nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FECR SURESİ
Haz: Mücahid PİŞKİN iklimayedi@patikalar.net | |
Mekki bir suredir, 30 ayettir. Genel olarak üç ana konudan bahseder; Yüce Allah’ın, dünya hayatında kulları hayır, şer, zenginlik ve fakirlik ile imtihan etmesi hususundaki ilahi kanununun açıklanması, Ad, Semud, ve Firavun kavimleri gibi, peygamberleri yalanlayan bazı milletlerin helaklarına sebeplerin açıklanması, ve kıyamet sahnesi ile beraber, Hakka teslim olanlarla, olmayanlara ait sahnelerin canlandırılması. Beşer kalbine iman, takva, uyanıklık ve düşünce seslenişi getiren bir misyonu vardır. Bir takım şeylere yeminle başlayan sure, klasik Mekke tarzıdır.
And olsun fecre
Bir başka şekliyle, “şafağı düşün” olarak da çevrilebilir. Yeminlerin mahiyetini, nedenini, daha önceki surelerde işlemiştik. Bu surede yemin edilen şeyler, dikkat çekilen olaylar alemdeki değişimleri gösteren, insanı karanlıktan aydınlığa, kederden sevince götüren ve bütün kainatı kapsayan bir hakimiyetin işaretini veren, Rabbi duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Fecir, bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı, sabahın ilk beyazıdır. “Şafak sökmesi, tanyeri ağarması” olarak da ifade edilir. Fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa geçmek üzere geçirdiği umutlu, mutluluk verici, değerli bir andır. Bu şekliyle insanın ruhi uyanışını, aydınlanmasını sembolize eder.
Ve on geceye
Buradaki on gecenin hangi on gece olduğu noktasında birçok rivayet vardır. Sayılı on’lar olarak zilhiccenin ilk onu, ramazanın son onu ve muharrem’in aşure gününe kadar ki ilk onu zikredilmektedir. Başka herhangi bir on olma ihtimaline rağmen, her halde, maksat, sonunda fecir gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban Bayramı olan Zilhiccenin on gecesi olması da, Kadir Gecesini kapsamakla beraber sonunda Ramazan bayramına gelmesi itibariyle Ramazanın son on gecesi olması da uygundur. Ya da çok özel olarak fecri, ruhi uyanışın sembolü olarak algıladığımızda, ‘on gece’nin hicretten önce 13. yılda, peygamberin (as) ilk vahiy aldığı ve insanlığın ruhi uyanışına vesile olmakla görevlendirildiği o ramazan ayının son on günü olarak anlaşılması mümkündür. Hangisi olursa olsun, yeminden çıkarılan temel anlam, dünyadaki değişimlerin üzerindeki Allah’ın hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşeyle, rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve, isyan ile geçirenlerin sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkat çekmektir.
Çifte ve teke
Çift ve tek, Araplarca bütün eşyayı kapsar, çünkü eşya kesinlikle ya çift ya da tektir. Böylelikle, zaman değişimlerinin her şeye yayıldığına dikkatler çekilerek, her şeyin sona ereceği (tıpkı fecirle beraber, gecenin sona ermesi gibi) hatırlatılmış olur. Başka bir çeviriyle “çok olana ve tek olana” şekliyle ifade edilebilir ayet. Yaratıcının tekliği ve benzersizliğine karşılık, yaratılanların çokluğunu ifade eder. “Çift sayı” kavramı, aynı türden birden fazla unsurun varlığına işaret eder. Başka bir deyişle, karşıtı veya karşıtları olan ve bu nedenle başka şeylerle belirli bir ilişki içerisinde bulunan her şeyi kapsar. Buna karşılık, “vetr” terimi, tek veya bir olan şeyi kapsar, ve bu nedenle Allah’a verilen adlardan biri olarak kabul edilir. Çünkü ‘hiçbir şey O’na denk tutulamaz” (112:4)
Ve giderken (kendi yolunda akıp giden) geceye
Geceden maksat, karanlık olabileceğinden, karanlığın yok olduğu, olmaya yüz tuttuğu an’a (fecir vaktine) işaret olduğu gibi, maksat gam ve elemle ilgili olabileceğinden, bu gam ve elemin (tebliğ sürecinin sure indiği zamanki aşamasına dikkat ediniz!) geçmek üzere bulunduğu ana işaret vardır. Ayrıca, insanın Allah’ın bilincine varması ile birlikte, “kendi yolunda akıp gitmeye”, -yani uzaklaşıp ortadan kalkmaya- mahkum olan ruhsal karanlığın teşkil ettiği geceye de ima vardır.
