Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vahye karşı aklı ve bilimi ileri sürmek, bunları dinin yerine
koymak, dine bir efsane olarak bakmak yeni değildir; mesela
pozitivizmin, rasyonalizmin yaklaşımları böyledir ve bu yaklaşımın
tarihi de yüzyılları aşmaktadır. İşte bu "temcit pilavı" (geçmişten
artan, kalan, yeni olmayan mânasında) şimdilerde ısıtılıp ısıtılıp
sofraya konuyor; sofraya koyanlar da sıradan insanlar değil; YÖK
başkanı, bazı komutanlar, devlet başkanı gibi önemli şahıslar. Bunlar
içinden YÖK başkanı gibi sınır tanımazlar açıkça "vahyi değil, aklı ve
bilimi kılavuz edindiklerini, vahyi de kılavuz edinenlerle
uzlaşmayacaklarını" söylüyorlar, diğerleri ise vahyi ağızlarına almadan
aklın ve bilimin kılavuzluğundan, hayatta (devlet başkanı hayat demez,
yaşam der) tek mürşidin (yol göstericinin) akıl ve bilim olduğundan söz
ediyorlar. Kur'an-ı Kerim'in ikinci suresinin hemen başında, "Kur'an'da
hiçbir şüphe bulunmadığı ve onun, Allah rızasına uygun bir hayat
sürdürmek isteyenler için rehber (mürşid, kılavuz, yol gösterici)
olduğu ifade buyuruluyor. Buna göre aklı tek yol gösterici olarak
sunanlar Kur'an'ın yol göstericilğini kabul etmiyorlar demektir. Yalnızca
Akıl ve bilimi mürşid kabul ederek vahyi reddedenlerle kendi ön
kabulleri çerçevesinde bir tartışma yapılsa acaba sonuç alınabilir mi?
Denemeye değer. Önce vahyi bir yol gösterici olarak reddetmeyi ele
alalım; bu hüküm akıl ve ilmin zorunlu sonucu ve kesin hükmü müdür?
Eğer böyleyse aklın yanında vahyi de mürşid olarak kabul eden milyarlar
-ki bunların içinde bazı filozoflar, büyük ödüller almış bilim adamları
da vardır- akılsız mı oluyorlar, yanlış yola mı sapmış bulunuyorlar?
Hukuk, tıp ve mantık bunların akılsız olduklarını kabul etmediğine göre
şu zorunlu sonuç ortaya çıkmıyor mu: "İnsanın her alanda doğruyu
bulması için tek başına akıl yeterli değildir"; çünkü milyarlarca insan
aklını kullanarak vahye inanmışlar ve onu da hayatlarında kılavuz
bilmişler, yine milyaraca insan akıllarını kullanarak vahyi
reddetmişlerdir. Bu iki gurubun isabetlisini tayin etmek için akıldan
başka ölçütlere ihtiyaç bulunduğu mantık gereğidir. Bilimin alanı
(matematik bilimleri ile gözlem ve deneye dayanan, kesin hüküm ve
kanunların peşinde koşan bilimi kastediyorum; birçok konusu ve hükmü
tartışmalı olan, ferdi ve toplumu konu alan insan bilimlerini
kastetmiyorum), insanın bilmek, karar vermek, eyleme geçmek istediği
şeyler karşısında son derecede dar olduğuna göre insanlar, bilimin
cevap veremediği konularda "hükümsüz, kararsız, rehbersiz" kalabilirler
mi? Kalmadıklarına ve bu konularda da kanaatleri, hükümleri, kararları,
bunlara dayalı eylemleri olduğuna göre bilimden başka yol göstericileri
bulunduğu ortaya çıkmıyor mu? Bunun akıl olduğunu söyleyecek olurlarsa,
hemen her konuda farklı görüşler, kabuller, inanç ve kanaatler
bulunduğuna göre aklın kılavuzluğunun tartışılması gerekmez mi? Gelelim İslam'ın akıl ve bilimle ilişkisine. Vahyi
redderek akıl ve bilime sarılalım diyenler Türkiye'de konuştuklarına
göre İslam vahyini kastediyor olmalılar. Bu baylar ve bayanlar hangi
vahyin (âyetin veya sahih hadisin) aklı ve bilimi reddettiğini, akıl ve
bilim ile çeliştiğini de açıklamaları gerekmez mi? Biz kesin olarak
biliyor ve söylüyoruz ki, İslam vahyi inancın akla dayandırılmasını
istiyor; yani Allah, vahyinde (Kitabında) öyle dediği için değil, aklın
da aynı sonuca ulaştığı için inanılmasını istiyor. İslam inancında akıl
ile çelişen hiçbir alan yoktur. Tabii hemen ilave etmek gerekir ki,
akıl ile çelişmek başkadır; bir konunun, aklın bilme alanına girmesi
başkadır. Mesela insanın, ölümden sonra da devam edecek olan bir
ruhunun bulunduğuna inanmak akıl ile çelişmez, aklın kesin hükümlerine
aykırı değildir, ama akıl, yapısı gereği bunu tek başına bilemez, idrak
edemez. Bir mümin ruha inandığı zaman aklı ile ters düşmez, onun
yeterli olamadığı bir alanda başka bir kaynaktan bilgi edinmiş ve buna
inanmış olur. İslam dininin insanlara sunduğu, teklif ettiği
konuları iman, ibadet, ahlak ve dünya hayatını bu üç esasa uygun,
onlarla ahenkli bir şekilde sürdürebilmek için gerekli görülen hayat
kuralları ve tavsiyeler olarak dört alanda görmek mümkündür. İslam bu
alanların hiçbirinde aklı (bu bilimi de demektir) dışlamamış, aklın
kesin hükmüne aykırı bir yol tutmamıştır. Hemen işaret etmem gerekir
ki, burada akıl derken, bütün akıl sahiplerinin üzerinde birleştikleri
"aklın kesin hükümlerini ve ilkelerini" kastediyorum. İslam, aklın
özdeşlik, çelişmezlik gibi bu ilkelerine aykırı hiçbir bilgi, inanç ve
teklif getirmemiştir. İnsan aklın mümkün gördüğü alanda kalmak şartıyla
teklif ve formüllerin farklı olması tabîîdir. İslam inancını
anlatan kitaplarda bilginin kaynağı "havâss-i selîme, haber-i sâdık ve
akıl" olarak belirlenmiştir; yani sağlam duyu organları, sahih vahiy
bilgisi ve akıl. Yine İslam düşüncesinde kural haline gelmiş olan bir
ifade vardır: "Sahih (kaynağına;yani Allah'a ve peygambere ait olduğu
kesin bulunan) vahiy ile apaçık ve kesin akıl hükümleri arasında
çelişme olmaz. Eğer böyle bir görüntü varsa önce araştırma yapılır;
nakil (vahiy ile gelen bilgi) sahih, aklın bilgi ve hükmü de açık ve
kesin ise vahiy (âyet ve hadis) tevil edilir; yani yorumlanır, ilâhî
maksadın ilk bakışta ve sözün sözlük manasından anlaşılan olmadığına,
ortada mecazi, temsili bir anlatımın bulnduğuna hükmedilir. İbadetler
akıl ve bilimin alanına girmez; bunlar mümkinler (öyle de böyle de
olur) alanına girer, akla ve bilime aykırı olmaz, ama akıl ve bilim, öz
ve şekil olarak ibadet hakkında "doğru, yanlış; iyi, kötü" diye hükümde
bulunamaz. Allah kendine nasıl ibadet edilmesi gerektiğini yalnızca
kendisi bilir, bunu vahiy ile bildirir, inananlar da bildirileni
yaparak kulluğu gerçekleştirirler. Ahlak doğru ile değil, iyi ve
kötü ile ilgili olan alandır; burada da bilim değil, din ve felsefe söz
söyler; farklı ahlak anlayışlarının akla ve bilime aykırı olduğunu
söylemek çok tartışma götürür. Ferdi ve toplumu ile insanların
dünya hayatında, birbirleriyle ve tabiatla ilşkilerinde nasıl bir yol
izlemeleri gerektiği konusundaki vahiy açıklamaları, vahyin
(dolayısıyla dinin) bütünü içinde faydalı ve zararlı olma esaslarına
dayanır. Başka bir inancın, kültürün, sistemin faydalı bulduğunu İslam
zararlı, zararlı bulduğunu da faydalı bulabilir; buna "akla ve bilime
aykırı" damgası vurulamaz; çünkü bu alanda aklın ve bilimin kesin
hükümleri olamaz; din, kültür, medeniyet, ihtiyaç... farklarına dayalı
farklı ve tartışılabilir hükümleri olur. İslam başka dinlerde
bulunmayan ölçüde ictihada yer vermiştir. İctihad, vahyi anlama,
yorumlama, açıklanmamış konuları açıklananlara kıyas ederek sonuca
varma ve neyin, nerede, ne zaman faydalı veya zararlı olduğunu objektif
ölçütlere, dinin genel amaçlarına göre belirleme, buna göre vahyin
amaca uygun olarak uygulanmasını bir manada akıl ile kontrol etme
şeklinde yürütülür. Şu halde ictihad, akıl ile vahyin birlikte devrede
oldukları bir beşeri faaliyettir. Bilgi eksikliği veya inanç farkı
yüzünden akıl ile vahyi kaşı karşıya getiren ve birini dışlayarak
yoluna devam etmek isteyenlere, gelecek yazıda, tek yol gösterici
olarak teklif ettikleri akıl ve bilimin bu işe ne kadar yarayabileceği,
yüzyılın son çeğreğinde akıl ve bilimin mahiyet ve sınırları
konusundaki görüş ve değerlendirmelerin nasıl değiştiği hususunda, bazı
çağdaş bilim adamlarının düşünce ve ifadelerini nakledeğim.
