın bağlamında
‘Baba’ ifadesinin literal olarak algılanması imkânsız. Aynı şekilde,
İsa’nın ‘Tanrı’nın oğlu’ oluşu ifadesini de literal olarak
algılayamayız. Eski Ahit’te “Tanrı’nın oğlu” ifadesi çokça geçmektedir.
Örneğin, Adem, Tanrı’nın oğludur; melekler Tanrı’nın oğullarıdır;
İsrail kralları Tanrı’nın oğullarıdır ve nihayet İsrail milleti bir
bütün olarak Tanrı’nın oğullarıdır. Açıkça, bu ifadelerdeki ‘Baba’ ve
‘oğul’ kavramları, lafzi bir ilişkiselliği ifade etmemekte; sadece,
Tanrı-insan ilişkisinin metaforik bir ifadesini sembolize etmektedir.
Hemen ekleyeyim, bu ifadeleri lafzen anlamaya çalışmak, Yahudilik’te
büyük günah olarak nitelendirilir. İsa döneminde bu tür metaforik
ifadeler zaten mevcuttu. Herhangi bir Tanrı’ya adanmış herhangi bir
insanın metaforik olarak “Tanrı’nın oğlu” olarak ifade edilmesi, o
zamanki genel dinsel imgelemin bir parçası olarak algılanabilir.
Kısaca, ‘oğul’ ifadesi, Tanrı’ya yakınlığın sembolik bir ifadesi olmuş
oluyor. Anladığım kadarıyla, Müslümanları rahatsız eden, bu ifadenin
lafzi olarak algılanmasıdır. Aynı şekilde, bir Hıristiyan olarak benim
de bu şekildeki lafzi bir algıdan rahatsızlık duyacağımı belirtmeliyim.
Şahin: Dinlerin tarihsel konulardaki farklı, çoğu zaman çelişik
yorumları, örneğin Müslümanların ve Hıristiyanların İsa’nın çarmıhta
ölüp ölmediği ile ilgili birbiriyle çelişen inançları, sizin çoğulcu
din yorumunuzu zedelemekte midir veya ne derecede zedelemektedir?
Hick: Bu noktada tarihsel araştırmaların neticelerine güvenmek
zorundayız. İsa’nın çarmıhta vefatıyla ilgili tartışmada, ben şahsen,
onun vefat ettiği tezini savunanlara katılıyorum. Zira Hıristiyan
kaynakları dışındaki bağımsız tarihsel kaynakların da bu tezi
desteklediğini görüyoruz.
Şahin: Dinin çoğulcu yorumu tezi, dinlerin
inanç söylemlerini ne derecede ciddiye almaktadır. Geleneklerin hakikat
iddiaları arasında herhagi bir tercih veya bilimsel söylemin dinî
söyleme tercih edilmesi söz konusu mu?
Hick: Bu noktada şahsen mistiklerden ders almamız gerektiğini
düşünüyorum. Hıristiyan mistikler arasında, örneğin, Meister Eckhart,
Tanrı kavramını tanımlarken şöyle bir ayırımda bulunuyor: Öncelikle
Tanrı’nın zâtiliği, kendi özündeki gerçekliği, tüm insanlığın anlam
süreçlerinin ötesinde kalmaktadır. Öte yandan, insanlığın anlam ve
tecrübe kategorilerinde yaşantılanabilen Tanrı tezahürleri, her dinin
kendi kültür ve tarihselliğinde şekillenmektedir. Bazı sufiler,
anlayabildiğim kadarıyla, Mutlak Hakikat olarak Tanrı (el-Hakk) ile
Tanrı’nın insan tecrübesindeki yansıması/yaşantılanması arasında ayırım
yaparken aynı görüşü ifade etmektedirler. Bu ayırıma diğer dinî
geleneklerde de riayet edilmiş olduğunu ifade etmek istiyorum.
Şahin:
Bu ayırım, bizi, felsefi planda benimsediğiniz Kant’ın numen-fenomen
ayırımına götürüyor.
Hick: Belirttiğim gibi, Kutsal Hakikat’in kendi
içindeki neliği ve insan tecrübesinde algılanışı arasındaki ayırımın
Kant’tan çok önce birçok dinî gelenekte zaten ifade edilmiş olduğunu
görüyoruz.
Şahin: Neticede Kutsal Hakikat’in gerçek neliği gizem olarak
kalmakta...
Hick: Evet, dinî geleneklerin, Hakikat’i ancak kendi
tarihsel şartlarında algıladığını ve bu algıların doğal olarak
birbirinden farklı olduğunu görüyoruz. Hakikat’in gerçek tabiatını
anlayamadığımız için, O’nun bir şahıs olup olmadığı tartışmasına girmek
bana uygun görünmüyor.
Şahin: O zaman, Kutsal Hakikat konusunda
mistiklerin vardığı noktaya geliyoruz: Kutsal Hakikat’in karşısında
ancak susma makamındayız.
Hick: Evet, fakat bu arada şunu da ifade
etmek isterim: Sağlıklı ve sağlıksız din anlayışları olduğunu
vurgulamak gerekir. Tokyo metrosuna zehirli gaz atmaya yeltenenlerin
sağlıklı bir dinî geleneği temsil ettiklerini kabullenemem.
Dolayısıyla, her dinî geleneğin insanlığa katkısına bakmak gerekir.
Şahin: Şu hâlde, bu kritere göre hümanizmi de din kavramı altına
sokabiliyor musunuz?
Hick: Kutsal Hakikat bütün varoluşu kuşattığı için, O’nun varlığından
kaçış mümkün değildir. Bu anlamda, insanlık sürekli olarak Kutsal
Hakikat’in huzurunda kalmaktadır.
Şahin: Şayet dinlerin insanlığa
katkılarını ve ahlaki anlamda iyi olanı
emredip etmediklerini kriter olarak alacak olursak, bu bizi yine
Kant’ın, dini, ahlaki söylemin sınırları içerisinde tanımlamasına
götürmez mi?
Hick: Bu noktada yine dinî geleneklerin kendi
söylemlerinde ahlaki olana öncelik verdiklerini düşünüyorum.
Şahin:
Dini tanımlarken, onu sürekli insanlığın Kutsal Hakikat’e yönelişi,
insanlığın dinsel bir cevap verişi olarak tanımlıyorsunuz? Dini, Kutsal
Hakikat’in bilinçli olarak insanlığa mesajı, vahyi olarak algılamak,
tanımızını zedeler mi? Özellikle vahiy merkezinde gelişen ve elimizdeki
kutsal metinlerde egemen olan din dilini, din söylemini nasıl
algılıyorsunuz?
Hick: Klasik dinî geleneklerin tarihselliğinde ve kültüründe şekillenen
din dilini literal olarak almamamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin,
Hıristiyanlığın temel inançlarından biri olan ‘İsa’nın dirilişi’
kavramını literal olarak değil, Teslis konusunda yaptığımız gibi
metaforik olarak algılamak gerekir. Buna göre, İsa’nın, ölümden sonra
dirilen Tanrı olduğu inancını metaforik olarak yorumladığımızda,
İsa’nın Tanrı’nın huzurunda bir yaşam sürdüğünü ve O’nun iradesini
yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda, Tanrı’nın dileğinin
İsa’nın yaşamında mücessem hâle geldiğini söyleyebiliriz; hemen
ekleyeyim, Tanrı’nın dileği başka insanların hayatında da mücessem hâle
gelebilir.
Şahin: Öyle görünüyor ki, çoğulcu din anlayışı, din
mensuplarının kendi dinî geleneklerini algılayış biçimlerinde bir tür
kritik hazır bulunuşluk içerisinde olmaları gerekliliğini ortaya
koyuyor. Örneğin, gelenekte şekillenen dinî söylemin tarihselliğinin ve
özellikle din dilinin metaforik, simgesel olduğunun farkında olmak önem
arz ediyor. Neticede, herkesin kendi din söyleminin sınırlılığının
farkında olması; buna bağlı olarak, farklı hakikat iddialarının da
doğru olabileceğine imkân tanıması gerekiyor. Bu biraz zor değil mi?
Hick: Evet, her dinî geleneğin, kendisini, çok dinli yaşam şartları
içerisinde sürekli modifiye etmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, her
dinî geleneğin, ‘biriciklik’ iddiasından bir şekilde vazgeçmesi
gerekiyor.
Şahin: Bu noktadaki düşünceleriniz, diğer Hıristiyan
teologlardan, özellikle Hıristiyanlığın temel inanç kavramlarına
getirdiğiniz yorumlar konusunda eleştiriler aldı.