Bunda, bu yeminlerde ‘aklı kendisini kötülükten alıkoyacak bir aklı sahibi’ için büyük bir yemin (sağlam bir kanıt) var, değil mi?
Ayette “hicr” kelimesi geçmektedir, ‘men etmek, alı koymak’ demektir. Men etme, alı koyma özelliklerinden dolayı, burada kastedilenin ‘akıl’ olduğu söylenmiştir. Zira sahibini kötülükten men etmesi itibariyle akla ‘nuha’ denildiği gibi, münasebetsizlikten alıkoyması itibariyle de ‘hicr’ denir. Dolayısıyla, ‘zi hicr’, tam akıl sahibi demek olur. İşte sıralanan yeminlerde, hatırlatılan şeylerde tam akıl sahipleri için Allah’ın varlığının ve birliğinin ikna edici, çok sağlam delilleri ve kanıtların vardır. Ancak tam bir akıl sahibi, bizatihi bu olayların kendilerinde değil, bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden bir Rabb’in var olduğu neticesini çıkararak, en büyük yemin bunların yaratıcısına yeminde bulunur.
Görmez misin, (bilmez misin) Rabb’in neler yaptı Ad’a? Çok sütunlu İrem’le, ki bütün o topraklarda bir benzeri inşa edilmemişti? Ve vadide kayaları oymuş olan Semud’a? Ve o kazıklar sahibi Firavun’a?
Kuran’ın belli başlı metotlarından bir tanesi de, muhataplarına (kendilerinin de duymuş olduğu) geçmiş kavimlerin hikayelerini, konuyla alakalı oldukları taraflarıyla anlatarak,gerçeği göstermeye çalışmaktır. Rivayetlere göre, o dönem toplumunun bahsi geçen kavimler hakkında az ya da çok bilgileri vardı. Ad’ın, İrem’in, Semud’un tam olarak nerede ve ne olduklarına dair (şehir mi, ülke mi, topluluk mu?) bir çok rivayet ve tartışma vardır. Ama ayetin anlaşılması, mesajın alınması açısından bunun o kadar önemi yoktur. Kuran tarihsel detaylardan,zaman,mekan ve şahıstan ziyade karakter, neden ve sonuçlar üzerinde durarak,dikkatleri dağıtmadan meselenin özüyle ilgilenmiştir. O zamanki muhatapların (ve tabi bizlerin de) haşyetle andığı, takdir ettiği ve güçlü gördüğü kavimlerin akıbetini haber verip hemen nedenlerini sıralamıştır. Hz. Hud’un da mensup olduğu Ad kavmi, Ahkaf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış ve büyük nüfuz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Bu kavim, İslam’ın zuhurundan asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmişti, ama hatırası ve izleri Arap geleneğinde her zaman canlı kalmıştı. İrem’in, Semud’un kalıntıları Mekke’lilerin ticaret kervanı yolu üzerindeydi. 9. Ayetteki “vadi” Medine’nin kuzeyinde, Arabistan’dan Suriye’ye giden eski kervan yolu üzerinde bulunan vadi’l kurra’dır. İrem, bir çok rivayetin yanı sıra, bu gün Ahkaf çölünün kumları ile örtülmüş bulunan Ad kavminin efsanevi baş kentinin ismi olarak bilinmektedir. ‘Kazıklar sahibi’ olmak, klasik Arapça’da eski bir bedevi terimidir. Deyimsel olarak ‘güçlü bir otorite’ yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir güç’ten mecaz olarak kullanılmaktaydı. Bir bedevi çadırını ayakta tutan kazıkların sayısı, çadırın boyutuna, genişliğine bağlıydı. Bu boyut da, her zaman çadır sahibinin statüsüne ve gücüne göre değişmekteydi. Böylece, güçlü bir kabile reisi için çoğu zaman “sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi” tanımlaması yapılırdı.