hayrettin karaman
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aklın ve Bilimin Yol Göstericiliği Aklın ve bilimin
insanlara yol gösterici olarak yeterliğini ve vahye (dolayısıyla dine)
ihtiyaç bulunmadığını veya dinin dünya hayatında yol gösterici bir
işinin olmaması gerektiğini iddia edenlere karşı Batılı düşünce ve
bilim adamlarının, akıl ve bilimle ilgili değerlendirmelerinden
alıntılar yapacağım (alıntılardaki dil bana değil, kitapları
çevirenlere aittir): "Bilhassa ruhsal hayatımızla pek derin bir
surette ilgisi olan birçok meseleler vardır ki, anlayabildiğimize göre
insan aklının kudreti şimdiki terkibinden başka bir terkip
kazanmadıkça, o akıl için bu meselelerin halli mümkün olmayacaktır.
Evrende bir plan birliği veya amaç var mıdır, yoksa atomların tesadüfen
birleşmelerinden mi ibarettir? Acaba şuur bilgeliğin (sagesse) sınırsız
bir gelişme ümidini veren bir sonsuz evren parçası mıdır yoksa sonunda
üzerinde hayatın mümkün olamayacağı bir gezegende geçici bir ilinek
(araz) midir? İyilik ve fenalık (hayır ve şer) evren için önemli midir,
yoksa yalnız insanlar için mi önemlidir? İşte felsefe tarafından böyle
sorular sorulmuş ve başka başka filozoflar tarafından başka başka
cevaplar verilmiştir. Fakat başka suretlerle de cevaplar vermek mümkün
olsun olmasın şimdiye kadar fesefe tarafından verilen cevapların
hiçbiri, ispatı kabil olacak surette doğru gibi gözükmüyor" (B. Russel,
Felsefe Meseleleri, çev. A. Adıvar, İst. 1963, s. 213). "...Gözlemlerin
toplam soncu olan bilim hiçbir şekilde evrenin açıklaması değildir;
sadece Valery'nin deyimiyle 'Başarı sağlamış bir yöntemler bütününden
ibarettir'. Bu yöntemler hiç başarı da sağlamayabilirdi. Eğer şu anda
elimden şu kitabı bırakırsam ve yere düşecek yerde tavana doğru
yükselirse çok şaşardım, ama bu bilimi altüst etmezdi. Olsa olsa bu
fenomeni de içine alan daha karışık bir yasa aramaya koyulurdum" (A.
Maurois, Yaşama Sanatı, İst. 1968, s. 20, 22, 23). "Mesela
onyedinic ve onsekizinci asırlar Kopernik ve Newton'a ait kainat
telakkilerinin zaferine şahit olmuştur. Bu iki görüş de, hem dünyanın
düz olup güneş ve diğer gök cisimlerinin semanın damında dolaştıklarına
dair basit halk telakkisine, hem de Batlamyus'un dünyayı merkez ittihaz
eden daha derin, fakat yine de kifayetsiz 'ilmî' telakkisne karşı
çıkmıştır." "Tarihin seyri içinde ilim de pek çok yanlış
telakkiler yaratmıştır ve ilim adı taşıyan birçok görüşlerde, bilhassa
sosyal ilimlerde, avamî bilgiden gayet kuvvetli unsurlar vardır." "Aynı
şekilde bazı protestan mezheplerinde görüldüğü üzere iman yoluyla bir
insanın haklı çıkması veya teheyyücî, derûnî yaşayış yoluyla
cezalanması gibi inançlar da tarifleri icabı, amelî manada tahkik
edilemeyecek (bilimin inceleyemeyeceği) şeylerdir. Bir inanç sisteminin
tahkike elverişli olmayışı onun ehemmiyetsiz olduğunu göstermez. İnsanı
son derece ilgilendirmesi bakımından önemli olan pek çok meseleler
vardır ki, bunlar normal vasıtalarla hatta belki hiçbir şekilde tahkik
edilemez." (K. Boulding, Yirminci Asrın Manası, İst. 1969, s. 45, 47,
54, 69). "Demek ki insan Rönesanstan beri beş duyunun hudutları
içine hapsedilmiştir. Bugün inkar edilmesi imkansız birçok telepati
vak'alarını biliyoruz. Telepatinin ve mazi ile istikbali görme
kabiliyetinin mahiyeti, bugün de Aristo devrinde olduğu gibi mechuldür;
fakat biliyoruz ki bir fenomenin realitesini, sırf o fenomenin
müşahedesi güçtür ve izahı imkansızdır diye inkar edemeyiz." (Dr. A.
Carrel, İnsanlar Uyanın, İst. 1959, s. 165). "Özellikle fizikte,
zaman zaman çok güzel bir şekilde örneklendiğini gördüğümüz bir
"bilimsel yöntem" paradigması vardır (dediğim gibi, kendisi epeyce
belirsiz bir paradigma). Ancak fizikte bile paradigmaya uymayan ve
uymaması gereken büyük miktarda bilgi vardır. Kültürümüzde neyin bilim
olduğuna, neyin olmadığına dair gerçekten bir uyuşum olduğuna
inanmıyorum. Her üniversite katalogu "Toplumsal Bilimler" denen
konuların varlığını, Sosyoloji ve İktisadın bilim oduğunu ileri sürer.