Hick: Evet, fakat ben
bu eleştirilere cevap verirken, sürekli, İsa’nın Hıristiyan olmadığını
hatırlatmakla başlıyorum. Bundan kastım, Hıristiyan teolojisinin İsa
sonrası şartlarda şekillendiği; dolayısıyla, sürekli yeni teolojik
şekillenmelere açık kalacağıdır.
Şahin: Tanrı’nın kendi içinde
bilinmezliği görüşüne dönecek olursak, bazı düşünürler, örneğin, Don
Cupitt, bu bilinmezliği ileri bir safhaya götürüp, gerçekçi olmayan bir
felsefi pozisyonun kaçınılmazlığını öne sürüyor. Ne dersiniz?
Hick: Ben bu noktada Kant gibi düşünüyorum. Gerçekliğin varlığı
konusunda hiç şüphem yok; sadece gerçekliğin insani tecrübe, insan
kültürü ve tarihselliği içinde şekillenmesinde çoğulcu tezahürün
kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Şahin: Bu arada, çoğulcu din anlayışını Müslüman düşünürlerle tartışma
fırsatı buldunuz mu?
Hick: Evet. Her dinî gelenekte olduğu gibi, muhafazakârların, dinin
çoğulcu yorumuna pek olumlu bakacaklarını zannetmiyorum. Buna rağmen,
görüşlerime İslami açıdan destek sunan Müslüman düşünürler de var. Bu
arada, tanınmış bir Müslüman düşünür olan Seyyid Hüseyin Nasr ile şu ân
seninle oturduğumuz odamda uzun süre karşılıklı fikir alış verişinde
bulunduğumuzu belirteyim. Onunla pek uzlaştığımızı söyleyemem. Onun,
farklı dinlerin mevcudiyetini, Kutsal Rahmet’in büyük bir dağın
zirvesinden aşağıya doğru akması metaforunu kullanarak açıkladığını
hatırlıyorum. Buna göre, Kutsal Rahmet, zirveden dağın eteklerine
varınca, dağdaki farklı doğal girinti ve çıkıntılarda tıpkı su gibi
yerleşip şekillenmektedir; dolayısıyla, her dinî geleneğin olduğu gibi
kabullenilmesi gerekir. Bu bağlamda, o, benim klasik Hıristiyan
teolojisine getirdiğim eleştirilerin yersiz olduğu, bir Hıristiyan
olarak geleneğimi olduğu gibi kabul etmem gerektiği konusunda ısrar
ediyordu. Ben de Kutsal Rahmet’in insanlık tecrübesinde şekillendiğini
düşünüyorum; fakat, geleneklerimizin, dağdaki donuk girinti ve
çıkıntıların tersine, sürekli bir ilişkisellik içinde olduğunu,
dolayısıyla, birbirlerini etkilediklerini ve neticede anlayışlarımızın
sürekli eleştiriye ve değişime açık kalacağını düşünüyorum.
Şahin: Son olarak, düşüncelerinizi en çok etkileyen düşünürlerin kimler
olduğunu sormak isterim?
Hick: Tabiidir ki, kariyerimde birçok düşünürden faydalandım; fakat
felsefi anlamda Kant’ın ve din kavramının tanımı konusunda da Wilfred
Cantwell Smith’in dinî çoğulculuk konusundaki düşüncelerime en büyük
katıyı sağladıklarını söyleyebilirim.
Şahin: Bize zaman ayırdığınız için tekrar teşekkür ederim Efendim. |
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
bu linkte de cogulcu din anlayışı ve buna dayalı din eğitimi üzerine bir çalışma var ilgilenmek isteyen arkadaşlara.... http://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/195.htm
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
< http-equiv="CONTENT-" content="text/; charset=utf-8">< name="GENERATOR" content="OpenOffice.org 2.4 (Linux)">
< style ="text/css">
Hatice
Kübra Yücedoğru 78
A.
Arka Plan
Problemin
Ortaya Çıkışı
Oldukça
eski bir fenomen olmasına rağmen dinî
çoğulculuk kavramının
modern bir problem olarak gündeme getirilişi yakın bir zamanda
vukû bulmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yarısına
gelinceye kadar dinler arası ilişkiler, çoğulculuk
meselesini ortaya çıkaracak kadar geniş bir etki alanına
sahip olmadı. Bunun nedeni, dinlerarası ilişkilerin içeriğine
uygun olarak zikredilen dinî
çoğulculuk
probleminin ortaya çıkışının sadece dinlerin
birbirleriyle olan münasebetleriyle sınırlı olmamasından
kaynaklanmaktadır.
1
Bu nedenle dinî
çoğulculukun
bir “problem” olarak lanse edilmesi ile çokkültürlü
ortamın varlığının, ilk bakışta dolaysız bir neden-sonuç
ağı içerisinde ifadelendirilmesi, yalnızca basit
gözlemlerin bertaraf edebileceği bir yanılsamadır.
Asimilasyoncu
idealin karşıtı olarak çokkültürlü ortam,
farklı kültürlerin yaşam tehdidi hissetmeksizin birarada
varlıklarını iletişim içerisinde devam ettirebilmesi
anlamında kullanıldığı takdirde,2
söz konusu ortamın sadece günümüz ABD ve Avrupa
toplumlarına ait olmadığı aşikârdır. Erken dönem
ırk/etnisite temelli oluşumlar içerisinde çokkültürlülükten
söz etmek için yeterli delilimiz yok ise de bunun için
yirminci yüzyılı bekleme zorunluluğumuz da yoktur. Örneğin,
Oğuz zihniyetinin bir teşekkülü olarak Anadolu Selçuklu
dönemi şehir hayatı içerisinde Müslim-gayrimüslim
unsurların birarada yaşayabilirlikleri, ticarî ve sosyal
ilişkilerinin varlığı,3
çokkültürlü ortamdan on ikinci yüzyıl
gibi günümüze nazaran erken bir dönemde de
bahsedebileceğimizi gösterir. Ancak, dinî
çoğulculuk
kavramı ile bu kavramın problem haline getirilişi farklı saiklere
sahiptir. Bu nedenle dinî çoğulculukla paralel bir
biçimde çokkültürlü ortamın kadim
varlığına rağmen, dinî
çoğulculuk problemi
yeni bir oluşumdur.
Ortaya
çıkan yeni bir akımı, otantik dinî geleneklere atfen,
pseudo
kökenlere bağlayarak meşrulaştırma hatasına düşmeden,
kavramın problem haline getirilişi sürecinde geçirdiği
seyri, medeniyet perspektifleri bağlamında ifade etmek
gerekmektedir.
Değer-bağımlı
bir karakter arz eden İslâm medeniyeti, karşılaştığı
sosyal olguları, değer sistemine uygunluğu bağlamında meşru
görmektedir. Bununla birlikte, Modern-Batı medeniyetinin en
önemli özelliği mekanizma-bağımlılığıdır
ki; İslâm medeniyetinden farklı olarak, sosyal olgular ve
davranış biçimleri Modern-Batı medeniyeti için
mekanizmanın iç işleyişine uygun düştüğü
ölçüde meşrudur. Çoğulculuk meselesi de, bu
farklılık/zıtlık içerisinde düşünülmelidir.
İslâm medeniyeti için din, bir değer olarak telakki
edilmiş, farklı dinler farklı değerler olarak muamele görmüş
ve dinî çoğulculuk olgusu, mezkûr medeniyet için
tarih içinde kendine özgü bir biçimde gelişen
“dinî-kültürel çoğulculuk” bağlamında
ele alınmıştır. Batı medeniyeti için ise dinî
çoğulculuk, sosyo-kültürel bir obje olarak ele
alınmış, farklılık ‘mekanizma’ya uygunluk sınırı
içerisinde serbestiyet kazanmıştır. Mekanizmaya uygunluk
zorunluluğu, farklılığı monistik/tekilci bir karaktere
devşirmiştir.4
Üst perspektifler bazındaki bu ayrışma, dinî
çoğulculuğun problemleşmesi süreci için önemli
bir veridir.
Mekanizma-bağımlı
modern Batı düşüncesi içerisinde dinî
çoğulculuğun problem haline gelmesi 1960’lı yıllara
rastlamaktadır. Bu tarihlerde ortaya çıkan ana mesele,
kültürlerin ve halkların karşılaşmasıyla neticelenen
kültürel globalizm ile savaş sonrası yaşanan genel
psikolojinin etkisiyle halkların birbirine yakınlaşmasıdır.
