asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ALLAMENİN BUYURDUĞU GİBİ TELFİK
HARAMDIR
Halit İSTANBULLU
Nihai sınırını aşan her şey zıddına
inkılap eder. Hayatın bütün şubelerinde bu böyledir. Bir hastayı
tedavi etmek için belirlenen ilaç eğer hastaya aşırı dozda verilirse
niyette tedavi, hakikatte ise hastalık üretilir.
Taklit de fert adına bir kolaylıktır. Aksi takdirde avamın mükellef
olduğu hükümleri öğrenmesi aşırı derecede zorlaşırdı. Büyük
çoğunluğu da bunu başaramazdı. Mukallidin mevcut kolaylıktan
istifade edebilmesi için taklidin sınır ve şartlarını bilmesi
gerekir; Kimi, niçin, nasıl ve hangi şartlar altında taklit
edecektir. Hadisenin bu boyutunu fıkhın temel dinamiklerini dikkate
alarak değerlendiremeyenler için taklit -bir kolaylıktan öte- ciddi
manada bir problem olacaktır.
Hayatın, Allah ve Rasülü’nün (s.a.v)
vaz’ ettiği mutlak hakikat çevresinde cereyanı ve ferde ait teklif-i
İlahinin anlaşılıp uygulanması taklidin meşru sınırlar dahilinde
kalmasıyla mümkündür. Aksi bir anlayış ameliyesi hayatın “sapık” bir
zemine oturmasına ve yapılan ibadetlerin geçersiz olmasına yol açar.
Kur’an-ı Hakim serabı hakikat niyetine algılayıp, ibadet yapıyorum
zannıyla avunanları ifade ederken şunları söyler: “De ki; size
(yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim
mi? (Bunlar) İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya
hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.”1
Kırmızı Çizgiler
İnsanların taklitle alakalı hakikati
saf haliyle görebilmeleri için fakihler muazzam birikimlerini
devreye sokarak bir takım kırmızı çizgiler belirlediler. Bunlara
taklidin meşruiyetini koruyan önlemler de diyebiliriz. Bu çizgilerin
aşılmasıyla dini hayatta kaoslar zuhur etmiştir. Batı
emperyalizminin yoğun baskısı altında şekillenen İslami anlayış
biçimleri maalesef ki bu kaosun oluşması ve devamında önemli rol
oynamıştır.
Müçtehit imamlar devrini takiben
başlayan uzun zaman diliminde ( Hicri dördüncü asır sonrası)
ulemanın içtihat kapısını kapatıp! taklidi teşvik ettiğini ve bu
teşvikle terakkinin de önünü kestiğini iddia eden modernistler,
Müslümanlara kolaylık sağlama adına her hangi bir konuda mezheplerin
farklı hükümlerinin bir araya getirebileceğini ve oluşturulacak yeni
hükümle amel edebileceğini (telfik) söylemektedirler. Yani taklitle
alakalı hakikatin saf haline (ki o saf hal Allah Resulünden günümüze
kadar devam eden şekildir.) müdahele edilmiştir.
Nedir Ne Değildir?
Bu makalenin mevzuu taklidin meşruiyeti
değildir. Çünkü telfikin haram olduğunu kabul eden her makale aynı
zamanda taklidin gerekli olduğunu benimser.
Makalenin ne ile alakalı olmadığını
söyledik, neden bahsettiğine gelince; Telfikin menşei, ilk defa ne
zaman telaffuz edilmeye başladığı, modernitenin önemli
temsilcilerinden Reşid Rıza’nın “Muhâverâtu’l-Muslih ve’l-Mukallid”
isimli eserinde telfike dair neler söylediği ve son olarak Sünnet ve
Cemaat alimlerinin telfik bağlamında nasıl bir mütalaa içerisinde
oldukları, incelenecektir. Bütün bunlardan gaye ise, müçtehit
imamların içtihatlarını arzu ve isteklerine göre yeniden terkip edip
hevai bir din/yaşayış icat etmenin peşinde olanların gayri meşru bir
ameliye içerisinde yer aldıklarını ispat etmektir.