Ancak bahse girerim ki, fizik bölümündeki herhangi birine Sosyolojinin
bir bilim olup olmadığını soracak olsaydık, cevabı "Hayır" olurdu
(Hillary Putnam)" "Uzun bir süre insanlar bilimin mutlak kesinlik
sağladığına inanmışlardır, ama şimdi biz bunun böyle olmadığını
biliyoruz (Ernest Gellner)" (Bryan Magee, Yeni Düşün Adamları, s.277,
348). "Allah'ın varlığının "bilimsel" kanıtları kavramı da, vahiy
kavramı ile çelişkili durumdadır. Salt bilimsel (bir matematik
teoreminin, ruhu sıkıcı biçimde ispatlandığı tarzda) bir akıl yürütme
ile Allah'ı "ispatlamak" mümkün olsaydı bu yolla Allah'a ulaşabilecek
ve Allah'ın bu bilimi, vahiyle ve peygamberlerinin getiridiği mesajla
aydınlatmasına ihtiyaç olmaksızın iyi ve kötüyü ayırabilecektik. Çok
belirgin şekilde batılı olan bu "bilim" anlayışı, vahiyle aydınlatılmış
olmaksızın tek başına bütün problemlerimize cevap vereceği yerde tam
tersine Batı'yı, bilim amacıyla bilime, teknik amacıyla tekniğe, yani
insanî ve ilâhî bir amacın yokluğuna ve ahlaki ve politik bir kaosa
götürdü." R. Garaudy, 20. Yüzyıl Biyografisi, s. 277). "... Bu
temel ilkelerden hareketle, Platon'un mutlakiyetçi akılcılık
majestelerinden Aristo'nun titiz kıyas hazretlerine, Descartes'in
teknokratik akılcılığından August Comte ve artçılarının etinden
ayrılmış pozitivizmine kadar, Batı'nın totaliter "rasyonalizmi",
gitgide artan bir şekilde insanın bir yerlerini sakatladı." (s.149). "Bizim
küçük ahlakımızın ve küçük akıllarımızın ötesinde mutlak değerler
vardır. Bireyin bunlara mutlak boyun eğmesi gerekir...( s.34). "Aydınlanmayı
ele alalım. Vazettiği şey neydi? Esas mesaj din karşıtı imiş gibi
geliyor bana: İnsanlar rasyonel yargılar verebilirlerdi ve hem
doğruluğa hem de iyiliğe dolaysız olarak, kendi çabalarıyla ulaşma
yeteneğine sahip idiler. Aydınlanma doğruluğun ya da iyiliğin
yargıçları sıfatıyla dini otoritelerin kesin bir şekilde reddedilmesini
temsil ediyordu. Ama onların yerine kimler ikame edilmişli? Filozoflar
demek gerek galiba...(İ. Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s.222
vd.) Wallerstein bu iddia ve çabalarında filozofların da başarılı
olamadıklarını, arkadan bilimcilerin iyilik problemini konunun dışına
atarak doğruluğun hakimliğine sahip çıktıklarını, fakat onların da
"tek, kesin, değişmez" doğruyu bulma iddialarında başarılı
olamadıklarını anlattıkan sonra son yirmi yıl içinde, eskimiş bilim
yöntemleri ve bilimciliğin yerini, doğa bilimlerinde karmaşıklık
çalışmaları"nın, beşeri bilimlerde de "kültürel çalışmaların" aldığını
ifade ediyor. Aklın ve bilimin bütün problemlerimizi çözmede
yeterli olmadıkları konusunda, düşünce ve bilim adamlarının sözlerini
aktarmaya, daha pek çok örnekle devam etmek mümkün olsa da
okuyucularımın Ramazan kafalarını daha fazla yormamak ve sıkmamak için
bu kadarla yetiniyorum.
hayrettin karaman
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
hünkar Newbie
Katılma Tarihi: 25 ocak 2008 Gönderilenler: 22
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"İbadetler akıl ve bilimin alanına girmez; bunlar mümkinler (öyle de böyle de olur) alanına girer, akla ve bilime aykırı olmaz, ama akıl ve bilim, öz ve şekil olarak ibadet hakkında "doğru, yanlış; iyi, kötü" diye hükümde bulunamaz. Allah kendine nasıl ibadet edilmesi gerektiğini yalnızca kendisi bilir, bunu vahiy ile bildirir, inananlar da bildirileni yaparak kulluğu gerçekleştirirler."
Akılsızca yapılan işlerin makuliyetini Allah'a dayandırmak; anlamlandırılamayan ibadetlerin devamını - statükoculuğu - tercih etmekten öteye gitmez...
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Gazali ye göre Akıl-vahiy ilişkisinde
insanlar üç farklı şeklinde düşünme eğilimi göstermişlerdir. Birinci
grup aklı dikkate almış nakli yok saymıştır. İkinci grup nakli alıp
aklı yok saymıştır. Üçüncü grup cem ve telfik ederek orta yolu
tutmuştur ki bu grupta üç kısma ayrılmaktadır. Nedir bunlar. Birincisi
nakli asıl aklı tabi sayanlar ikinci grup aklı asıl nakli tabi görenler
üçüncü grup ise akıl ve nakil ikisini de asıl kabul edip birleştirme ve
uzlaştırma yolunu tutanlardır. der ve böylece akıl ve nakil ilişkisinde
fikir serdedenler beş grup olmaktadır. İmdi birinci
grupta yer alan dikkati tamamen nakle verdikleri için Gazali�nin tabiri
ile yoldaki daha ilk aşamada takılıp kalmışlardır. Nakil ve akıl
zahirde çatışır gibi göründüğünde tevilden kaçınmış ve Allah bilir
demişlerdir. İkinci
grup aklı esas alıp nakli yok sayanlar ki bütün dikkati akıl üzerine
hamletmişler ve akıllarına uyanları kabul ettiler uymayanları
herhangi bir şey olduğunun hilafına anlaşılabilir dediler ve hâşâ
Peygamber�e s.a. v. yalan isnat etme gafletine düştüler. Üçüncü
grup ise aklı asıl nakli tabi görenler: aklı ön plana aldılar nakle
ehemmiyet vermediler Kur�an gibi mutevatir olan ve lafzı ile tevil�i
yakın olan hadisleri alıp dışında kalanları inkâr ettiler. Dördüncü grup
nakli asıl aklı tabi kabul edenler zihinlerinde pek çok şey açıklığa
kavuştu fakat akli bazı hususlar ile nakil arasında çatışma gibi
görünen haller zuhur edince aklen imkânsız gibi hususlar zihinlerinde
netleşmedi. Çünkü Gazali�ye göre imkânsızın ne olduğunu dahi
bilmiyorlardı. ve imkansızlığı genel olmayan şeyin mümkün olduğuna
hükmettiler. Fakat Gazali�ye göre imakansızlığı ya delille bilinir ya
imkânı delille bilinir ya da imkânı ya da imkânsızlığı bilinemeyen
kısım diye bir ayrım yapar ve bunları örneklendirir. Mesela biz güneşi
dünyadan küçük görüyoruz fakat Güneş dünyadan büyüktür der. Yani aklın
imkânına örnektir bu. İkincisine ayın yörüngesindeki hareketlerini bir
kişi algılayamıyorsa yâda bilmiyorsa bu şahsi bir
yeteneksizliktir.Velhasıl bu kişilerin ma�kulata dair bilgileri az
olduğundandır ki imkânsızların sayısı onlara göre fazla değildir. bu
yüzden te�vile ihtiyaç olup olmadığını dahi anlayamadılar.
Ve beşinci
grup: akli ve nakli asıl görürler ve akıl ile nakil arasında bir tearuz
olmadığını ileri söyleyerek orta yolu takip edenlerdir. Burası önemli
bence çünkü Gazali Der ki aklı inkâr eden kişi dini inkâr etmiştir.
Çünkü dini bilginin doğruluğu akılla anlaşılır (bunları Gazali söylüyor
Kanunu�t-Tevil Risalesinde ben söylemiyorum). Din ancak akıl ile sabit
olmuşken nasıl olurda akıl dinle inkâr edilsin. Peki, bu durumda ne
olur tamam akıl ve nakli çatışmaz kabul ettik. Yinede Gazali�ye göre
iki husus açıklanamaz insan açıklayamayız. Uzak te�villere mevzu olan
durumlar ve sure başarındaki harfler konularıdır.