Bununla birlikte, altmışlı yıllar Asya ve Afrika gibi istihdam
sorunu yaşayan coğrafyalardan Batı’ya işgücü
maksadıyla gerçekleştirilen göçlere sahne olmuş
ve Batı coğrafyası için birarada yaşama zorunluluğu
ortaya çıkmıştır.
Dinî
çoğulculuğun bir problem olarak ortaya çıkmasında
dahili bir sebep olarak zikredilebilecek bir başka durum ise,
kilisenin iç yapısıdır.5
Bu dönem oryantalizm çalışmaları, ürettiği
sonuçlar itibariyle kilisenin iç yapısını etkilemiş,
savaş sonrası dönemde merkeziliği bir sorunsal haline dönen
Batı, kaba oryantalist bilgilerin biraz daha incelmesi (objektif
hale gelmesi) ile birlikte diğer dinlere karşı yeni bir bakış
açısı geliştirmek zorunda kalmıştır. Zira bu dönem
oryantalizm çalışmaları, İslâm’ı “yaşayan bir
cemaat” ve “değişen bir gerçeklik”6
olarak sunmakta, bu durum ise, kilisenin sabit İslâm
telakkisini geçersiz kılmakta, farklı dinlere karşı yeni
bir bakış açısı ihtiyacını doğurmaktaydı.
Bu
temel maddi şartlar altında problemleşen dinî
çoğulculuk
kavramı, birçok çoğulculuk ifadesiyle birlikte
günümüz dünyasında, ‘kutsal’la ilişkili
olarak kendi inanç ve uygulamalarını temsil eden pek çok
dinsel geleneğin varlığına vurgu yapar. Eski bir fenomen olarak
yeni içeriğinin biraz da politize edilerek inşa edildiği
mezkur kavramın yaşadığı anlamsal kırılma, Batı düşüncesinin
hakikat algısındaki değişim sürecinin ifadesiyle vuzuha
kavuşabilir.
Entelektüel
Köken
18.
yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, Batı-Hıristiyan
düşüncesinin “mutlak hakikat” algısını tümüyle
yok etti. Hakikat algısı merkeziliğinde şekillenen bu yeni
epistemolojik paradigma, pratik sonuçlarıyla birlikte,
mutlaklık yerine görecelik/izafilik/parçalanmışlık’ı
sunmaktaydı. Statik, ezelî, monolitik ve dışlayıcı bir
karakter arz eden hakikat telakkisi, dinamik, diyolojik ve tarihî
olarak algılanır hale gelmiş; hakikat, onu kavrayan kişinin
idrakine bağlanmıştı. Bu nedenle, mutlak hakikati elinde
bulundurduğunu ifade eden her görüş reddedilmeliydi.
Batı-Hıristiyan
düşüncesinin mutlak hakikat anlayışı, Aristo
felsefesinin “bir şey aynı zamanda hem doğru hem de yanlış
olamaz” şeklinde ifade edilen zıtlık prensibine dayanmaktaydı.
Batı düşüncesinde hakikatin bu minvalden çıkartılıp,
izafileştirilmesi Leonard Swindler’e göre altı temel etmene
dayanmaktadır. Bunlar:
-
Tarihsellik (Historicism)
-
Niyetsellik (Intentionality)
-
Bilgi Sosyolojisi (The Sociology of Knowledge)
-
Dilin Sınırları (The Limitations of Language)
-
Hermenötik
-
Diyalog
Bu
altı etmen ele alındığında varılacak sonuç, hakikatin
mutlak bir anlamının olmadığıdır.
Zira
hakikat hakkında ayrılmış, izole edilmiş, şarta ve konjonktüre
bağlı olmayan mutlak ifadeler mevcut değildir. Hakikat izafidir ve
pek çok faktörün etkilediği bir bilgi ağıyla
ilintilidir. Bu nedenle o, her şeyin ötesinde onu idrak ve
ifade edene bağlıdır. Netice itibariyle hakikat mutlak olmayıp
anlayışımızın tarihî şartlarına, anlama eylemimizin
altında yatan niyetimize, bakış açımıza, dilimize,
yorumumuza ve diğer hakikat telakkileriyle olan diyaloğumuza
bağlıdır.7
Dinî
çoğulculuk meselesinin problemleşmesi ve problemin arka
planını oluşturan entelektüel köklerle birlikte,
tartışmalarda göz ardı edilen boyut ise, genelde çoğulculuğun
özelde ise dinî çoğulculuğun taşıdığı
siyasal- sosyal işlevlerdir. Hiçbir sosyal meselenin
varoluşsal olarak fonksiyona indirgenerek izah edilmesi yeterli
olamayacağı gibi, dinî çoğulculuk sorununun
mekanizma-bağımlı zihniyet açısından sahip olduğu işlev
de göz ardı edilmemelidir.
Siyasal-Sosyal
İşlev
Postmodern
düşüncenin en temel tezlerinden biri, bilimin/sosyal
bilimlerin bir dil oyunu olduğu ve diğer dil oyunlarına nazaran
epistemik-bilişsel açıdan bir üstünlüğünün
bulunmadığıdır. Bir şeyin dil oyunu olması, o faaliyeti
düzenleyen birtakım kurallar ya da uzlaşımlar olması ve
atılan herhangi bir adımın uygun olup olmadığının bu kural ya
da uzlaşım kümesi tarafından belirlenmesi demektir. Aynı
şekilde yerel bir kültürün inanç ve pratikler
bütünü de bir dil oyunu olarak görülebilir.
Bu durumda inanç ve pratikler başka inanç ve
pratiklerin tabi olduğu kurallarla değerlendirilemez.8
Bu
temelden hareketle, Aydınlanma düşüncesinin “erginleşmiş
akıl”a ulaşma sloganıyla oluşturduğu monistik/tekilci
evrensellik, Aydınlanma sonrası dönemde yerini rölativizme
bırakmış, ‘farklı’ olanın üstünlüğü ve
yargılanamazlığı dogma kırıcı bir dogma haline gelmiştir.
Bununla birlikte övgü objesinin evrensellikten, rölativizme
dönüşümü burada ifade edilemeyecek büyüklükte
bir mahiyete sahiptir.
Nesnel
doğru, ortak akıl idealini yadsıyarak, çoğulculuk fikrinin
kuvvetlendirilmesi, aslında mevcut iktidarın otoritesini daha da
meşrulaştırır. Eğer evrensel, kültürlerüstü
ya da ortak doğrular yoksa, zayıflar güçlüleri
eleştirmek için önemli ve güçlü bir
silahtan mahrum kalacaklar demektir.9
Sekülerleşme teorilerini tekrar sorgulatır bir biçimde
din, sosyal hayattaki varlığı korumakta ve siyasî
çatışmalarda etkin varlığını sürdürmekte iken,
hâkim olanın dini ile hâkim olamayanın dininin nihai
kertede eşitliği, hakim olanın meşruiyetini sağlamaktan öte
bir anlam taşımayacaktır. Güçlüler; “size göre
sizin açınızdan öyle, bize göre değil”
diyebilecekler, böylece zayıf olanın sahip olduğu tek silah
elinden alınmış olacaktır.
Dinî
çoğulculuk problemi bağlamında göz ardı edilmemesi
gereken bir nokta kavramın/problemin politize edilebilirliğidir.
Ölçütlerin yadsınmasıyla gerçekleştirilen
politizasyon, argümanın, tartışmanın ve dolayısıyla da
sözün ve iletişimin yadsınmasıyla son bulabilir. Bu
yadsıma süreci ise kaos ve muğlaklığın hakimiyetine yol
açacaktır.
Dinî
çoğulculuk
kavramı, günümüzde kendisine alternatif olarak
sunulan iki farklı yaklaşım ile birlikte zikredilmektedir.
Kapsayıcılık ve dışlayıcılık olarak izah edeceğimiz bu
yaklaşımlar, dinî çeşitlilik olgusunun kurtuluş/necat
fikri esas alınarak yapılan tasnifi dahilindedir. Pratik yönü
ağır basan bir problem olarak dinî
çoğulculuk meselesi
üç başlık altında incelenmektedir.
B.