TELFİK
L.f.k. kökünden türeyen ve tef’il
babından mastar olan “telfik” kelimesi, sözlük anlamı itibarı ile;
“bir kumaş parçasının bir ucunu diğer ucuna birleştirerek dikmek,
uydurmak, süslemek, ulaşmak, iltihak etmek, anlamamak, elde
edememek” gibi anlamlara gelmektedir.2 Tef’il kalıbındaki bu kelime,
daha çok; “eşya veya işleri bir araya getirmek, birbirine eklemek,
tek bir tarzda yürümesi için aralarında uygunluk sağlamak” gibi
anlamlarda kullanılır. Fakihler, usulcüler ve muhaddisler de telfik
kelimesinin bu son anlamını dikkate almışlardır.3
Istılah anlamı itibariyle telfik;
“müçtehitlerin herhangi bir konudaki ifadele-rinden, onların
söyleyemediği bir tarz ya da içerikte hükümler çıkarmak” şeklinde
tanımlanmaktadır.4 Bu tanımı biraz daha açarsak şunları
söyleyebiliriz: Telfik; iki ya da daha fazla mezhebin birbirine zıt
hükümlerini, bir meselede ya da fıkhi bir konuda bir araya getirerek
iki ya da daha fazla müçtehidin görüşünden yeni bir hüküm icat
etmektir. Böyle bir ameliye içerisinde olan bir mukallit hiçbir
müçtehidin istinbat etmediği bir hükmü söylemiş olduğundan bir
anlamda içtihat etmiş olur. İçtihada ehil olmayanın içtihat etmesi
ise haramdır.
Muazzam Fıkıh Külliyatı
Hicri ikinci asrın başlarından dördün-cü
asrın ortalarına kadar devam eden Müctehit İmamlar devrinde muazzam
bir fıkıh külliyatı oluştu. Özellikle Hanefilerin henüz olmayan
fakat olması imkan dahilinde kabul edilen hadiseler hakkında da
içtihat etmeleri bu oluşumu müsbet anlamda destekledi. Fıkhi anlamda
doyuma ulaşıldı.
Fatimi fitnesinin İslam dünyasını
kuşatması ve neticede Batini kimliğe sahip insanların içtihat adı
altında hezeyanlar serdetmeleri, Sünnet ve Cemaat alimlerini yeni
içtihatlar yapma yerine mevcut birikimi tedvin-tasnif etmeye
yöneltti. Bu bağlamda ta’lilü’l-ahkam (hükümlerin illetlerini
belirleme) ve tercih çalışmaları kaleme alındı. Tabakat, münazara,
hilaf ve fetva kitapları telif edildi. Mevcut fıkhi birikim bir
yönüyle sistematize edildi, bir yönüyle de derinlik kazandı.
Taklit devrinde yaşayan fakihlerin
müçtehit imamlar döneminden devraldıkları muazzam miras yeni
içtihatlar yapmayı gereksiz kıldı. Taklidin hicri dördüncü asırdan
sonra mezhepler düzeyine kayması avamı, müçtehitleri hükümde (delili
araştırmadan) fakihleri ise delilde (hükmün delilini araştırarak)
taklit etmeye sevk etti.
Ümmet arasında taklidin yaygınlaşması
ve İslami hükümlerin anlaşılmasının en güvenilir yolu olarak kabul
edilmesi fıkhi mirasın sistematize edilme sürecini hızlandırdı. Bu
süreç içerisinde hicri yedinci asrın başlarına gelindiğinde fakihler
tarafından ilk defa telfikin adı telaffuz edilmeye başlandı.5
Taklidin kırmızı çizgileri belirlendi. Sünnet ve Cemaat an-layışının
yaşayan dört mezhebinden herhangi birine aidiyeti olan bir
mukallidin mezhep değiştirmesinin cevazı telfikte bulunmamak ifadesi
ile kayıt altına aldı.
Hanefiler bu konuda icmanın var oldu-ğunu
söyledi. Şafilerse bunu kesin bir hüküm olarak kabul etti. Nitekim
İbn Hacer telfikin caiz olduğunu söylemenin icmaya muhalefet
olacağından söz etmektedir.
Telfik Haramdır
Kasım b. Kutlubuğa (ö. 839/1474), İbn
Hacer Heytemi (ö. 974/1576), Remli (ö. 957/1550), Ömer b. Nüceym (ö.
1005/1596) ve İbn Abidin’in (ö. 1252/1836) de aralarında bulunduğu
çok sayıda muhakkik fakih telfikin mutlak olarak haram
addedildiğini, bu noktada icmanın var olduğunu söylemektedir.6
Onlara göre, telfikin önünün açılmasıyla büyük günahlara meşruiyet
kazandırılır.