Burada Gazali�nin tavsiyesi kişi haberlerin tamamına muttali olacağı
hırsına kapılmamalıdır ki bu bir insan için imkânsızdır çünkü ömrümüzün
uzunluğu yermez buna. İkincisi akli deli asla inkâr edilmemelidir zira
akıl yalan söylemez şayet yalan söylüyorsa o zaman belki dini ispat
hususunda da yalan söylemiştir. Der. Bu nedenle bunu söyleyemeyiz.
Üçüncü durumda ise te�vil için ihtimaller çatıştığında te�vil tayin
etmekten uzak durmalıdır demektedir. Çünkü Allah2ın Muradı ve
Efendimizin Muradı hakkında zan ve tahminle hüküm verilemez. Tahmin ve
zan bilgisizliktir. bu yüzden zan İslam da ilmin zıddıdır. Ve son
olarak kesin bilginin özüne ulaşmaya imkân yoktur der bu yüzden
yukarıdaki uyarılara göre davranmak her akıllı mümin için doğru yoldur.
Diyerek bitirir.
mehmet kalkan
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
http://www.kelam.org/dergi/sayi021/KADER02101.pdf
yukarıdaki adreste bu konuda güzel bir çalışma var...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek Onun
yaratıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını
temin etmiştir. İnsan hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı
zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt eder.
Aklın
tanımlarından biri: �İyiyi kötüden ayırt eden bir meleke�, diğeri:
�İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri edinmeye
elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.� şeklindedir. Aklı:
�Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler� şeklinde
tanımlayanlar da vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I, 90)
Burada
şu soruyu sormak öteden beri âdet olmuştur: Madem ki ulu Allah insana
hayrı, faydalıyı ve hakkı şerden, zararlıdan ve batıldan ayırt etmeye
yarayan bir akıl vermiştir, peygamber göndermeye ve kitap indirmeye ne
lüzum vardır? İnsanlar akıllarıyla dünyada hayatlarını düzenleyip mutlu
bir şekilde ve huzurlu olarak yaşayamazlar mı? Ateistler, deistler ve
vahye dayalı olmayan Brahmanizm ve Hinduizm gibi beşeri dinler dünyada
mutlu bir hayat yaşamak için insana aklın yeterli olduğunu savuna
gelmişlerdir. İslam alimleri ise çok önemli bir bilgi edinme aracı
olmakla beraber aklın yeterli olmadığını, vahiy ile desteklenmesi ve
tamamlanması gerektiğini ispat etmeye çalışmışlar, bu maksatla bu
konuda çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan
bazıları kısaca şöyledir. Vahiy gelmemiş olsaydı bile dinde emredilen
şeylerin güzel, yasaklanan şeylerin çirkin ve kötü olduğunu akıl
bilebilirdi ama bunların tümünü bilemezdi. Mesela Allah Teala�yı
bilirdi, fakat Onun sıfat, fiil ve isimlerini tam olarak bilemez, bu
konuda herkes aklına göre farklı bir şey söyler, doğru ve gerçek olan
bilinmezdi. İnsan Allah Teala�nın varlığını akılla bulur; ama Ona
ibadet edip etmeyeceğini, ibadet edecekse hangi şekilde ibadet
edeceğini kestiremez, herkes kendi aklına göre değişik bir ibadet şekli
ortaya koyar, bu da çekişmelere ve karışıklıklara yol açardı. (bk. F.
Razi, el Muhassal, Kahire, 1323. s. 156.)
Razi, Peygamber
göndermenin vahiy ile bildirilmemiş olsaydı insanlar ölümden sonra yeni
bir hayatın bulunduğunu tam ve kesin bir şekilde akılla bilemezlerdi.
Nelerin ahirette ecir ve sevap almaya, nelerin ceza görmeye ve azab
çekmeye vesile olduğunu akıl ve fikirle kavrayamazlardı. Özellikle
Allah ve ahiret konularında akıl yetersizdir. Vahiyle aklın
aydınlanması şarttır. Gazali�nin de dediği gibi akıl temel, vahiy bu
temel üzerine inşa edilen bina gibidir. Akıl göz, vahiy ışıktır. Ya da
akıl lamba, vahiy onun yağıdır.
Hak Teala �Nur üstüne nur�
(Nur, 35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın
içindeki şeriat, şeriat ise insanın dışındaki akıldır. Kur�an�da (bk.
Rum, 30/30) akla din ismi verilmiştir.
Fıtrat sağlam bir
dindir. (bk. Gazali, Mearicu�l-Kuds, Kahire, 46) Akılla aydınlanmayan
bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy
ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, kudurur, sefahet ve
ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır, tanrılık iddia eder.
Şu
halde akli ve fikri hayatın vahiyle desteklenmesi bir zorunluluktur.
Her toplum için dinin zorunlu olmasının sebebi budur. Cehenneme
atılacak olanlar diyecekler ki: �Eğer vahye kulak verseydik veya
aklımızı kullansaydık, Cehennemlik olmayacaktık.� (Mülk, 10) Vahiy de,
akıl da rehberdir. Kısacası akıl-vahiy ilişkisi şöyle ifade edilir:
a)
Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında vahiy
insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu
gösterir.
b) Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat,
siyaset, hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu
destekler ve tamamlar.
c) Sırf akılla bilinebilen aritmetik,
geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi
ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi bu ilimlerin
insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını önler.
Bu üç
alan nübüvvet bakımından önemlidir. Birinci alanda akıl vahye tabidir.
İkinci alanda geniş ölçüde akıl hür ve serbest, üçüncü alanda ise
tamamıyla hür ve serbesttir. Bu hiyerarşinin korunması halinde ne kadar
hür ve serbest olursa olsun akıldan ve onun ürünü olan ilimlerden
fertlere ve topluma zarar gelmez. Selam ve dua ile... Sorularla İslamiyet Editör
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aklın, vahiy karşısında
değeri nedir?
Kuran'da birçok
ayet insanı düşünmeye, akıl etmeye çağırıyor. İslam bilginlerine
göre de, yaratılan ilk şey, akıl. Peki, Allah'ın ayetleri
karşısında aklın rolü nedir? İkisi arasında çatışma olur mu?
İslam araştırmacıları,
Allah'ın yarattığı ilk şeyin akıl olduğunu söylüyor. Hatta
Hz. Peygamber bir hadisinde "ilk yaratılan aklımdır"
diyor. Kuran'da yüzlerce ayet "...düşünmez misiniz?"
"...akletmez misiniz?" "....fıkhetmez misiniz?"
gibi ifadelerle son buluyor. Peki, insan aklının, dinlerin
getirdiği vahiy karşısındaki değeri ne? Akıl (ilim) ile vahiy
(din) çatışır mı? Çatıştığı zaman hangisi tercih etmeli veya
nasıl bir yöntem izlenmeli? İslam ve Hıristiyan felsefeciler
bu sorulara nasıl cevap veriyor?
Bütün bu soruları,
felsefe bakış açısıyla değerlendirerek cevap veren araştırmacıların
ortak görüşü, akıl ile vahiy arasında bir aykırılığın olmayacağı
yolunda. Ancak bilinen şu ki, insanın düşünce tarihi boyunca
metafizik problemler hep varolagelmiş. İnsanın bu problemleri
akılla çözme girişimine de felsefe denmiş.
Araştırmacıların
akıl-vahiy ilişkisine getirdiği yorumlara geçmeden önce aklın
Kuran'da nasıl yeraldığını aktaralım. Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. M. Sait Şimşek
"Yaratılış Olayı" adlı kitabında, Kuran'ın
bir tebliğ ve ikna kitabı olduğunu, insanları ayetleri üzerinde
düşünmeye çağırdığını, hatta düşünsün diye adeta kışkırttığını
söyleyerek şöyle devam ediyor:
Kuran düşünmemizi
istiyor!