Dinî Çoğulculuk Teorileri
Kapsayıcılık
/ Inclusivism
Kurtuluşun
diğer dinler aracılığıyla da mümkün olmakla birlikte,
O’na ulaştıran asıl yolun tek bir dinden geçtiğini iddia
eden paradigmadır. Mezkûr paradigmanın Hıristiyan kaynaklı
olması nedeniyle, onun sistemli haline yine Hıristiyanlık eksenli
yaklaşımlarda rastlanabilmektedir. Kapsayıcılık diğer dinleri
değersiz ve yanlış görmek yerine, onları kesin ve doğru
olan dinin bazı yönlerini yansıtan veya ona doğru bir yönelim
oluşturan yapılar olarak görmektedir. Bu anlamda kapsayıcılar,
bir yandan kurtuluşun elde edilebilmesi (hak) bir dinde belirtilen
şartların yerine getirilmesiyle mümkündür diyerek
dışlayıcı paradigmaya yaklaşırlarken, diğer yandan çoğulculara
katılarak muhtelif dinler aracılığıyla Tanrı’ya
ulaşılabileceğini ifade ederler. Kısacası hususî kurtuluş,
ontolojik olarak kurtuluş için zorunludur; ancak
epistemolojik olarak değildir.
Kapsayıcılığın
önemli temsilcilerinden Karl Rahner (1904-1984), “Diğer ilahi
din mensupları, farkında olmasalar da Hıristiyan’dır ve bundan
dolayı Tanrı’nın rahmetinden pay alacakları ümit edilir”
içeriğine sahip olan anonim
Hıristiyanlık
kavramını dillendirmiştir. Bu görüşe göre:
-
Hıristiyanlık, bütün insanlığa hitap eden mutlak bir
dindir; diğer dinler onunla aynı derecede ve eşit kabul edilemez.
-
Hıristiyanlık teolojik açıdan herkesin kurtulmasını
amaçlayan Tanrı iradesinin eseridir ve irade kendini Mesih’le
ifade etmiş, tarihî olarak da İsrail dinlerinde
gerçekleşmiştir.
-
Bir Hıristiyan başka bir dine mensup kişiyle karşılaşırsa, onu
Tanrı’nın kurtarıcı rahmetinden mahrum ve günahkâr
biri olarak telakki etmemelidir.
-
Kilise mensuplarının kendilerini seçilmiş ve kurtulmuş,
başka din mensuplarını ise günahkâr zavallılar olarak
görmeleri doğru değildir.10
Kapsayıcı
paradigmanın farklı şekilleri olmakla birlikte, K. Rahner’in
savunduğu form en yaygın olanıdır. Gavin D’Costa, John
Farquhar, Paul Tillich, John Robinson, John Cobb gibi isimler; farklı
dinlerin farklı derecelerdeki hakikati müşahhaslaştırdıkları
için farklı derecelerde meşruiyet sahibi oldukları
düşüncesinin önemli savunucuları olarak
zikredilmektedir.11
Dünya Kiliseler Birliği’nin de kendisine vizyon olarak
seçtiği kapsayıcılık paradigmasının, her dine belirli
oranda meşruiyet atfı, o dinin kendi sınırları içerisinde
kalmakta, herhangi bir dine diğer dinler nezdinde yaşam hakkı
tanımanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.
Kapsayıcılığın
Eleştirisi
Tüm
dinlerin eşit oranda hakikatten pay alabilir ifadesini dillendiren
kapsayıcı paradigma, dinî dönüşüm/tebliğ/misyonerlik
fiillerini anlamsızlaştırması ve bunu net bir biçimde
delillendirememesi noktasında eleştirilmektedir. Buna göre
temel soru, “Belirli bir dinî gelenekten gelen kişileri
başka bir dinî geleneğe niçin dönüştürelim
yahut kişileri inandıkları din/dinler üzerinde yaşamaya
niçin teşvik etmeyelim?”dir.
Hıristiyanlığın
yegâne din olduğu ve diğer dinlerle hiçbir zaman eşit
görülemeyeceğini iddia eden K. Rahner’in tezi
bağlamında, Hıristiyanların, kendi dinlerini yüceltmek
maksadıyla öne sürdükleri Hıristiyanlığa münhasır
özelliklerin benzerlerini, diğer din mensupları da kendi
dinlerine ait farklı özelliklerle öne sürerek
yegânelik iddiasında bulunabilirler. Anonim Hıristiyanlık
ifadesi, aynı teorik iddianın farklı bir şekli olarak “anonim
Müslümanlık” yahut “anonim” herhangi bir din
ifadesinin türetilmesine mani olamamaktadır. Yine bir dinin
kurtuluşa ulaştıran özelliklerinin neye göre tespit
edileceği, yani anonim
kavramının içeriğinin hangi şartları kapsayacağı,
kapsayıcılığın cevaplaması gereken sorunlarıdır.12
Dışlayıcılık
/ Exclusivism
Dışlayıcı
paradigmaya göre, kurtuluş, özgürleşme, insanın
kemale ermesi ya da dinin nihai amacı olarak kabul edilen şey
sadece hususî bir dinde bulunur ve onun aracılığıyla elde
edilir. Her ne kadar diğer dinler de hakikati ihtiva etseler,
kurtuluş veya özgürleşme yolunu sağlamada yalnızca bir
din tek başına etkindir. Diğer din mensupları dinlerinde samimi
olsalar ve ahlâken dürüst olsalar da kendi dinleri
aracılığıyla kuruluşa eremezler. Kurtulmak için biricik
yoldan haberdar olmaları ve onu kabul etmeleri zorunludur. Bu din
tarafından tayin edilen yegâne kurtuluş planı hem ontolojik
hem de epistemolojik olarak zorunludur.13
Dışlayıcılık,
“bir dinin öğretilerinin doğru, diğerlerinin doğru
olanlarla çatıştığından dolayı yanlış olduğunu
savunan” öğretisel dışlayıcılık, “tek dinin kurtuluş
ve özgürlüğü sağladığını ve ona götürdüğünü
savunan” soteriolojik/kurtuluşçu dışlayıcılık ve “bir
dinin tecrübelerinin gerçeğe bağlı olduğunu iddia
eden” tecrübeye dayalı dışlayıcılık şeklinde üç
kısma ayrılmıştır.14
Sadece
bir tek dinî hakikate sahip olduğunu vurgulayan, bununla
uyuşmayan diğerlerinin ise yanlış olduğunu savunan ve mutlak
hakikati içerisinde barındıran dinin mensuplarının nihai
kurtuluşlarını sağlayacağını ileri süren söz konusu
paradigma, geleneksel dinlerin mensuplarının çoğunluğu
tarafından benimsenmekle birlikte, Hıristiyanlık kendi tarihi
boyunca dışlayıcı paradigmayı savunmuştur. Katolik kilisesinin
“extra eccelesiam nulla salus” (Katolik kilisesi dışında
kurtuluş yoktur) sloganik ifadesi ve Protestanlığın kurucusu
Martin Luther’in aşağıdaki sözleri dışlayıcı görüşün
dışavurumu olarak addedilebilir:
“Hıristiyanlığın
dışında kalanlar ister sapıklar, Tükler, Yahudiler,
Katolikler olsun, tek ve gerçek Tanrı’ya inansalar dahi
yine de Rabbin gazabı ve cehennem azabına düçar
olacaklardır.”15
Dışlayıcı
perspektifin önemli bir temsilcisi olarak Protestan Teolog Karl
Barth (1886-1968), dini ve vahyi birbirinden ayırarak,
Hıristiyanlığın, İsa Mesih’in yegâneliği nedeniyle
kurtuluşun biricik yolu olduğunu ifade eder. Ona göre vahiy
hakiki dini yaratır ve Hıristiyanlık hakiki dinin mahallidir.16
Globalleşmenin
ortaya çıkarttığı bir durum olarak çokkültürlü
ortam, modern dönem geleneksel din söylemlerini tavize
zorlamış ve paradigma içerisinde kırılmalara neden
olmuştur. Söz konusu kırılmalar II. Vatikan Konsili
deklarasyonunda açıkça görülmektedir.
Dışlayıcı
paradigmanın son dönemlerdeki en önemli temsilcisi,
Hıristiyanlığın
gayri Hıristiyan dünyaya mesajı
kitabının yazarı Hollandalı misyoner Hendrick Kreamer’dir.
Biblical
Realizm (Kitab-ı
Mukaddes realizmi) kavramını ortaya atan ve Stephen Neill, Lesslie
Newbigin, Norman Anderson, Paul Hacker gibi isimlerin de kendisini
desteklediği Kreamer’in, dışlayıcılığın iddiaları genel
olarak da üç maddede özetlenebilir:
-
Hıristiyanlığın diğer dinlere nispetle çok özel bir
yeri vardır. Tanrı kendini bu Mesih yoluyla ve bu dinle
vahyetmiştir.
-
Dinler aslı itibariyle insanî değil ilahidir. Dolayısıyla
onlar hakkında hüküm vermek insan düşmez.