Onlar ki, o beldelerde taşkınlık etmişlerdi de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Rabb’in de üzerlerine bir azap kamçısı geçirdi. Kuşkusuz Rabb’in her an gözetleyip durmaktadır.
Güçlerinden o kadar dem vurulduktan sonra kaçınılmaz akıbetlerinin nedeni açıklanmaktadır bu ayetlerde. Tuğyan (bkz. Kavramlar) etmişlerdi, hak ve adalet sınırlarını aşmışlar, büyük bir yozlaşmaya ve çürümeye neden olmuşlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle Rabb’i unutmuş, fesat çıkarmış, düzeni (ilahi dengeyi), ahlakı ve fikri yozlaştırmışlardır. Her şeyi gören, her şeyi bilen ve her şeyi kontrol eden Allah, hiçbir şeyin kendisinden, ilminden, görmesinden kaçamadığı Allah, her şeye, göğüslerde gizli olana bile şahit olan Allah, azabını gönderdi üzerlerine, sonsuz gücüyle helak etti, cezalandırdı. Onun için yeryüzünde fitne çıkaranlar, tağutluk taslayanlar, fesat yapıp bozgunculuk eğleyenler, azgınlık, taşkınlık yapanlar Allah’ın azabından kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar.
İnsana gelince (fakat o insan), ne zaman Rabb’in onu cömertliğiyle, ve hoşnut olacağı bir hayat bağışlamakla imtihan etse, Rabb’im bana ikram etti, der. Ve ama, her ne zaman geçim vasıtalarını daraltarak onu imtihan ederse, Rabb’im beni küçük düşürdü, der.
“Fe emma...” edatı ile başlayan 125. Ayet, 5. Ayetteki “hakikatin sağlam kanıtı”na atıf ile açıkça bağlantılıdır. İnsanın yalnız bu dünya ile ve ona en yakın/somut faydalar vaat eden şeyler ile ilgili olup kural olarak öteki dünyayı düşünmediğine işaret vardır. İnsana bu dünyada yapılan iyilik, cömertlik, verilen nimet ve bolluk mutlak ikram ve nimetlendirme olmamasına rağmen, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı bir ikram olmasına rağmen, insan, bu ikram olunmanın imtihan iç,in olduğunu, hesap ve sorumluluğu beraberinde getirdiğini düşünmez de, şartsız, mutlak suretle ya da hak ettiği için ikramda bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir. Bu yüzden büyük felaketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez, sonuç olarak sorumluluğu hesaba katmadan zevk, eğlence, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana uğrar. Tıpkı, nimetini kısmakla, sabrını ölçmekle imtihan edildiğinde olduğu gibi. Bu durumda da, rızkın darlığının hesapta hafifliğini, ahirette ecir ve sevabın büyüklüğünü ve dolayısıyla aslında bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez, düşüncesizlik ve sabırsızlık gösterir de “Rabb’in beni horladı” der, bunu ilahi adaletsizlik olarak görür de Allah’ı inkara kadar sürüklenir. Rızk’ına az da olsa şükretmesini bilmez, gücenir, kızar.
Hayır, hayır, siz yetime karşı cömert değilsiniz. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz, (başkalarının) mirasını açgözlülükle yiyip bitiriyorsunuz ve sınırsız bir sevgiyle malı-mülkü seviyorsunuz.
Ey insanlar, Rabb’inizden o kadar bol ikram beklerken, siz bütün yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı bir düşünün bakalım. O’ndan daha fazla ikram beklerken, ikram edilenlerden yetimlere, muhtaçlara ikram etmiyorsunuz, yardımlaşmaya, karın doyurmaya, başkalarına da vermeye yanaşmıyor, buna karşı bir istek duymuyor ve birbirinizi bu konuda teşvik etmiyorsunuz. Bu hususta yarışmanız gerekirken, aksine bundan kaçıyor ve hatta başkalarının (zayıfların) mirasına el koyuyor, yiyorsunuz. Hem de büyük bir oburluk ve düşüncesizlik ve aç gözlülükle. Buradaki LEMM kelimesi, iyisine, kötüsüne bakmadan toplamak, yığmak manasınadır. Helaline, haramına bakmadan, hak hukuk gözetmeden, hırs ve iştahla yemektir. Sınırsız bir sevgiyle o kadar çok seviyorsunuz ki malı, ne hesap vereceğiniz geliyor aklınıza, ne de Rabb’iniz.