"Kuran'da
yüzlerce ayet, '...düşünmez misiniz?', '...akletmez misiniz?',
'....fıkhetmez misiniz?' gibi ifadelerle son bulur. Bu şekildeki
ifadeler sadece Allah'ın varlığı, insanın sorumluluğu ve benzeri
inanç konularıyla ilgili ayetlerde sözkonusu edilmez, dini
hükümleri içeren, hatta ibadetlerle ilgili ayetlerde de geçmektedir.
Kuran, dinin bütün alanlarında muhataplarını düşünmeye davet
etmektedir. Cehennem ehli olmaya mustahak olanlar ise akletmeyen
kimselerdir."
Kuran, "kainat
kitabı" üzerinde düşünmeye, Bakara suresi 164. ayette
çağırıyor:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde
gemilerin süzülüşünde, Allah'ın gökten indirip kendisiyle
ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip
yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında,
gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda elbette
aklını çalıştıran kimseler Allah'ın varlığına ve birliğine
nice deliller vardır."
Kuran ayrıca aklını
kullanmayanın sorumlu olduğunu da haber veriyor: "Bilmediğin
şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi
de sorguya çekilecektir." (İsra suresi 36. ayet)
"Kişi, ancak
gördüklerinin, duyduklarının ve o ana kadar aklını kullanarak
muhakeme yoluyla vardığı sonuçların birikimleriyle aklını
kullanır. Göz de, kalp de, kulak da bilgi edinmenin yollarıdır.
O halde bir bilgi edinmenin peşine düşen kişi göz, kulak ve
kalp nimetlerinin şükrünü yerine getirmemiş olur ve bu nedenle
de sorumludur" diyen Prof. Dr. Sait Şimşek, insanın yaptıklarından
sorumlu olmasının, akıl ve iradesinin varlığından ve bu iradeyi
özgürce kullanabilmesinden kaynaklandığını belirtiyor.
Vahyi (ayetleri)
akılla alırız
Allah'ın, doğruyu
bulmak için, insana akıl ve vahiy olmak üzere iki şey verdiğini
söyleyen Prof. Dr. Sait Şimşek'e göre, akıl yalnız başına
Hakk'ı tam olarak yakalayamaz ama insana büyük ölçüde rehberlik
eder. Çünkü akıl, karar verirken o güne kadarki deneyimlerinden
yararlanır. Ayrıca kişi aklını kullanırken kimi duygularının
etkisinde kalabilir. Bununla birlikte akıl, insana verilmiş
en büyük nimettir. Nitekim vahyi de akılla alırız. Ama vahiy,
Allah katındandır, yanılma sözkonusu değildir.
Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Sistematik Felsefe öğretim üyesi Necip
Taylan ise "İlim-Din İlişkileri-Sahaları- Sınırları"
adlı kitabında insanı, felsefe açısından ele alıyor ve
"tanrıyı arayan bedeni bir varlık" olarak tanımlıyor.
"Düşünebilen tek varlık olarak insan, yalnızca benliğinin
dışında şahit olduğu varlık ve olayları düşünmekle kalmayıp
kendisini aşan anlamlara da ulaşır. Bu, onun kendi varlığı
ile kainatın varlık sebeplerini zaruri olarak düşünmesinin
bir neticesidir. Tanrı fikri, insanın akıl varlığından doğmaz.
Fakat onun, akıllı bir varlık olmasının zorunlu sonucu olarak
ortaya çıkar" diyen Taylan kitabında, akıl ve inancın
uzlaşmaz olduğunu söyleyenlere şu yanıtı veriyor:
"İnsanda,
birbirine karışmadan kendi sahaları içinde kalan iki ayrı
saha vardır; bunlar akıl ve inanç sahalarıdır. Akıl, ilmi
meydana getirir. İnanç ise dini. Akıl faaliyeti, zihin hayatını
sınırlandıran hükümlere dayanır ve somut objeler üzerinde
çalışır. Kendi prensiplerinin dışına çıkmadığı gibi, tecrübeyi
kendisine yardımcı kabul eder. İnanç ise, bu sınırı aşan hislere
ve iradeye bağlıdır. Buna göre, ilim ile inancın kaynakları
aynı değildir. Biz, değerleri yalnız akıl ile değil; his,
irade ve arzularımızla kavrayabiliriz. Bunun içindir ki, ilim
ile inançlar ve dinler arasında çekişme görenler bu iki sahayı
birbirine karıştıranlar ve her yönü ile farklı sahaları aynı
kaynağa bağlamak isteyenlerdir."
Akıl ile vahiy
arasında aykırılık olur mu?
Akıl ile vahiy
arasında aykırılık olur mu? Bu sorunun cevabı için Ord. Prof.
Dr. Ali Fuad Başgil "Din ve Laiklik" adlı
kitabına başvuruyoruz. Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, kendi
yorumunu vermeden önce, ilim ve din konusunda biri "akılcı",
diğeri "nakilci" iki görüş olduğunu ve bunların
birbirini tamamladığını söylüyor. "Akılcı" görüşe
göre, akıl ile nakil yani ilim ile din arasında bir aykırılık
görülürse, aklın, yani ilmin gösterdiği yol tutulur. Nakil
yani din ise, buna göre yeniden anlamlandırılır. Çünkü aklın,
dini belirli bir zamandaki anlayışı, bu zaman geçip olayların
şekli değişince, değişir. Fakat hükmün de buna göre değişmesi
gerekir. Çünkü İslam'da zamanların değişmesi ile hükümlerin
de değişeceği inkar olunamaz.
Bu görüşün karşısında
olanlar ise, vahiy karşısında aklın zayıf kaldığını söylüyorlar.
Onlara göre, insan her durumda vahye tabi olmaya mecburdur.
Zira akıl, beşerdir yanılır; vahiy ilahidir, yanılmaz. Ord.
Prof. Başgil, "vahy"i savunan Maliki mezhebinin
kurucusu Malik b. Enes'i örnek göstererek şu bilgileri veriyor:
"Akıl daima
unutma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İlahi hükümler, akıl
yoluyla idrak edilemez. Bu nedenle akıl, vahye tabi olmaya
mecburdur. Ayeti, akıl ve ilme göre anlamlandırmak, onun ilahi
hakikatini inkar etmek olur. Zira ayet, bir defada ve bir
defaya mahsus olmak üzere ve dünyalar durdukça durmak üzere
konulmuş bir hakikattir. Akıl ise devirlere, milletlere hatta
şahıslara göre daima değişen bir melekedir. Netice olarak,
vahyi akla göre anlamlandırmak, önce dini hakikatleri her
devrin ve her milletin hatta her şahsın görüşüne ve anlayışına
bağlamaktır. Bu ise dini temelinden sarsmaktır."
Ahiret'in akılla
ispatı mümkün mü?
Ord. Prof. Başgil'e
göre ise, akıl ile nakil (vahiy) arasında ayrılık hem olur,
hem olmaz. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
ahiret gününe, hayır ve şerrin ilahi takdire bağlı olduğuna
inanmada, yani iman ve itikat meselelerinde aykırılık olamayacağını
belirten Başgil, şu açıklamayı yapıyor:
"İman ve
itikat meseleleri, kişinin vicdanına hitap eder. Bunları,
kişi ister reddeder, ister kabul eder. Bunlarda akıl, hakikaten
acizdir; ilim ise yetersizdir. Mesela, ahiret ve öldükten
sonra dirilmek hakikati sır, birer dini hakikattir ve ilmin
sınırları dışındadır. Bunların akıl ve ilim ile ispatı mümkün
olmadığı gibi inkarı da mümkün değildir. Çünkü ilim, ispat
edemediği şeyi inkar da edemez; sadece, bilmiyorum, der."