Böyle bir ameliye fıkhın kısmen ya da
tamamen bozulmasına sebebiyet verir, haramların mübaha dönüşmesine
yol açar.7
Örneğin, bekâr bir kadınla, gayri meşru bir şekilde birleşmek
isteyen kişi teflik yaparak Ebû Hanife’nin nikahta veliyi zorunlu
görmemesinden hareketle velisiz, İmam Malik’in şahitleri şart
koşmamasını taklit ederek şahitsiz bir nikah akdetse, akdi batıl
olur. Çünkü yeni icat edilen bu hüküm, yapılmak istenen zina için
takdir edilen bir meşruiyet kılıfıdır. Ve şeri’ hiç bir dayanağı
yoktur. Bu yüzden haramdır. “Harama götüren her şey haramdır”
ilkesinden hareketle de haram fiillere yol açan telfikin haram
olduğuna hükmedilir.8
Telfikin yol açacağı fıkhi kaosa şöyle
bir örnek daha verebiliriz: Ebû Hanife Hazretleri, şıranın sarhoş
etmemek şartıyla helal, içkinin ise mutlak olarak haram olduğunu
söylerken; İmam Şafii ayrım yapmadan şıranın da içki gibi haram
olduğu görüşündedir. Şair Ebû Nûvas, şıranın helal oluşu noktasında
Ebû Hanife’nin, içki hükmünde olduğu hususunda ise İmam Şafi’nin
görüşünü alarak şöyle bir kıyas yapar: “İçki şıra gibidir (Şafi’ye
göre aynıdırlar), şıra helaldir (Ebû Hanife’ye göre) o halde içki de
helaldir.”9 Görüldüğü gibi Ebû Nûvas, telfik yaparken şırayla
içkinin haram oluşları açısından aynı olduklarını söyleyen İmam
Şafi’yi, şıranın mubah oluşunda ise (içki ile hükmünün farklı
oluşunda değil) Ebû Hanife’yi taklit etmektedir.
Hadisenin arka planında haramları
mübahlaştırma gayretinin olduğunu keşfeden muhakkik alimler,
İslam’ın helal ve haram sistemini koruyabilmek için tavırlarını
telfikin haram oluşundan yana koymuşlardır.
Hayali Şahısların Konuştuğu Hayali Eser
Batının buyurgan aklının yönlendirdiği
ya da etkilediği İslami anlayış usullerinin önemli bir kısmı ısrarla
telfikin meşruiyetinden bahsetmektedirler. Bunlar içerisinde en
dikkat çekeni ise Afgani-Abduh-Muhammed Reşid Rıza üçlüsünün temsil
ettiği Mısır ekolüdür.
“Menar” adıyla şöhret bulan
“Tefsiru’l-Kur’an-i’l-Hakîm” adlı natamam tefsirin sahibi Muhammed
Reşid Rıza “mukallit” kimliğiyle yargıladığı, şahsında da Sünnet ve
Cemaat anlayışına sahip bütün alimleri bidat, israiliyat, hurafe ve
vehmi, ilmi bir hakikat olarak kabul etmekle itham ettiği, kendini
ise “muslih” etiketiyle dini ve dünyevi ilimleri bütün şubeleriyle
bilen genç bir alim olarak takdim ettiği, hayali şahısların yer
aldığı hayali eserinin dokuzuncu bölümünde “telfik”in meşruiyetini
müdafaa eder.
Yazar “mukallit” kimliğiyle
konuşturduğu hayali şahsa önceden tasarladığı düşüncelerini
söyletir. Sonra da kendince izahlar getirir. Konuşmalarının son
oturumunda ise “mukallit” ıslah-ı hal eyleyerek Hazret-i Muhteremin
safına katılır. Muhakkik alimler nezdinde itibar göremeyen, onları
hakikaten safına çekemeyen Reşid Rıza, hayalen ürettiği mukallidi
safına çekerek teselli bulmaya çalışır.
Yazar, açıklama yapmak istediği
hususlarda konuşturduğu hayali “mukallid”e telfikle alakalı şunları
söyletir: “ed-Durru’l-Muhtar isimli eserdeki bir söz zihnime
takılıyor, burada ‘telfik yapılan hüküm, icma ile batıldır’10
deniliyor, durum böyle olunca üzerinde icma edilen bir konuyu
tartışmanın ne manası vardır?”