-
Bu dünyada cezayı hak eden insanlar daima olacaktır ve herkesi
kurtarmak endişesi ile hakikat tahrip edilmemelidir.17
Dışlayıcılığın
Eleştirisi
Dışlayıcı
paradigmanın iddialarına getirilen en önemli eleştiri, ilahî
adalet sorunu etrafında konuşlanmıştır. Buna göre, kurtuluş
için gerekli olanı hiç duymamış veya onu anlamaktan
aciz birini mahkum etmek Tanrı için adaletsizcedir. Eleştiri
şu safhalarda yol almaktadır: Mutlak merhamet ve adalet sahibi Yüce
yaratıcı bütün insanlığın kurtuluşa ulaşmasını
arzu ettiği halde, insanların çoğunluğu, içerisinde
yetiştikleri kültürde etkin olan dini benimser. Tek bir
dinin kurtuluşa götürdüğünü kabul edersek,
vahyini belirli bir zamanla, yolla, kişiyle, cemaatle ve kültürle
sınırlayan Tanrı bu ‘belirli’liğin dışarısındakiler
nezdinde, mutlak merhamet ve adalet sahibi olmaklığı açısından
çelişkili durmaktadır.
Paradigma
savunucularının bir kısmı, bu eleştirilere “ölüm
sonrası Hıristiyanlaştırma” iddiasıyla cevap verir. Bu iddiaya
göre Tanrı, hayatta iken ‘hak din’le karşılaşma fırsat
ve imkânını bulamayanlara, ölümden sonra bu fırsat
ve imkânı verecek ve bu şekilde herkes kurtuluş için
eşit hakka sahip olabilecektir. Kurtuluş mesajın ulaşım
sürecindeki unsurlara değil, yalnızca onun bilinçli
kabulüne bağlıdır. Ancak bu fırsat tanındıktan sonra Tanrı
hükmünü gerçekleştirecektir.
18
Dinî
çoğulculuk
Kapsayıcılık
ve dışlayıcılık gibi geniş halk kitlelerine yayılmaktan
ziyade, entelektüel seviyesi yüksek zümreler
tarafından tartışılan ve savunulan bir yaklaşım olarak dinî
çoğulculuk,
fenomenolojik olarak, dinler tarihinin, geleneklerin ve bunların her
birinde farklılıkların çeşitliliğini gösterdiğine;
felsefî olarak ise, geleneklerin farklı ve birbirleriyle
rekabet eden iddialarıyla birlikte, bunlar arasındaki ilişkiyle
ilgili belirli bir teoriye işaret eder.19
Dinî
çoğulculuk yaklaşımına göre, mutlak ve ilahî
bir hakikat vardır ve dinler bu ‘mutlak’a ulaşan ve onu eşit
derecede temsil eden farklı yollardır. Bu bağlamda, büyük
dünya dinleri, beşerî melekelerimizin ötesindeki
aynı nihai ‘mutlak’a ilişkin farklı yollar, cevaplardır.
Her
ne kadar, 15. yüzyıl düşünürü Nicholas
Cuga De
Pace Fidei
isimli eseriyle, bütün dinlerin aslında bir mantığa,
akla dayandığını bu nedenle hepsinin insanları aynı kurtuluşa
götüreceğini ifade etmişse de20
bu yaklaşımın ilk önemli temsilcisi 1923 yılında
yayımladığı “The Place of Christianity Among the World
Religion” başlıklı makalesiyle Alman liberal Proteston teologu
Ernst Troeltsch’dur. Troeltsch’u, Re-thinking
Missions,
isimli eseriyle William Hocking ve faşizm ve komunizm tehdidini
bertaraf etmek adına çoğulculuğu savunan İngiliz tarihçi
Arnold Toynbee takip etmektedir.21
Ancak dinî çoğulculuğun problematik bir biçimde
ortaya konulması John Hick ile gerçeklemiştir. John Hick’in
dinî çoğulculuk hakkındaki yaklaşımını ortaya
koymadan evvel bu konuda farklılık arz eden ve John Hick’e ilham
veren iki görüşten bahsetmek gerekmektedir.
İlk
olarak, dinler tarihçisi kimliğiyle Wilfred Cantwell Smith,
din
kavramının yerine dinî
gelenek
kavramının kullanılmasını önererek dinî çoğulculuk
meselesine farklı bir bakış açısı getirmiştir. Her bir
dinin bir fenomen olmakla birlikte birer değer olduğunu ifade eden
Smith’e göre dinler, kendi kültürel değerleri
içerisinde tanımlanmalı, nominal birimler olarak idrak
edilmeye çalışılmalıdır.
İman
(faith)
ve birikimsel gelenek (cumulative
tradition)
olmak üzere her dinin iki boyutunun olduğunu ifade eden Smith,
bu boyutları birbirine bağlayanın ise fert olduğunu ifade eder.
Bu anlamda iman, ferdin iç dinî tecrübesi, Aşkın
Varlık’a olan ilişkisi, algısı olarak tanımlanırken, tarihî
süreç içerisinde bir nesilden diğerine
aktarılabilen, toplumun biriken kültürel değerlerini
ifadeye ise büyüyen
gelenek
kavramı karşılık gelmektedir.
Hindu,
Müslüman, Hıristiyan... fertlerin dinleriyle alâkaları
bakımından birbirlerinden farklı olduklarını söyleyen
Smith, her bir ferdin de kendi büyüyen geleneğinin
oluşumunda bir katkısının olduğunu belirtir. Bu farklılık,
tarihsel bağlamda değerlendirilmekle birlikte, ferdin kendi dinî
geleneğini mutlak
olanla özdeşleştirmesi aşkın ve mutlak
olanın tek bir olguya hapsedilmesi bakımından bir nevi
putperestliktir.
Ayrıca, fertlerin dinî doktrinleri hakkındaki mutlaklık
inançları yahut bildirimleri, Tanrı adına konuşmak
eylemiyle özdeşleştirilmesi dolayısıyla şirk
addedilebilir.
22
Bir
din felsefecisinden ziyade dinler tarihçisi kimliğiyle,
Hegelvari bir biçimde tarihi mutlakla
özdeşleştiren Cantwell Smith, dinî çoğulculuk
teorisinde vahiy kökenli dinleri dışarıda bırakmıştır
denilebilir. Zira vahiy kökenli bir din açısından
şeâir, vahyin bitişiyle noktalanmakta, din tarihin her
noktasında büyüyen gelenek ifadesine sığmamaktadır.
Smith’in yaklaşımında eksik kalan diğer bir nokta ise, farklı
dinlerin farklı hakikat telakkilerinin doğruluk bazında nasıl
değerlendirilebileceğine ilişkin cevabıdır. O, dinî
doktrinin tarihi aşan bir obje olmadığını belirtmiş, bu nedenle
de farklılığın, dinlerin tarih ötesi/aşkın bir iddiaları
olamayacağı gerekçesiyle sorunsallığını yok etmiştir.
Bu durum, dinlerin hakikat iddialarını kabul etmeyerek üretilmiş
bir çözümdür ki, çoğulculuk
telakkisinin dayanak noktalarından biri olan perspektivizmi23
yadsıyarak problemi yok saymış ve problemsizliği çözüm
olarak sunmuştur.
Rene
Guenon, Frithjof Schuon, Titus Burckardt, Huston Smith ve Seyyid
Hüseyin Nasr gibi düşünürlerin temsil ettiği
diğer bir dinî çoğulculuk yaklaşımı ise,
tradisyonel/geleneksel ekol olarak isimlendirilmektedir.
Hâlidî/perennial felsefenin din anlayışı bağlamında
kalan bu ekole göre hakikat/mutlak; tektir, değişmez ve
süreklidir. Farklı dinler ise, aynı hakikatin farklı
kültürler içerisindeki formlarıdır. Formsuz
şekliyle bize ulaşmayan Mutlak, kullandığı formlar itibariyle
görünüşte çeşitliliğe sahip olmaktadır. Bu
ontolojik olarak zorunludur, zira form,
kavram olarak dahi bizatihi çokluğu içinde barındırır.