Ord. Prof. Başgil,
buna karşılık, ibadetler sözkonusu olduğunda akıl ile nakil
(vahiy)arasında aykırılık olabileceğini söylüyor. Çünkü, akıl,
zamandan zamana değiştiği gibi aklın ürünü olan ilim de sürekli
gelişiyor. "Aklın ve ilmin bu değişmesine ve gelişmesine
paralel olarak insanların hareket tarzları ve hayat anlayışları,
sosyal ilişkileri de değişmektedir" diyen Başgil şöyle
devam ediyor:
"Akla aykırı
olan vahye de aykırıdır"
"Vahyin ebedi
hakikatlerini, yeniden ve yeni bir ruh ve görüşle anlamamız,
onun ta kıyamete kadar bütün zamanları dolduran esrarından,
yeni durum ve ilişkilere göre hükümler çıkarıp, vahyi hayata
uyumlu hale getirmemiz lazımdır. İbadetler (amel) ve ahlak
meselerinde vahiy, insanların hareketleriyle ve birbirleriyle
olan ilişkileriyle ilgilidir. Amel (ibadetler) sahasında nakillerin
(ayetlerin) hepsi iman ehline birer 'sorumluluk' yükletir.
'Şunu yap, şunu yapma' gibi emir ve yasak ifade eder. İslam'da
sorumluluğun kaynağı ise, bir kelime ile 'akıl'dır. Şu halde
kişi, şerrin herhangi bir hükmüyle sorumlu tutulmak için,
bu şerri aklının kabul etmesi gerekir. Aksi halde kişi, aklının
kabul etmediği bir teklif ile sorumlu tutulmuş olur ki böyle
bir şey İslami esasa kesinlikle aykırıdır. İslami esasa göre
"Allah kimseyi verebileceğinden fazlasıyla mükellef tutmaz"
(Talak suresi 6. ayet) "Allah kimseye takatından fazlasını
teklif etmez" (Bakara suresi 276. ayet) "Dinde
cebir ve zorlama yoktur" (Bakara suresi 256. ayet).
İşte bu nedenle,
yani aklımızın almadığı bir nakil karşısında, nakli akla yaklaştırmaya
ve akıl ile nakli barıştırmaya çalışırız. İkinci olarak; İslami
usulde, akla ve ilme aykırı bir şey de hakikat olamayacağı
için aklın mantığı ve ilmin verileri hakikat olarak kabul
edilebilir. Nakil ise, açıklık bulunmayan meselelerde buna
göre yeniden manalandırılır."
İlim kavramının
anlamı değişti mi?
İlim(akıl) ile
dinin(vahiy) birbirinden ayrılamayacağını söyleyen Başgil'e
göre, bu hakikati görmek için ilim kavramının bugün uğradığı
değişikliğe bakmak gerekiyor. İlim kavramının 17. ve 18. yüzyıllardan
hatta 19. yüzyıldaki anlayışından farklı olduğunu belirten
Başgil, şu açıklamayı yapıyor:
"Eskiden,
ta Yunan filozoflarından gelen bir anlayışla, ilim denince
eşya ve tabiatın 'mutlak marifeti'" anlaşılırdı. Ve ilim
kelimesi, mutlak, kesin, sabit ve düzgün bilgi anlamına gelirdi.
Halbuki bugün anlaşılmıştır ki, ne sabit hakikat ne de bunun
mutlak surette idraki mümkündür. Bugün, fiziki sahada ilim
demek, sırf tecrübe, gözlem ve kıyas ile elde edilen bilgi
demektir. Modern ilim tecrübeye, gözleme ve kıyasa dayanmaktadır.
Aslında her şey geçici, izafi ve fanidir. Dün hakikat diye
taptığımız, bugün batıl (sahte, hurafe, boş)dır. Bugün, batıl
diye sandığımıza mümkündür ki yarın hakikat diye yeniden tapalım."
Akıl ve vahiy
arasındaki ilişki üzerinde araştırma yapanlardan biri de araştırmacı-yazar
Ali Bulaç. Bulaç, "İslam Düşüncesinde Din-Felsefe
Vahiy-Akıl İlişkisi" adını verdiği çalışmasında insan
aklının, dinlerin getirdiği vahiy karşısında değeri ile akıl
ile vahiy çatıştığı zaman hangisinin tercih edileceği konularında
Doğu ve Batı'yı karşılaştırarak bilgi veriyor. Bu karşılaştırmalara
geçmeden önce Bulaç'ın vahy, hikmet ve felsefe gibi kavramları
nasıl tanımladığına bakalım:
"Vahiy, doğrudan
ilahi nitelikte ve Allah tarafından masum bir peygambere indirilen
bilgilerin toplamı iken; hikmet, vahye dayalı insanın her
tür ve düzeyde ortaya koyduğu zihni faaliyetlerdir. Eğer insan,
nübüvvetin (peygamberliğin) nuruyla düşünür, kalbini, zihnini
ve insani bütün meleke ve yetilerini bu nurun aydınlığında
vahye ve Allah'a açarsa, o da hikmeti bulur; hikmetle düşünür,
hayatını hikmetin doğru bilgileriyle tanzim eder ve bol hayırlara
sahip olur. Felsefe ise, hikmetin etkisinden çıkmış şekliyle
salt anlamda akli ve insani düşünce tarzının adıdır. İnsan,
kendini, vahiyden ve peygamber tebliğinden bağımsız görüyor
ve gerçekliğin bilgisini yalnızca kendi insani güç ve imkanlarıyla
(akıl, deney, sezgi vb.) elde edeceğini iddia ediyorsa, onun
bu çerçevede ortaya koyacağı her türden düşünce ve sonuç sadece
felsefedir. Bu anlamdaki felsefe ise hakikati ifade etmez."
Her ne kadar filozoflarca
akıl ve vahyin çatışmayacağı söylense de Bulaç, vahyin getirdiği
bazı bilgileri bireysel aklın hemen ve bir anda kabul etmesinin
güç olduğunu vurguluyor. Örnek olarak da Hz. İsa'nın babasız
olarak dünyaya gelişini ve yüzlerce yıl uykuda kalan Ehl-i
Kehf'i gösteriyor.
Bugünkü filozoflar
vahyi gözardı mı ediyor?
Ali Bulaç, yukarıda
tarifini yaptığı felsefenin, ne hikmetle ne de vahiyle ilişkisi
kalmadığını ve bu tür felsefenin tarihte ilk defa Yunan'da
ortaya çıktığını belirtiyor. Felsefenin bu şeklinin karamsarlık,
kapris, vesvese, bunalım, şaşkınlık, çelişki, sıkıntı ve mutsuzluk
gibi hayatı öldürücü sonuçlar doğurduğunu söyleyen Bulaç,
bu tür belirtilerin Rönesans ve Aydınlanma çağından bugüne
kadar etkilerini gösterdiğini belirtiyor. Bulaç'a göre, bugün
bilim, felsefe ve tarihle uğraşanlar, düşünce tarihinin değişim
ve gelişimini izlerken, hikmete dayalı kıstasları kullanmıyorlar.
Çünkü onlara göre, ilahi bilgilere dayalı üstün düşünce şekilleri,
insanlığın "sihir", "teoloji" veya "metafizik"
dönemlerini, yani geri ve ilkel dönemlerini ifade eder. Bulaç,
açıklamalarına şöyle devam ediyor:
"İnsan temeline
dayalı düşünceyi esas aldığımızda, Batı'da gözlemlenen düşünce
tarihinin bir benzeri ortaya çıkar; bu ise vahy etkisinde
hikmet ve hikmetin etkisinde düşünce veya felsefe gibi büyük
fikir ve kültür hareketlerini kavramada bize yardımcı olmaz.
Oysa peygamberlerin doğrudan tebliğ ettiği ilahi bilgi olan
vahy ile insanın kendini mutlaklaştırarak geliştirdiği seküler
felsefe, genel insan düşünce tarihi dışında kalır. Çünkü biri
doğrudan Allah'tan, öbürü doğrudan kendini Allah'ın ilminden
bağımsız farzeden seküler insandan kaynağını alır."