“Muslih” etiketli Reşid Rıza
“mukallid”in itirazına cevap sadedinde şunları söyler; “Hanefi
imamlardan hiç birinin söylemediği böyle bir sözü; ed-Dürrü’l-Muhtar
yazarının nakletmesi şaşırtıcıdır. Onlar böyle bir sözü nasıl
söylesinler ki, mezhepleri bütünüyle telfikten oluşmuştur; çünkü üç
imamın (Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed) içtihatlarının
birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. Hanefilerin telfiki
reddetmediklerinin bir delil ve işareti de, orta zaman Hanefi
müçtehitlerinden İbnu’l-Humam’ın bu görüşü (telfikin caiz olmadığı
görüşünü) sonradan gelmiş bir fıkıhçıya ait olarak göstermesi,
kitabını açıklayan zatın da bu fıkıhçının, Maliki mezhebinden Karafi
olduğunu zikretmesidir.
Eğer Hanefi müçtehitleri telfiki
reddetselerdi, onların görüşlerini başkalarından daha iyi bilen
İbnu’l-Humam bu görüşü sonraki müçtehitlerden birine nisbet etmez,
’sonraki fıkıhçılardan birisi telfiki reddetmiştir…’ demezdi.”11
Ebu Hanife Niçin Telfikten Bahsetmedi?
Telfikin haram olduğundan Ebu Hanife
Hazretleri ve talebelerinin bahsetmemesi buna mukabil asırlar sonra
gelen ed-Dürrü’l-Muhtar müellifi Alauddin Haskefi’nin söz etmesi
eğer Reşid Rıza’yı şaşırtıyorsa O, bunun nedenini kendi
tetebbuatının eksikliğinde aramalıydı. Çünkü telfik ilk olarak hicri
yedinci asırda telaffuz edilmeye başladı. Hicri 150′de vefat eden
Ebu Hanife’nin ondan bahsetmesi nasıl mümkün olabilirdi.
Hicri 1088 yılında Şam’da vefat eden
Haskefi’12 ise yaşadığı dönem itibariyle telfike ve onun fezahetine
tanık olduğundan bir fakih olarak hadiseyi tahlil etti, tavrını
koydu ve kendinden önceki alimlerin bu noktada icma ettiğini görünce
de olanı olduğu gibi nakletti.
Yazarın Hanefi mezhebinin Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in
içtihatlarından oluştuğunu, bunun da telfik anlamına geldiğini iddia
etmesi de doğru bir beyan değildir. Çünkü telfik; “Vücudundan kan
akan, sonra da kadına dokunan abdestli birisinin bu halde namaz
kılması” örneğinde olduğu gibi, bir meselede iki mezhebin (burada
Şafii ve Hanefi) abdesti bozmayan hallerinin birleştirilmesiyle
gerçekleştirilir.
13 Hanefi mezhebinin üç imamın
görüşlerinden müteşekkil olması ise telfikten farklı bir durumdur.
Fıkhın mündericatında yer alan binlerce meselenin her birinde farklı
bir imamın ictihadı tercihe şayan görülmüş ve mezhebin temel
eserleri bu çerçevede telif edilmiştir. Bu eserlerin telifinde üç
imamın görüşleri telfik edilmiyor, ya ayrı ayrı naklediliyor yahut
ta bir tanesi alınıyor.
Muhal farz, böyle bir oluşum telfik
kabul edilmiş olsa dahi iddia yine de Hanefi mezhebi için geçerli
olmaz. Çünkü mezhebin bütün görüşleri bir noktada toplanır ki orada
Ebu Hanife vardır. O, ders takrir ederken önce meseleyi anlatır,
delilleri sıralar, hükmü belirtir, huzurda ki talebeler de bu görüşü
kabul ederlerdi. Sonra aynı konudaki birinci görüşünden döner,
yeniden içtihat yapar, ardından bu ikinci ictihadından da farklı
deliller kullanarak döner üçüncü bir görüş izhar ederdi. Bütün
ameliyelerin neticesinde O ve talebeleri görüşlerinden yalnızca
birini tercih ederlerdi.14 Yani talebelerinin Ebu Hanife’nin
hilafına serdettikleri görüşler gerçekte O’nun önceden söyleyip daha
sonra terk ettiği görüşlerdir.15
Telfikin İsnadı
İbnu’l-Humam’ın, telfikin haram oluşu
ile alakalı görüşü Ebu Hanife ve talebelerine değil de sonraki
fakihlere isnat etmesi telfikin caiz olduğuna işaret etmez. Çünkü
Ebu Hanife’nin teflik hakkında konuşmaması onun cevazına
hükmetmesinden değil, zamanında telfik kapsamında değerlendirilecek
bir mesele olmamasındandır. O bir fakihti, sihirbaz değildi ki!