Farklı formların özde birliği, zâhirde değil bâtında
gerçekleşen ve ancak bâtınî yönde
vukufiyeti olan, üst perspektife sahip kişilerce idrak
edilebilen bir birliktir.24
“Bütün
yollar aynı zirveye ulaşır” ifadesinin sloganlaştırdığı bu
yaklaşım, farklı formlara bürünmüş dinlerin herkes
tarafından kavranılamayacak ve de kavranılmaması gereken özde
birliğini Güneş
metaforuyla izah etmeye çalışır. Seyyid Hüseyin
Nasr’ın ifadesiyle, “İnsanoğlu bir güneş sistemi
içerisinde yaşamak ve onun kanunlarına uymak mecburiyetinde
olmasına rağmen, diğer güneş sistemlerinin varlığının,
harmonisinin farkına varabilir. Ancak, bir gezegen içerisinde
yaşayan için kendi gezegeni tek ve yegânedir. Buradaki
gezegen sistemini bir dinî gelenek olarak algılarsak, insan
elbette kendi sisteminin güneşi ile aydınlanacaktır. Buna
rağmen, manevi yetkinliğinin gücü ile, orada olmadan ve
sezgisiyle bilebilir ki, her gezegen sisteminin bir güneşi
vardır ve bu hem o gezegen sisteminin güneşi hem de bütün
güneş sisteminin güneşidir.”
Nasr,
inandığı din ile diğer dinleri güneş metaforuyla tek bir
potada eşitledikten sonra, din mensubunun inanç objesini
diğer objelere nazaran en üst pozisyonda görme arzusuyla
şunu ifade eder: “Her sabah şafakla yükselen ve dünyamızı
aydınlatan Güneş neden yegâne Güneş olmasın?”25
Tradisyonalistlerin,
İslâm’ın tevhid doktrinin mensupları olduklarından
hareketle, klasik tasavvufi bir üslupla İbn Arabi ve Mevlana
Celaleddin Rumi gibi mutasavvıflardan etkilenmeleri, yaklaşımlarını
idrak etmede önemli bir etmendir. “Lâ mevcûde
illallâh” ifadesiyle özetlenebilecek vahdetü’l-vucud
(varlığın birliği) doktrini Mutlakın
varlıkla uzlaştırılması gibi farklı bir epistemolojiyi öngörür.
Bu nedenle geleneksel ekol mensupları, din felsefesinin kullandığı
modern epistemoloji ve dilin ifade ettiklerini kapsayabilecek bir
muhtevaya sahip olamayacağını belirtir, elitist bir yaklaşımla
ancak belirli bir grubun idrak edebileceği bu içeriğe, uygun
bir bağlam türetilmesi gerekliliğini savunurlar.
Geleneksel
ekol mensuplarının en ciddi problemi, farklı din ve gelenekleri
kendi bütünlüğü içerisinde kabul edip,
aralarındaki farklılık ve çelişkileri izah etmemesidir.
Dinler arasındaki ayrışmalarda çelişkiden
çok farklılık
ifadesini kullanan ekol mensupları, bu kavramsallaştırmayla
problemi asgarî seviyeye indirmekte, aynı görüş
üzerindeki ayrışmaların dahi bir çeşitlilik gibi yeni
bir epistemolojiyle izah edilebilirliğini savunmaktadır. Örneğin,
Hz. İsa’nın Hıristiyanlar ve Müslümanlar açısından
konumu gibi bir konu, farklılıktan
ziyade açık bir çelişkidir
ve farklı bir epistemoloji dahi dindarların bu konudaki hakikat
algılarını bütünüyle tevil etmediği müddetçe
kabul edilebilir değildir. Hakikat telakkilerinin bütünüyle
tevil edilerek farklı bir forma büründürülmesi
ise, üzerinde konuşuluyor olanı değiştirmek, dolayısıyla
objenin formunu bozarak bu farklı forma yönelik bir çözüm
bulmak anlamına gelecektir.
Mezkur
ekolün ikinci problemi ise, bilgi edimindeki elitizasyonudur.
Dinlerin aşkın birliği, sadece belirli şahıslar tarafından
idrak edilebilirdir ve meseleye yönelik herhangi bir idraksizlik
ise bizatihi anlamaya çalışan kişinin söz konusu elit
dahilinde olamamasından kaynaklanmaktadır.26
Ekolün önemli bir temsilcisi olarak Seyyid Hüseyin
Nasr, farklı dinlerin kurtuluş vaatlerinin eşitliğini ifade
ederken, güneş metaforuna benzer bir metafor daha kullanır ki
buna göre, dünya hem saniyede binlerce mil hızla dönen
hem de bize duruyor gibi görünendir. Ancak dünyanın
binlerce mil hızla havada dönüyor olduğuna şuurlu ve
müşahhas bir biçimde inanmamız mümkün
değildir. Hatta bu, basit seviyedeki bir astronomi bilgisiyle dahi
elde edilebilecek bir bilgi değildir; ancak birkaç astronom
böyle bir dünyada yaşadığına inanır.27
Bu mealdeki ifadelerden hareketle, tradisyonalistlerin, doktrinlerini
elitist bir yapıya büründürmelerinin, fikirlerini
tenkitten kaçırıcı bir işleve sahip olduğu da
belirtilmelidir.
Dinî
çoğulculuk kavramının
günümüzde problem olarak sistematik bir biçimde
sunulması, büyük oranda ardında John Hick’in
çabalarının bir sonudur. “Faith and Knowledge”28
isimli doktora tezinde Hick, her ne kadar farklı dinlerin, ilahî
gerçekliğe verilen farklı cevapları izhar etse de, onlardan
her birinin kurtuluşa ve kemale ermeye başarıyla götürebileceği
görüşünü savunur.
Dinî
çoğulculuk tezini ortaya koyarken John Hick’e birçok
entelektüel unsur yardım etmekle beraber, yaşamıyla ilgili
pratik detaylar önemli bir rol oynamaktadır. Hick, görev
yaptığı New Jersey Presbiteryan Kilisesi’nden, İsa’nın
bakire anneden doğduğunu inkâr ettiği gerekçesiyle
uzaklaştırılır. Din adamlığı hayatında mensubu bulunduğu
kurum ve çevre ile tam bir uzlaşma sağlayamaması, Hick’i
resmi Hıristiyanlık anlayışından uzaklaştırmıştır.
Çoğulculuk telakkisini savunma noktasındaki iştiyakının
menşei olarak Birmingham’daki yaşamı dikkate alınması gereken
Hick, burada birçok din mensubuyla samimi ilişkiler kurmuş,
farklı dinlere ait ibadethane ve meclislere iştirak ederek mensubu
bulunduğu dinî gelenek dışında da dinî tecrübelere
sahip olmuştur. Nitekim kendisi de, bir filozof olarak yeni fikirler
değil, bu yeni tecrübelerin kendisini dinî çoğulculuk
meselesine çektiğini söylemiştir. 29
İnsanlığın
yaşadığı dinî süreci lineer/ilerlemeci bir tarzda iki
kısma ayıran Hick, ilk dönemin insan hayatının doğal şartı
yani “vahiysiz din”i dönemi olduğunu ve bu dönemin bir
kabilenin kolektif kişiliğine ya da tabiat unsurlarına ibadet
maksadı içerdiğini ifade eder. İkinci dönem ise, ilk
dönemin katı sınırlarının aşıldığı ve dinin “altın
çağı” olarak isimlendirilebilecek yeni bir atılımın
yaşandığı, içinde bulunduğumuz süreçtir.30
Dinî
çoğulculuk
tezini ortaya koyarken Hick’in, Ludwig Wittgenstein’ın ortak
gramer
(aile benzerlikleri)
kavramından
esinlendiği aşikârdır. “Bütün dilleri dil yapan
ortak bir şey vardır ve diller birbirlerinden tamamen farklı
olmalarına rağmen hepsinin sahip olduğu, özne-yüklem-tümleç
gibi ortak gramatik unsurlar vardır” ifadesinden hareketle, “bütün
dinleri din yapan ortak birtakım unsurlar vardır ve bu unsurlar da
Tanrı-Mutlak-bizatihi gerçek... diye isimlendirilen
şeylerdir” yargısına ulaşılır. Burada Hick’in dinler için
öne sürdüğü aile benzerlikleri şöyledir;
-
Bütün dinî tecrübelerin mutlak kaynağı olan,
bir Gerçek, bir ilahi realite vardır.
-
Hiçbir dinî gelenek Gerçek’i doğrudan
kavrayışa sahip değildir.
-
Tanrı’yı kavrama ve tecrübe etme konusunda her bir din
kendince otantik bir metot ortaya koyar.