Yunan ve İslam
felsefelerinde hakikat
Bütün bu açıklamalardan
sonra Ali Bulaç, "İnsan, peygamber olmadan da hakikatin
bilgisini elde edebilir mi?" sorusuna cevap arıyor. Bulaç'a
göre, bu soruya ta eski Yunan'dan beri cevap aranmıştır. Filozoflar,
peygamber ve vahy olmadan da insanın hakikati bulabileceğini
öne sürmüşlerdir. Ancak Bulaç, Yunan'da dini form içinde temsil
edilen hakikat ile İslam felsefesinde sözü edilen hakikatin
aynı şey olmadığını söylüyor. Çünkü Yunan'da, hakikati olduğu
gibi temsil eden ne bir tek Allah inancı, ne de onu öğreten
doğru güvenilir ve kusursuz bir peygamber vardı. Tanrılar,
bütün tutum ve davranışlarında olduğu gibi, kainatı kuşatan
bilgiyi temsil etme konusunda da zulmediyorlar, insandan saçma
şeylerin kabulünü istiyorlardı. Bulaç, İslam felsefesindeki
hakikat'i ise şöyle açıklıyor:
"İslam felsefesinde
ise, hakikat, insandan bağımsızdı ve Allah katındaydı. Peygamberin
tebliğ ettikleri de birer hakikatti. Ne var ki, insanoğlu
da burhanla (akılla) o hakikate ulaşabilme imkanlarına sahip
bir varlıktı. Şu halde filozof, eğer bir takım seçkin özelliklere
ve yüksek erdemlere sahip olabilirse, peygambere gelen hakikati
kaynağından alabilirdi. Bir bakıma hakikat, yukarıdan aşağıya
vahiyle peygambere gelirken, filozof aynı kaynağa akılla (burhanla)
aşağıdan yukarıya yükselip erişiyordu."
Ali Bulaç, vahiy
temeline insani düşünce faaliyetinin, Mezopotamya, Mısır,
İran, Hint ve Çin gibi dünyanın Doğu yakasındaki belli başlı
merkezlerde, geleneksel öğretiler şeklinde ortaya çıktığını
belirtiyor. Batı yakasının Yunan kolunda ise, bu Doğulu ve
dini karakteri ancak Pisagor'a kadar korunabilmiş; özellikle
Sokrat, Eflatun ve Aristo ile Yunan düşüncesi ve ilimleri
felsefi bir kimlik kazanmıştır.
Batı dünyasının
çözümü
Avrupa Hıristiyanlığının,
akıl-vahiy arasında çatışma olup olmadığı sorunuyla karşılaşması
ise İspanya ve Sicilya üzerinden İslam ilimlerinin ve hikmetinin
Latince'ye tercüme edilmesiyle başlar. Ancak Bulaç'a göre,
hıristiyan imanını kilise öğretisiyle formüle etmiş Batı Hıristiyanlığı
şu negatif önceliklerden hiç ödün vermez:
"1. Hakikat
aranmaz; çünkü bu, kilisenin hakikate sahip olmadığı anlamına
gelir. Halbuki kilise, İsa'nın bedenidir ve kilise öğretisi
hakikatin kendisidir.
2. Hakikat aranacaksa akılla aranacak; oysa akıl, şeytanın
insan ruhunda yuvalanmış ajanıdır. Eğer bu ajan Adem'i kışkırtmasaydı
ilk günah olmaz ve ilk günaha keffaret olsun diye tanrı biricik
oğlunu feda etmezdi.
3. Bilimsel gerçeklikler, sözgelimi dünyanın yuvarlak olduğu
iddiası ile İncil'in öğretileri çatışırsa elbette İncil tercih
edilir. Bu, 1+1+1=1 ve 1=3 ve 3=1'dir türünden matematik ve
mantığın evrensel kurallarına aykırı düşüp saçma görünse bile
bu böyledir ve zaten inanca konu olan şey, tabiatı gereği
saçmadır."
Hıristiyan dünyasında,
kilise ile laik filozoflar arasında yaşanan çatışmada, 17.
yüzyılda Descartes ile uzlaşmaya gidilir. Descartes, "çifte
gerçeklik" tasarımından hareketle evreni, fizik ve metafizik
olarak birbirinden tamamen ayrı iki alana böler. Metafizik
ile, ruhun dünyasını kiliseye bırakırken; fizik dünyayı ve
bedeni, laiklere ayırır.
ilkayet.net
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
sorgulayanbeyin Yeni Uye
Katılma Tarihi: 01 subat 2009 Gönderilenler: 9
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
vahiy =bir hikmeti var anlayışı
rahatlıkla başkasının uçuk kaçık sapıklık ve vahşetini kendisine söylüyon ama o bunu söylediğin gibi kabul etmiyor niye çünkü ona inanmış ama gelgörki ondan daha beteri sende var sende kendikine inandığın için sana iyi geliyor .Allah adına çoçuk öldürmeyi salih bir davranış gösterip bir hikmeti var diyerekten savunan bu cani anlayışı inandığından savunur
__________________ sorgulayarak doğruluğunu tespit etmeden inanalar gödülenlerdir(sorgulayan beyin)
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Felsefenin
temel disiplinleri ontoloji (varlık bilim), epistemoloji (bilgi
teorisi) ve etiktir (ahlak felsefesi). Her ne kadar bunlar ayrı
disiplinler olarak ele alınsalar da, bu disiplinleri birbirinden
tamamen ayrı alanlar olarak görmek mümkün değildir. Ontoloji ile â��Var
olan nedir?� sorusuna, epistemoloji ile �Neyi bilebilirim?�
sorusuna, etikte ise â��Ne yapmalıyım?â�� sorusuna cevap aranır.
Ontolojide var olan hakkında varacağımız kanaat, bilgisel bir sonuçtur.
Bu bilginin doğruluğuna dair epistemolojik irdeleme, bizim
ontolojimizin doğru olup olmadığı sonucunu ortaya çıkaracaktır. Sonuçta
hedef ontoloji kurmak ise epistemoloji ontolojinin bir bölümü olarak
görülebilir. Epistemolojik tavrımız ontolojik sonuca etki ettiği için,
ontolojiyi belirleyenin epistemoloji olduğu da söylenebilir. İlk
yaklaşım ontolojiyi, ikinci yaklaşım epistemolojiyi ön plana çıkarmakla
beraber her ikisi de doğrudur.
Modern felsefenin yaptığı da epistemolojiyi ön plana çıkartan bir
yaklaşım sunmak olmuştur. Yoksa her ontolojinin, ister teist ister
ateist ister politeist olsun bir bilgi görüşü vardır; fakat bilginin
kendisi ve kaynakları ile ilgili epistemolojik tartışma yeterince
yapılmamış olabilir. Ontolojik-epistemolojik yaklaşımla varılan
kanaatler etik görüşü de belirler. Örneğin duyu verilerini ön plan alan
epistemolojik yaklaşımla teleolojik (gaye) delilin doğruluğunu anlayan
bir kişi, bu delilden yola çıkarak Tanrı merkezli bir ontoloji
kurabilir veya akıldan çıkan verileri ön plana alan epistemolojik
yaklaşımla, Descartes gibi akılda olan â��Tanrıâ�� idesinden de Tanrı
merkezli bir ontoloji kurulabilir. Epistemolojik yaklaşımların yol
açacağı â��Tanrıâ�� merkezli bu ontoloji ise etik alanında â��Ne
yapmalıyım?â�� sorusunun â��Tanrı�nın dediğini yapmalısınâ�� şeklinde
cevaplanmasına sebep olacaktır. Sonuçta zaten iç içe olan ontoloji ve
epistemolojiden bağımsız bir etik görüşü oluşması mümkün değildir.