Kendi zamanında olmayan, ondan asırlarca sonra ortaya çıkan bir
hadise hakkında hüküm beyan etsin!
İbnu’l-Humam, telfikin haram oluşu ile
alakalı görüşün kime ait olduğunu bilmesine biliyordu da, Reşid
Rıza, Fethu’l-Kadir müellifinin telfikin ilk olarak hicri yedinci
asırda telaffuz edilmeye başlandığını bildiğini bilmiyordu. Bu
yüzden onun isnadından telfikin caiz olduğu hükmünü çıkarıyor.
İbnu’l-Humam’ın telfikin haram oluşunu
Karafi’ye isnat etmesine gelince; bu isnat O’nun telfikin helal
olduğunu kabul ettiği anlamına gelmez. Çünkü İbnu’l-Humam başta
olmak üzere İz b. Abdisselam, İbn Dakiki’l-İyd (ö. 701/1302) gibi
muhakkik fakihler telfikin haram olduğunu açıkça belirtmektedirler.
Surette ve Hakİkatte Telfİk
Telfik üzerine etraflı araştırma yapan
bazı Sünnet ve Cemaat alimleri hadiseyi iki farklı başlık altında
tahlil etmişlerdir. Buna göre telfik ya mezhepler icmaına aykırı ya
da değildir. Aykırı olmaması durumunda caizdir. Hadisenin bu
boyutunun mütedavel telfikle münasebeti ise sadece lafız
cihetiyledir. Yani mezhepler icmaına aykırı olmayan telfik hakikatte
değil, surette telfiktir. Bu durumda, Reşid Rıza’nın telfikin
cevazına taraftar gösterdiği İbnu’l-Humam gerçekte yazarın tenkit
ettiği Haskefi ve İbn Abidin’le aynı şeyleri söylemektedir.
Telfiki, icmaya aykırı olan ve olmayan
diye ikiye ayırıp caiz olabilmesi için icmaya aykırı olmamasını şart
koşan16 fakihlerin görüşlerini şöyle izah etmek mümkündür:
İcmaya Aykırı Olan Telfik
Ibnu’l-Humam’ın da aralarında yer
aldığı fakihlere göre telfik, icmaya aykırı olursa bâtıl olur ve
fıkhi hiçbir hüküm ifade etmez. Buradaki icmadan maksat, mezheplerin
bir hükümde ittifak ettikleri noktalar ya da çoğunluğun tercih
ettiği görüşlerdir.17 Buna göre, sonraki müctehitler tarafından bir
asırda yaşayan müçtehitlerin bir meselede yaptıkları iki farklı
içtihadın ortak noktalarına aykırı üçüncü bir görüşün telfik yoluyla
ortaya konması caiz değildir.
Mezhepler arasında gerçekleşen icmaya
aykırı telfike örnek olarak şunları verebiliriz: Kocasının ölümünden
dolayı iddet bekleyen hamile kadınların iddet süresi hakkında iki
görüş vardır: Birincisine göre kadının iddet süresi çocuğunu
doğurunca, diğer görüşe göre ise doğumla vefat iddetlerinin daha
uzun olanıyla biter. İddetin doğumla bitmesi iki içtihadın ittifak
noktasıdır. Telfik yoluyla iddetin yalnız ayla hesaplanacağını
söylemek,18 bu konudaki icmaya aykırı üçüncü bir görüş olarak
değerlendirilir ki; mezhepler icmaına aykırı olduğundan haramdır.
Hanefi, Maliki ve Şafii mezheplerinin
nikah hakkındaki görüşleri birleştirilerek velisiz, şahitsiz ve
mehirsiz bir nikah akdedilse, böyle bir akit hiçbir müçtehidin
önceden söylemediği mezhepler icmaına aykırı telfik kabu edilir.