-
Gerçek, bütün tanımlamaları aşar.31
Dinî
tecrübe
ve fıtrat
kavramları
Hick’in çoğulculuk tezinin temel taşlarıdır.32
Doğuştan getirdiğimiz dinî temayüller olarak fıtrat
kavramı,
dinin evrensel ve tabii bir fenomen olduğunu vurgularken, dinî
tecrübe
kavramı William James’ten mülhem bir karakter arz eder. Bilgi
teorisi bağlamında empirist bir yaklaşıma sahip olan James,
bilginin duyu algısının akılda işlenmesi sonucu ortaya çıktığı
kanaatinden hareketle, tecrübenin saf bilgiyi oluşturduğunu,
dolayısıyla da dinî tecrübenin din olgusunun menşei
olduğunu ifade eder.33
William
James’in empirist bakış açısını, dinî
çoğulculuk
yaklaşımına uyarlayan Hick, dinlerin ilahî ilhamlara açık
kişilerin tecrübeleri sonunda oluşmuş özgün insanî
sistemler olduğu kanaatindedir. Buna göre, İslâm,
Hıristiyanlık, Budizm, Yahudilik ve ötekiler “dinî
tecrübenin ırmaklarıdır” ve insan kültürünün
birer yaratmaları olarak tarihsel sonuçlar arasında ortaya
çıkmışlardır. Ancak burada dinî tecrübeye
yapılan vurgu, dinin insanların tamamen zihinlerinde ürettikleri
bir olgu olduğu kanaatini doğurmamalıdır. Zira Hick, aşkın bir
Hakikat/Gerçek’in varlığına ve O’nun müstesna
insanlara dinî tecrübe anlarında tesir ettiğine
inanmaktadır.34
Hick,
bazı dinlerin Gerçek/Hakikat telakkilerinin kökten
farklı ve birbiriyle bağdaşmaz olduklarını, ancak Tanrı’nın
bütün bu farklı tasavvurlarının doğru olamayacağını
vurgular. Ona göre dinin anlamı bu noktada teolojik öğretide
değil, bireyi dönüştürmede saklıdır. Birey,
ben-merkezcilikten,
realite-merkezciliğe
yönelmeli ve dinin anlamını kavrayabilmelidir.35
Ben-merkezcilikten,
realite-merkezciliğe yönelme hususu Immanuel Kant’ın
numen-fenomen ayrımına dayanmaktadır. Bizatihi gerçek olan
numen
ile insanî ve kültürel olarak algılanan gerçek
fenomen
arasında bir fark söz konusudur. Dolayısıyla bizim bildiğimiz
şeyler numenler, şeylerin kendileri değil fenomenleri yani
görünüşleridir.36
Bizim dinî alanda duyu algılarımızın yönelimleri
olarak ‘gerçek’ adıyla karşılaştıklarımız ise,
bizatihi gerçek olmayıp, bizatihi gerçeğin
fenomenleri, görünüşleridir. Bizatihi gerçek
olanlar numenal alan dahilinde olup duyumlanamayan ve dolayısıyla
da tanımlanamayandır. Tanımlanamayan alanın birer yorumu olarak
fenomenler, yorum olmaları hasebiyle çelişkiye varan
farklılığa neden olmaktadırlar. Bu nedenle gerçeklik
çeşitli yollarla tasvir edilebilmektedir.
Hick,
numen-fenomen ikiliğine dayanan, mutlak gerçek ile onun
farklı tasvirlerini fil metaforuyla anlatır: “Daha önce hiç
böyle bir hayvan görmemiş bir grup kör adamın önüne
bir fil getirildi. Bir tanesi bacağına dokundu ve filin büyük
bir canlı sütün olduğunu söyledi. Başka birisi
hortumuna dokundu ve filin büyük bir yılan olduğunu
söyledi. Başka birisi filin dişine dokundu ve filin keskin bir
saban demiri gibi olduğunu söyledi.. tabi ki hepsi doğru
söylemişlerdi, fakat her birisi bütün gerçekliğin
sadece bir cihetine atıfta bulunmuştu ve hepsi de eksik
kıyaslamalarla anlatmıştı.’37
Gerçeği
anlamada, din mensupları kendi çevrelerinin bireysel ve
kültürel tuzaklarına düşerek körleşmekte bu
nedenle de söz konusu ‘kör’lerin yaşadıkları
dinlerini tek ve mutlak olarak lanse etmeleri geçersizleşmektedir.
Dinler değerlendirilirken doğru ya da yanlış olarak değil, bir
hayat formu olarak kabul edilmelidir. Dinin esas amacı olan bireyi
ben-merkezcilikten realite-merkezciliğe dönüştürme
eylemi de ancak onun bir hayat formu olarak kabulünden
geçmektedir. Fenomenal alanın ötesine geçerek
numenal olandaki tanımlanamazlığı idrak ve dolayısıyla
realite-merkezli bir düşünüşe geçişi
kolaylıkla başarabilenler ise mistik karaktere sahip olanlardır.38
Dinî
çoğulculuk meselesini, her dinin kendi geleneği içerisinde
bir bakış açısı geliştirmesi ve diğer dinleri bu kıstasa
göre yargılaması nedeniyle dinî geleneklerin anlam
dünyaları içerisinde çözmenin zorluğunun
idrakinde olan Hick, çözümü felsefî üst
bir bakış açısında izah etmiştir. Kant’ın
numen-fenomen ayrımına dayalı bu felsefi izah, dinlerin kendi
gelenekleri içerisinde rasyonalize edilemeyeceği kanaatiyle
eşit olduklarını savunur. Sağlam bir felsefî temele dayalı
görünen Hick’in tezi birçok açıdan
eleştirilmektedir.
İlk
olarak, dinlerin önerdiği tanrılar söz konusu tez uyarıca
fenomenal unsurlar olarak kalmakta ve bu tanrılar, bizatihi Gerçek
olan ile bir dualite yaratmaktadır. Bu durumda ‘tanrı’ ifadesi
dualiteden nasibini alacak şekilde muğlak sınırlar dahilinde
kalmakta ve ‘tanrı’nın idraki için ona atfedilen
sıfatların bizatihi Gerçek olana mı yoksa dinî
geleneklerin üretimi olan tanrılara mı ait sorusu cevapsız
kalmaktadır. Ayrıca bu soru; ‘tanrı’ya atfen zikredilen
sıfatlar birer insan üretimi ise, din ile mitoloji arasındaki
farkın ne olduğu sorusuna da neden olmaktadır.
Bizatihi
Gerçek, Hick’in yaklaşımında onun tanımlanamazlığı
gereği, vasıflandırılamayacak ölçüde soyut bir
varlıktır. Bu denli soyut bir varlık, dinin tanrı/larını ibadet
edilemez bir konuma getirmektedir ki, bu durum, bir dinin en temel
özelliklerinden biri olan ibadeti ortadan kaldırmış
durumdadır. Ayrıca bizatihi Gerçek’in aziz, veli gibi
mistik karakterli kişiler tarafından idrak edilebilmesi ve bu
seviyeye gelmenin manevi yetkinliği arttırmakla mümkün
olması ile dinî çoğulculuk yaklaşımının rasyonel
bir izaha sahipliği çelişki arz etmektedir. Zira, bizatihi
Gerçek’e iman, dinlerin manevi özelliklerinin
kaybolmasına ve mistik karakterlerin oluşmasına mani olmaktadır.39
Netice
itibariyle, John Hick’in dinî
çoğulculuk
yaklaşımı, temel akideleri efsanelere dönüştürerek,
inananların en değerli dinî bağlılıklarını/inançlarını
geçersiz kılmaktadır: Müslümanlardan Kur’ân’ın
Allah’ın amaçları için merkezi öneme sahip
olduğunu, Yahudilerden Musa’nın Tanrı ile kesin olarak
konuştuğunu, Hıristiyanlardan İsa’nın Tanrı’nın tarih
içerisinde bedenlenmesi olduğunu inkâr etmelerini
ister. Bu görüşlerin kabulü, yüksek bir
şüphecilik bedeli ve inananların yaptıkları ve
düşündüklerini hiçe saymayı gerektirir.40
C.
Sonuç ve Değerlendirme
Dinî
çoğulculuk yaklaşımlarının
ortaya koymaya çalıştığımız tutarsızlık noktaları
menşeini Rene Descartes’in kartezyen
meditasyonundan
almaktadır diyebiliriz. Zihin olarak kendi varoluşunu kanıtlamaya
yönelik metodik şüphesiyle Descartes, varoluşuna dair
duyduğu şüpheyle başlattığı akıl yürütme
sonucu, cogito
ergo sum olarak
sloganlaşan şu yargıya varmıştır: “Her şeyden şüphe
edebilirim, ama şüphe ediyor olduğumdan şüphe duyamam;
ne var ki şüphe etmek düşünmektir ve öyleyse şu
kesindir: düşünüyorum o halde varım/benim.”