Demek ki her varlık kurgusunun ve ahlak kurgusunun rasyonelliği
tartışıldığı anda mutlaka epistemoloji devreye girer. Rasyonel
tartışmanın olmadığı anda bile aslında epistemolojik bir kanaat
mevcuttur. Toplumdan geleneksel olarak gelen bilginin veya mitolojinin
bilgi kaynağı olarak kabulü buna örnektir.Â
Kur�an�ın yaklaşımını ele alırsak; Kur�an�da evren üzerinde inceleme
ile ilgili ayetlerden duyu verilerine ve Fıtrat�a dikkat çekilen
ayetlerden rasyonalist yaklaşıma bilginin kaynağı olması açısından onay
verildiğini söyleyebiliriz. Kur�an ayrıca kendisinin vahyin bilgi
kaynağı olduğuna da işaret eder. Sonuçta Tanrı�nın gönderdiği kitap,
verdiği akıl ve duyu organlarının hepsi doğru bilgiye ulaştıracak
epistemolojik araçlardır. Kitabın doğru yorumu, aklın ve duyu
organlarının verilerinin doğru kullanımı ve sağlıklı
değerlendirilmeleri, doğru yola götürecek araçlardır. Vahiy, aklın
bilgilerini daha da geliştirir ve aklın verileriyle ulaşılamayacak
bilgiler verir. Ama bu bilgiler akıl ile çelişik değildir. Oysa
mitolojik bilgi ve geleneğin doğrunun kaynağı olarak kabul edildikleri
toplumlarda, mitlerin ve geleneğin akıl ile çelişik olması önemli
olmamıştır. İslam, vahyin, aklın ve duyu organlarının yaratıcı kaynağı
olarak Tanrı�yı gördüğü için bu bilgi araçlarının çelişkisi kabul
edilemez. Eğer bir çelişki varsa, ya vahiy yanlış yorumlanmıştır, ya
Hıristiyanların Yeni Ahiti�nde olduğu gibi Tanrı�sal vahiy ile insani
eklemelerin karıştırılmasından doğan bir sorun vardır; ya da akıl ve
duyu organlarının yanlış kullanılmasından dolayı yanlış sonuçlara
varılmıştır. Vahyin ve aklın çelişemeyeceği fikri vahyin, aklın
ulaşamayacağı bilgiler vermesinden farklıdır; vahiy aklın ulaşamayacağı
bilgileri akıl ile çelişmeyerek verir. Mantıki olarak bir önermenin
çelişiği, diğer bir önermenin değillemesidir. Örneğin â��Evren
sonsuzdurâ�� ve â��Evren sonsuz değildirâ�� önermeleri birbirinin
çelişiğidir. Kur�an�da bu anlamda çelişik önermeler (akılla, duyu
organlarıyla, fıtratla ve kendi içinde) bulunmaz. Oysa mitolojiler ve
insani olanın karıştırıldığı dinlerde böyle çelişkiler çoktur. Örneğin
Hıristiyanlıkta â��Tanrı birdirâ�� ve â��Tanrı bir değildirâ�� şeklinde
gösterebileceğimiz iki çelişik önerme, hem Tanrı bir, hem de üçtür
denilerek yer almıştır.
Görüldüğü gibi Kur�an açısından hem vahiy, hem akıl, hem duyu
organları bilgi aracıları olmakla beraber, bu kaynakların çelişmezliği
ilkesi de bu bilgi araçlarının tek kaynak olan Tanrı�dan gelmesiyle
mevcuttur. (Filozoflardan, Kelamcılardan ve diğer İslam düşünürlerinden
kimisi bu kaynaklardan birini diğerinin önüne geçirmiş, kimisi ise bu
kaynaklar arası ilişkiyi değişik yorumlamıştır.) İslam�ın, din olması
için vahiy kaynağının öneminin ortaya konulması gerekmektedir. İslam�ı
Hinduizm, mitolojiler ve hurafelere niye tercih ettiğimizi açıklamak
için ise, akıl ve duyu organlarından gelen verilerin, İslam�ın ortaya
koyduğu Tanrı merkezli ontoloji ve kozmolojiyi diğerlerine niye tercih
ettirdiğini göstermek zorundayız. Sonuç olarak Tanrı�nın bize
bahşettiği bilgi kaynaklarından olan vahiyden de, akıl ve duyu
organlarından da vazgeçemeyiz. Bu bilgi kaynakları birbiriyle
çelişmeksizin birbirlerini desteklerler.
Detaylı Bilgi İçin:
Atay, Hüseyin, Kur�an�da Bilgi Teorisi, A.Ü.İ.F.D, XVI. 1968.
Çelebi, İlyas, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık, Rağbet Yayınları, 2002.
Çüçen, Kadir, Bilgi Felsefesi, Asa Kitabevi, 2001.
Karaman, Fikret, Kur�an�da İlim Kavramı ve Değeri, Kelâmda Bilgi Problemi Sempozyumu, Arasta Yayınları, 2003.
Kutluer,İlhan, â��İlimâ��, DİA, XXII.
Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi, Damla Yayınevi, 6. Baskı.
Yavuz, Yusuf Şevki, Kur�an-ı Kerim�de Tefekkür ve Tartışma Metodu, İlim ve Kültür Yayınları, 1983.
Yavuz, Yusuf Şevki, â��Akılâ��, DİA, II
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
Saffet Metin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Şİmdi Akıl ve Vahiy konusunda şu eklemeyi yapmak istiyorum.
İslamda mezhepler ya akla dayanır, yada imana.
Akla dayanan tek mezhep Muteziledir.
Akıl mı vahiymi dendiği zaman. Mutezile der ki. Allah Vahiysiz Akılla bilinir. Örnek Hz. İbrahim Aklıyla yüce Allahı bulmuştur. Ama akıl olmadan Vahiy anlaşılamaz. Aklı olmayanlar (ör. akıl hastaları, deliler) Vahiy'e muhatap değildir.
Demek ki akıl önem verilmesi gereken özellik.
İmana dayalı Mezhepler Tüm Ehli Sünnet ve Şia dır.
Bu mezhepler Akıla Mutezile kadar önem vermez. Önemli olan imandır. Onun için günümüzün klasik mezhepleri, tarikatları hep iman a dayalı inancı ön planda tutar. Bütün kitaplarında imanla ilgili felsefe yaparlar.
İman gücü yüksek insanları evliya diye tanır ve tanıtır.
Ama Akıldan yoksun bir iman, insanı zulme, şirke, küfre bile götürür.
BU konu Mutezile varken , diğer mezheplerle arasındaki en büyük tartışma sebebiydi.
Mutezile İslam Aydınlanmasıdır. Bir İslam Rönesansıdır.
Mutezile İslamın yüzakıdır.
Bağdatta Memun zamanında Kurulan üniversite( Beyt ül hikme ) , Yunancadan aktarılan eserler, Hint rakamları, Cebir ve Kimya. Ortaçağı aydınlatan islam güneşi Mutezilenin sonucudur.
1770 İmmanuel Kant 'ın Aydınlanması - bir batı mutezilesidir.
Mutezile islamda maalesef etkisini kaybetmekle birlikte yeniden incelenmesi ve diriltilmesi gereken bir konudur.
İmmanuel Kant'ın Aydınlanma düşüncesi dinin baskın olduğu ülkelerde Laiklik prensibi ile korunmaktadır.
İslamda da Akıldan ziyade, imana önem veren mezhepler topluma hakim olduğundan çağdaş uygarlık yolunda önünde pek engel tanımak istemeyen Türkiye Cumhuriyeti Fransadan aldığı laiklik prensibiyle yoluna devam etmektedir. Fransa da bu prensibi Katolik kilisesinin çıkardığı problemlerden korunmak için yapmıştır.
Belki iddialı bir tez olabilir ama toplumda Mutezile düşüncesi hakim olsaydı, din korkulan, çekinilen bir şey olmazdı diye düşünüyorum.
Herkese selamlar
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|