Çünkü velisiz kıyılan bir nikah Hanefilere göre sahih olsa da,
Maliki ve Şafii mezheplerine göre sahih değildir. Yine şahitsiz bir
nikah Maliki’ye göre sahih iken Hanefi ve Şafii mezheplerine göre
batıldır. Aynı şekilde mehirsiz bir nikah Şafii ve Hanefi
mezheplerine göre sahihken, Maliki mezhebine göre sahih değildir.19
Bu şartlar dahilinde gerçekleşen bir nikah, farklı açılardan üç
mezhebin hiç birine göre sahih olmaz. Ayrıca böyle bir nikahın caiz
olacağını söyleyen tek bir müçtehit de yoktur. Söz konusu telfikin
caiz olmamasının nedeni icmaya aykırı olmasıdır.
İcmaya Aykırı Olmayan Telfik
Mezhepler icmaına aykırı olmayan
telfikin gerçek anlamda telfikle sadece lafız cihetiyle birlikteliği
vardır. Bu yüzden caiz olduğunu söylemede bir beis yoktur. 20 Çünkü
haram olan teflikten muhteva itibariyle farklıdır. Daha iyi
anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verebiliriz: Maliki mezhebine
göre, bir abdestin sahih olabilmesi için, yıkanan uzuvları ovalamak
şartken, Şafiye göre değildir. Buna karşılık Şafi’ye göre, cinsel
istek olmasa bile, bir kadına dokunmak abdesti bozarken Malik’e göre
bozmamaktadır.
Şu halde bir kişi, bu iki mezhebin
birbirine zıt hükümlerini telfik ederek aynı meselede her iki
müçtehidi taklit etse, böyle bir abdestle namaz kılsa, her iki
mezhebe göre de abdesti geçerli olmadığından, namazı bâtıl olur.
Fakat bu namaz, Hanefi mezhebine göre caizdir. Çünkü; Ebû Hanife’ye
göre abdest alırken yıkanması gereken uzuvları ovalamak şart
olmadığı gibi, kadına dokunmak da abdesti bozmaz. 21 O halde,
yapılan telfik mezhepler icmaına aykırı değildir. Çünkü; iki mezhebe
göre sahih olmayan abdest, üçüncü bir mezhebe göre sahihtir.
Konuya ilişkin olarak İbnu’l-Humam
şunları söylemektedir:
“Mukallit, dilediği bir müçtehidi taklit edebilir. Kendisi için en
kolay hükümleri seçmesinde onun adına hiçbir sakınca yoktur. Bu
davranışını İslam da yermez. Hz.Peygamber (s.a.v.) de ümmeti için
hükümleri kolaylaştıranları sevdiğini bildirmektedir. O’nun (s.a.v.)
bu ifadesinden, icmaya aykırı olmayan telfikin caiz olduğu hükmü
çıkar.” 22
Doğru Anlayış
İbnu’l-Humam’ın da aralarında yer
aldığı fakihlerin “İcmaya aykırı olmayan telfik” başlığı altında
verdikleri örnekler gerçekte üçüncü bir müçtehidin görüşü olduğundan
mukallidin müçtehidi taklidi şeklinde değerlendirilmektedirler. Yani
burada gerçek anlamda bir telfik yoktur. Fakat Allame İbn Abidin’in
haram olan telfike verdiği abdest (vücudundan kan akan sonra da
kadına dokunan abdestli birisinin bu halde söz konusu abdestle namaz
kılması gibi, bir hadisede Şafii ve Hanefi mezheplerinin abdesti
bozmayan hallerinin birleştirilmesi yolu ile yapılan telfik… )
örneğindeki hükmü23, bir bütün halinde söyleyen üçüncü bir müçtehit
olmadığından bu noktada telfik yapan mukallit bir anlamda içtihat
yapmış olur. Liyakati olmadığından da içtihadı muteber olmaz.
Telfiki mutlak anlamda haram kabul eden
fakihlerin misalleriyle İbnu’l-Humam’la aynı yerde duran alimlerin
“İcmaya aykırı olan telfik” başlığı altında serdettikleri örnekler
aynıdır. Bu da göstermektedir ki; telfikin haram oluşunda icma
vardır. Hadiseyi farklı mütalalarla nakletmek Reşid Rıza’yı haklı
çıkarmaya yetmemektedir.