Burada
Descartes, varoluşsal olarak birliğe sahip olan ben’ini, şüphe
eden ben’i ile, şüphe eden beninden yola çıkarak
yargıda bulunan ben’i olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Yani aynı ben bir yandan eylemde bulunabilirken, diğer yandan
eylemde bulunmaklığını tanrısal bir tavırla
değerlendirebilmektedir. Bu durum bir dualite oluşturmaktan öte,
‘ben’in parçalanışıdır ve ontolojik bir imkânsızlık
ifade eder.
Dinî
çoğulculuk yaklaşımlarında, bir dine mensup olunduğu
halde bireyin kendini bu mensubiyetten uzaklaştırarak, adeta kendi
üzerinde tanrılaşarak o dine mensubiyetini yargılayabilmesi
ve buradan hareketle farklı dinlerle mensubu bulunduğu dini, dinler
üstü bir tavırla değerlendirebilmesi, Descartes’in
uyguladığı şekliyle tek ben’in parçalanışı ve
ontolojik olarak muhal bir tavırdır.
Ben’in
tevhidî yapısını deforme etmeden, bir din mensubunun diğer
din mensuplarına yönelik anlama eyleminin nasıllığına Hans
George Gadamer’in önyargı
kavramı ile cevap verilebilir. Bireyin kendisini hiçbir zaman
koparamayacağı etkin tarihsel bir bilinç içerisinde
olduğu ve anlama eyleminin ancak bu tarihsel bilinç
içerisinde önanlama ve önyargılarla döngüsel
bir biçimde gerçekleşebileceğini ifade eden Gadamer,
önyargı kavramına pozitif bir anlam yüklemektedir. Buna
göre önyargı, sanıldığının aksine anlamanın önündeki
en büyük engel değil, anlamayı olanaklı kılan unsurdur.
Bu nedenle, kültürümüzün üretimi olarak
önyargılarımıza yönelik eleştirelliğimizden
uzaklaşmamızı öneren Gadamer, kendisi hiçbir yer olan
önyargısız bir konumda, anlamamızın da gerçekleşmesinin
mümkün olamayacağını ileri sürer. Yapılması
gereken, anlamamızı koşullandıran olumsuz önyargılara
ilişkin farkındalığımızı artırmaktır.41
Dinî
çoğulculuk
yaklaşımları bağlamında da birey, dinlerüstü bir
perspektife sahip olma imkânsızlığının idrakinde olarak,
diğer dinlere yönelik anlama ve davranışta bulunmasını
etkileyen önyargılarını yok saymak yerine, mevcut durumuna
yönelik farkındalığını artırma çabası içerisinde
olmalıdır. Onun dinî bağlamda anlamasını etkileyen
unsurlara yönelik farkındalığı, diğer dinlere yönelik
anlayışını mümkün kılmakla beraber, aksi durumda,
bireyin muhayyel bir konumdan yaptığı çıkarımlar
epistemolojik tutarsızlıklara neden olacaktır.
Dinî
çoğulculuk
olgusunun mekanizma-bağımlı bir karaktere sahip Batı zihniyeti
içerisinde problemleştirildiği akılda tutularak, konunun
felsefî izahlarıyla birlikte yüklendiği siyasal-sosyal
işlevlerin göz önünde bulundurulması tartışmanın
ufkunu genişletecektir.
Dipnotlar
* Bu çalışma,
10-11 Mart 2007 tarihinde düzenlenen Bilim
ve Sanat Vakfı XVIII. Öğrenci Sempozyumu’nda
tebliğ olarak sunulmuştur.
1 Kürşat Demirci,
Yahudilik
ve Dinî Çoğulculuk,
Ayışığı Yayınları, İstanbul 2000, s. 11.
2 Gordon Marshall,
Sosyoloji
Sözlüğü,
çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara 2003, s. 126.
3 Fuad Köprülü,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Kuruluşu,
Akçağ Yayınları, Ankara 2003, s. 87.
4 Ahmet Davudoğlu ,
“İslâm ve Batı Medeniyetlerinde Meşruiyet ve Çoğulculuk
Meselelerinin Değer Boyutu”, Dünden
Bugüne İslam Dünyasında Zihniyet Değişiklikleri ve
Çağdaşlaşma Problemleri Sempozyumu (Bursa
16-17 Haziran 1990), Ensar Vakfı Yayınları, Bursa 1990, s. 41.
5
Demirci, a.g.e.,
s. 12.
6
Yücel Bulut, Oryantalizmin
Kısa Tarihi,
Küre Yayınları, İstanbul 2004, s. 124.
7
John Hick, İnançların
Gökkuşağı,
çev. Mahmut Aydın, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002,
s. 8-17.
8
Gürol Irzık, Bilimler
Savaşı,
Türkiye Bilimler Akademisi Yayınevi, Ankara 2005, s. 9.
9
Irzık,
a.g.e.,
s. 18.
10
Ruhattin Yazoğlu, Hüsnü Aydeniz, Dinî
Çoğulculuk:John Hick’in Düşünceleri Üzerine
Tartışmalar,
İz Yayınevi, İstanbul 2006, s. 10.
11
Adnan Aslan, “Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk
Meselesi”, İslam
Araştırmaları Dergisi,
s. 2 (1998/1), s. 152.
12
Yazoğlu, a.g.e.,
s. 9.
13
Michael Peterson v.dğr., Akıl
ve İnanç-Din Felsefesine Giriş,
çev. Rahim Acar, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s.
383.
14
Yazoğlu, a.g.e.,
s. 9.
15 Aslan, a.g.m.,
s. 149.
16 Peterson, a.g.e.,
s. 384.
17 Aslan, a.g.m.,
s. 149.
18 Peterson, a.g.e.,
s. 385.
19 Yazoğlu, a.g.e.,
s. 11.
20
Demirci, a.g.e.,
s. 18.
21 Aslan, a.g.m.,
s. 154.
22 Wilfred Cantwell
Smith, “Belief: A Reply to a Response”, Numen,
vol. 27 (December 1990), http://www.jstor.org/view/ 00027189
/ap050018/05a00020/0 , s. 247-255.
23 Brian Fay,
Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi: Çokkültürlü
Bir Yaklaşım,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s. 105-111.
24 İlhan Kutluer,
Mahmut Erol Kılıç, Adnan Aslan, Notlar
1: Seyyid Hüseyin Nasr’da Gelenek, Tasavvuf ve Dini
Çoğulculuk,
Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul 2004, s 28-30.
25 Seyyid Hüseyin
Nasr , İnsan
ve Tabiat, Ağaç Yayınları,
İstanbul 1991, s. 112. ; Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi
ve Kutsal,
İz Yayınları, İstanbul 1999, s. 253.
26 Kutluer, Kılıç,
Aslan, a.g.e.,
s. 35.
27 Adnan Aslan, “Dinler
ve Mutlak Hakikat Kavramı,John Hick ve Seyyid Hüseyin Nasr’la
Bir Mülakat”,
İslâm Araştırmaları Dergisi,
sy. 1 (1997/1) s. 184.
28 John Hick, Faith
and Knowledge,
Macmillan Pres, London 1998, s. 113.
29 Aslan, “Batı
Perspektifinde Dinî Çoğulculuk Meselesi”, s. 156.
30 John Hick, God
Has Many Names,
The Westminister Press, Philadelphia 1982, s. 134-36.
31 Mevlüt
Albayrak, “Dinî Çoğulculuk Hipotezi”, Tabula
Rasa,
sy. 7 (2003/1), s. 79.
32 John Hick, Problems
of Religious Pluralism,
St. Martin’s Press, New York 1994, s. 123-130.
33 Ahmet Cevizci,
Felsefe
Sözlüğü,
Paradigma Yayınları, İstanbul 2002, s. 577.
34 Aslan,“Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”,
s. 157.
35 Timothy R. Stinnett,
“John Hick’s Pluralistic Theory of Religion”, The
Journal of Religion,
vol. 70 (October 1990),
http://www.jstor.org/view/00224189/ap040293/04a00050/0, s. 569-588.
36 Cevizci, a.g.e.,
s. 586.
37 Peterson, a.g.e.,
s. 389.
38 Albayrak, a.g.m.,
s. 86., Acar, a.g.e., s. 391.
39 Aslan, “Batı
Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”, s. 162.
40 Peterson, a.g.e.,
s. 395.
41 Hans Georg Gadamer,
Truth
and Method,
çev. Donald G. Marshall, Continuum Publishing, Newyork 1993,
s. 155-164.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|