Hayır, hayır (peki), arz çarpılıp yıkıldığında ve Rabb’in (in haşmeti) ortaya çıktığında, ve melekler saf saf olduklarında ( ne yapacaksınız?). işte o gün cehennem getirilip konacak; o gün insan hatırlar (anlar), ama bu hatırlamanın ne faydası olacak ona? O “ah, keşke hayatım için önceden bir hazırlık yapsaydım” der.
Malınıza, makamınıza o kadar değer veriyor, onları muhafaza etmek için kendinizden geçiyorsunuz, değerlerinizden, dininizden, şahsiyetinizden, prensiplerinizden vazgeçiyorsunuz, ama, o gün ne yapacaksınız bakalım? Geleceğini sanmadığınız, ya da unuttuğunuz, unutmak istediğiniz, bilmezden geldiğiniz o gün gelince, kıyamet günü, hesap günü ne yapacaksınız? Ne o, o kadar sevdiğiniz, yığdığınız maldan, ne de yükseldiğiniz makamdan size fayda vardır. Ancak, Rabb’inin haşmeti, haşyeti, azabı, meleklerin laneti ve cehennem vardır, ve de geç kalmış bir anlama, hakikati anlama ve hatırlama, neticesinde pişmanlık. “Keşke bu hayatım, için hazırlık yapsaydım”, ama çok geç.
Kısacası, o gün, Allah’ın ettiği azabı kimse edemez, ve hiç kimse onun gibi bağlarla bağlayamaz.
Burada, kıyametteki azabın büyüklüğü vurgulanmaktadır. Razi, buradaki bağları şöyle anladığını söyler: “ Ağır prangalar, ruhun önceki maddi ilgilerine ve bedeni zevklerine mahkumiyetinin devam etmesinin bir sembolüdür. Bunların gerçekleşmesinin imkansız olduğu o gün, bu prangalar ve zincirle (yeniden dirilen) insan nefsini yücelik ve safiyet katına çıkmaktan alı koyar. Ardında bu ruhi prangalar ‘ateşlere’ sebep olur, çünkü kişinin karşı konulmaz bir beden zevkine ihtiyaç duyması ve buna ulaşmanın imkansızlığı bir araya gelince şiddetli bir yanma, acı çekme durumu söz konusu olur.” Ayrıca bu bağların, kişiyi layık olduğu azaba bağlayan, o azaptan kaçmasını imkansızlaştırıcı bağlar olarak anlaşılması da mümkündür.
Ey huzura ermiş (mutmain) nefis! Dön Rabb’ine, hem razı olmuş, hem de razı olunmuş olarak. Gir öyleyse benim kullarımın içine, gir cennetime.
Nankör insanın kıyametteki sahnesinden sonra, teslim olanın sahnesi canlandırılıyor bu ayetlerde. Ey dürüst, erdemli kulum, kalp huzurunu, iman ve ihlas ile Rabb’ine hayır takdim etmede bulmuş olan, huzura ermiş insan, insan nefsi. Hak etmiş, mükafatlandırılmış, razı olmuş ve olunmuş olarak cennetime gir. Burada, Allah (c.c)’ın, mutmain kullarını razı olma makamına, kendinden razı olma makamına çıkardığına dikkat edersek, olmuş insanla olmamış insanın farkını, gerçekten insan olabilmişle, esfel-i safiline inmiş olanın farkını daha iyi anlarız. Allah bizim nefsimizi de mutmain mertebesine eriştirir inşallah.
KAYNAKLAR · Kuran Mesajı, M. Esed, c.3 · Hak Dini Kuran Dili, Elmalılı M. Hamdi Yazır, c.9 · Fi Zilali’l Kuran, Seyyid Kutup, c.16 · Safvetü’t Tefasir, M. Ali Sabuni, c.7 · Kuran Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, c.8
http://www.patikalar.net/tefsir10.htm
|