Reşid Rıza ve Haskefi
“ed-Dürrü’l-Muhtar” müellifi Haskefi’yi
fikhi hiçbir malumata sahip olmamakla itham eden Reşid Rıza Onun
telfikin haram olduğuna dair yaptığı naklin de yanlış olduğunu iddia
eder. İddiasına delil olarak da İbnu’l-Humam’ın telfike cevaz
verdiğini söyler.24 Hakikatte ise yanlış olan Reşid Rıza’nın
malumatıdır. Çünkü bir önceki fasılda İbnu’l-Humam’ın da diğer
fakihler gibi telfiki haram kabul ettiğini ona ait ifadelerle
vermiştik.
Reşid Rıza eserinin dokuzuncu
oturumunun sonlarında hayalinde ürettiği mukallite mezhep imamlarını
taklit etmenin zararlarını anlatır.25
Reşid Rıza’nın iddialarının aksine
müçtehit imamları taklit etmek Müslümanlara zarar değil önemli
faydalar sağlamıştır. Fukaha, siyasi ve sosyo-kültürel anlamda İslam
toplumu için koruyucu önlem olarak gördüğü taklidi, ön plana
çıkarıp, içtihadı ikinci plana çekerek, fıkhın derinlik kazanmasına
ve daha sistematik bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmuştur. Dört
asırlık fıkıh külliyatı dışa karşı etkin bir hale gelmiştir.
Taklidin kurumsallaşmasıyla içe kapanan ve doğal olarak mevcut
içtihat Fukaha, siyasi ve sosyo-kültürel anlamda İslam toplumu için
koruyucu önlem olarak gördüğü taklidi, ön plana çıkarıp, içtihadı
ikinci plana çekerek, fıkhın derinlik kazanmasına ve daha sistematik
bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmuştur. Dört asırlık fıkıh
külliyatı dışa karşı etkin bir hale gelmiştir.
Taklidin kurumsallaşmasıyla içe
kapanan ve doğal olarak mevcut içtihatlarla yetinme stratejisi
izleyen İslam toplumu bu tutumuyla, sapık bir din anlayışına sahip
olan Fatimi ideolojisine karşı da tavır almıştır. larla yetinme
stratejisi izleyen İslam toplumu bu tutumuyla, sapık bir din
anlayışına sahip olan Fatimi ideolojisine karşı da tavır almıştır.26
Sünnet ve Cemaat alimlerinin teşvikiyle müçtehit imamları taklîde
yönelen halk, içtihat adı altında Fatimiler/Batıniler tarafından
kendilerine sunulan teklifleri reddetti. Sünni alimlerin halkla
oluşturduğu uzlaşı karşısında uzun süre dayanamayan Fatimi idaresi,
zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi ve Fatimilerin ortaya çıkışıyla
yaygınlık kazanan taklit, zamanla hem Fatimilerin çöküşüne hem de
İslam mede-niyetinin tabii kodlarının korunmasına yardımcı oldu.27
Müçtehit imamlar devrini müteakip gelen
Sünnet ve Cemaat alimleri dört asırlık fıkhi birikimi tedvin/tasnif
ettiler. Usta bir nakkaş gibi fıkhı yeniden işlediler. Eğer önceki
devirlerden aktarılan fıkhi birikim üzerine; ta’lil, tercih ve
tahriç nevinden çalışmalar yapmamış olsalardı, günümüzde fıkıh büyük
olasılıkla usul ve kaideleri tesbit edilmeyen bir hükümler
koleksiyonu olarak var olacaktı.
Müçtehit imamları taklit etmek siyasi
ve ilmi alanda olduğu gibi adli sahada da önemli faydalar sağladı.
İçtihadi hükümlerin illetlerinin tesbit edilmesiyle hüküm-illet
bütünlüğü oluştu. Böylelikle, farklı görüşler arasından en doğru
olanı tercih etmek kolaylaştı. Dört mezhepten her hangi birine
aidiyeti olan fakihlerin kadı olarak tayin edilmesi hem yargıyı
izafilikten tecrit etti hem de her bölge halkının hak ve ödevlerini
önceden öğrenmesine imkan sağladı. Bu da, toplumun daha bilinçli
hareket etmesine neden oldu.28
Bütün bunlar göstermektedir ki, yazarın
iddialarının hakikat payı yoktur. Mezhepleri taklit etmek İslam
medeniyetinin terakkisine, ümmetin bilinçlenmesine katkıda
bulunmuştur.
Müslümanlar için telfikin faydalı, taklidin ise zararlı olduğunu
iddia eden Reşid Rıza: “Bir milletin ahirinde gelenlerinin
öncekilerden daha ileri olması ilahi kanunun gereğidir.” diyerek
sonrakilerin önce yaşayan alimleri taklit etmemesine kendince akli
gerekçe getirir. Hz Rasulullah (s.a.v.) ise nesiller arasındaki
üstünlük derecesini tayin ederken -yazarın iddiasının aksine-
üstünlüğün maziye doğru gidildikçe irtifa kazandığını, kendi
devrinin ise ulaşılması mümkün en üst sınır olduğunu bildirir:
”Bütün zamanların en hayırlı nesli
Ashabımdır. Sonra onları takip edenler…”29
Ezcümle, meşhur ve muteber müçtehit imamların içtihatlarını telfik
zarfı içerisinde yeniden terkip edip, hevalarına göre bir yaşayış
icat etmek isteyenlerin anlayış ve usulleri gayri meşrudur. Son
sözleri madem sultanlar söyler. Son iki asrın fakihlerinin sultanı (İbn
Abidin) diyor ki; Telfik haramdır.
* Muhammed Emin İbn Abidin
1- Kur’an, Kehf((18): 103-104.
2- Ebu’l-Fadl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1990, X, 330-331.
3- Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad
ve’t-Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995,
s.261; Muhammed Ahmed Ferec Senhuri, et-Telfik beyne Ahkâmi’l-Mezâhib,
Mısır, ty, s.68.
4- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl
ile’l-Usûl, (el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 266;
Muhammed Saîd el-Bâni, Umdetu’t-Tahkîk fî’t-Taklîd, Dimeşk, 1341,
s.91; Muhammed Seyyid Bey, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty,
s.312.
5- Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998,
II, 1170.
6- Hafnâvî, a.g.e., s.270 vd..
7- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.281.
8- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.282.
9- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.283.
10- Muhammed Emin İbn Abidin, Haşiyetu Reddi’l-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar,
Daru’l-Fikr, Beyrut, 1979, I, 75.
11- Muhammed Reşid Riza, Gerçek İslam’da Birlik, (ter. Hayreddin
Karaman), İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 335.
12 Bkz. Muhammed Abdulhayy el-Leknevi, Terabu’l-Emasil bi Teracimi’l-Efadil,
Beyrut, 1998, s. 565.
13- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
14- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke,
ty, s. 78.
15- Ebu Hanife, talebelerinin fıkhi melekelerini canlı tutabilmek
için böyle bir usul benimsemiştir.
16- Seyyid Bey, a.g.e., s.314.
17- İbni Abidin, a.g.e., I, 69; el-Bâni, a.g.e., s.106.
18- Zuhaylî, a.g.e., II, 1172.
19- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
20- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
21- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
22- İbn Emiri’l-Hac, et-Takrir ve’t-Tahbir ala Tahrir-i İbni’l-Humam
,Bulak, 1317, III, 350 vd; Zuhaylî, a.g.e., II, 1175.
23- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
24- Reşid Riza, a.g.e., s. 338.
25- Reşid Riza, a.g.e., s. 344.
26- İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI,
371; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarhi, Çağ Yayınları,
İstanbul, 1998, V, 204-.205.
27- Bkz İbn Kesir, a.g.e., XI, 371; Komisyon, Büyük İslam Tarhi, V,
204-205; Muhammed Ali Sayis, Tarihu’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye,
Beyrut, ty, s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, Mukaddime,
s.152; Hafnâvî, a.g.e., s.222.
28- Hafnâvî, a.g.e., s.223. Ayrıntılı bilgi için bkz. Subhi
Mahmesani, İslam Hukukunun Tedvini, (ter. İbrahim Kafi Dönmez),
MÜİFD, sayı 3, yıl 1, 1985, s.313-328.
29- Ebû’l-Hüseyn b. el-Haccac el-Kuşeyri Müslim, Sahih-u Müslim, (tah.
M. Fuad Abdulbâki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., 44/Fedâilu’s-Sahabe,
52 (IV, 1962-1965, H. no: 2532,33,34,35,36); Ebû Abdillah Muhammed
b. Yezid el-Kazvîni İbn Mace, Sünen, 13/Ahkâm, 26 ( II, 791, H. no:
2362,2363); Tirmizî, 34/Fiten, 45 ( IV, 94, H. No: 2228,2229).
Kaynak:
www.inkisaf.net
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|