HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Genel Tartışma
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Genel Tartışma
Konu Konu: küreselleşme ve din... Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Küreselleşme ve Din

Adnan Aslan

Dr., TDV İslam Araştırmaları Merkezi.

"Bütün dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu." Paul Valéry

Bu çalışma küreselleşmenin mahiyeti, küreselleşme ve din, küresel dünyada bir inanç sistemi ve toplumsal olgu olarak İslam konularını ele alacaktır.

Buda, "bir ev yanıyorsa, yapılması gereken şey etrafına oturup onun nasıl söndürüleceğini tartışmak değil, onu hemen söndürmektir" der. Bugün insanlığın ortak evi, yeryüzü, gerçek anlamda alevler içindedir. Doğanın kirlenmesi, ozon tabakasının tahribi gibi çevre felaketine götüren olaylardaki dramatik gelişmeler, insanlığı birkaç saat içinde yok edecek nükleer silahların kontrolden çıktığı korkusu, teknolojik ilerleme ve doğal kaynakların çokluğuna rağmen milyonlarca insanın gün be gün açlıktan ölmesi, etnik ve dinî çatışmalar sebebiyle cereyan eden savaşlar, aklın (reason) önderliğinde gelişen bilim ve teknolojinin gezegenimizde yeni medeniyetler imar edeceğini beklerken, mevcut medeniyeti tahrip etmeye başlaması, bizim ise bu tahribi tamir etmeyi bırakın, durduracak bir irademizin dahi olmaması, evimizin gerçekten alevler içinde olduğunu göstermektedir. Bir sosyal ve kültürel süreç olan küreselleşme meselesini bu bağlamda ele alacağız.

Küreselleşme Nedir?

Küreselleşme modern tüm toplumsal oluşumlar gibi muğlak bir karaktere sahip olup içerisinde birbiriyle farklı, çelişik ve çatışmalı birçok süreci barındırmaktadır. Küreselleşmenin muğlaklığı, sadece tespiti ve tasviri zor olan bir sosyal süreç olmasından değil, modern durumdan kaynaklanmaktadır. Ekonomi ve uluslar arası ilişkiler alanıyla ilgili olarak daha çok gündeme gelen küreselleşme, bizi daha ziyade kültürel faktörlerin yaygınlaşmasını sağlayan ve aynı zamanda dini etkileyen bir olgu olarak ilgilendirmektedir. Küreselleşme genelde sosyal ve insanî bilimlerin gündemine aldığı bir konu ise de, özelde bir sosyal süreç olarak sosyolojiyi ilgilendirmektedir. Asıl konusu sosyal yapı ve sosyal ilişkiler olan bu disiplinin özellikle Talcott Parson, Peter Berger, Mary Douglas ve Jurgen Habermas gibi ilim adamlarının gayretiyle kültüre ve kültürel değişikliklere yönelmesiyle birlikte küreselleşme önemli bir konusu haline gelmiştir.

XIX. yüzyıl sosyologları ve Aguste Comte, Saint-Simon ve Karl Marks gibi sosyal teorisyenler, fikirlerini insanlığın bütününe dair projeler olarak sunarken, daima küresel dünyayı ve insanlığı bir bütün olarak tasavvur etmeleri veya var saymaları küresel şuurun başlangıcı olarak görülmektedir. Küreselleşmenin başlangıcı meselesi tartışmalıdır ve sosyal bilimciler küreselleşmeyi genellikle kendi bakış açılarına göre başlatırlar. Mesela, Jared Diamond Guns Germs and the Steel isimli eserinde küreselleşme kavramının evrensel bir tekamül süreciyle birlikte inşa edildiğini ifade ederken, The Wealth and the Powerty of Nations isimli çalışmasında David Landis onun bir Batı fenomeni olduğunu ve başlangıcını Batı'nın sosyal ve kültürel tarihinde aranmasına işaret eder. Losing Control? Soverenity in an Age of Globalization isimli kitabında Saskia Sassen küreselleşmeyi Sovyetler Birliğinin yıkılışıyla başlayan bir süreç, özellikle, Amerika Birleşik Devletlerinin dünya hakimiyetini güçlendirilmesi ve Amerikan popüler kültürünün yaygınlaştırılması olgusu olarak görür.1

Küreselleşme kelimesinin müşahede edilebilir bir süreci tasvir eden ilmî bir kavram haline gelmesinde, toplumu gözlemlemeyi en önemli görevi sayan Batı sosyolojisinin gelişim safhalarının rolleri vardır. 1960’larda 'devrim' kavramının aynı anda var olan bir olguya işaret ettiğinin varsayılması, II. Dünya Savaşı ve bunun politik ve sosyal yapılanmaya etkisi küreselleşme kavramının oluşmasına ampirik olarak etkilediği kabul edilmektedir. 1980’lerin ortalarına kadar akademik çevrelerde önemli bir kavram olarak görülmeyen küreselleşme, 1980’lerden sonra o kadar yaygınlaşmıştır ki yer yüzüne nasıl ve ne tarzda yayıldığını takip etmek imkansız hale gelmiştir.2

Küreselleşme nedir? Robin Williams'ın küreselleşmenin ekonomik alandaki ve özellikle günlük yaşayıştaki tesirini güzel tarif eden bir benzetmesi vardır:

Merkezi Amerika'da bulunan uluslar arası bir şirketin Londra'daki bürosunda çalışan genç İngiliz, işi bitince Japon yapımı arabasına binerek evine döndü. Alman mutfak gereçleri ithal eden bir firmada çalışan eşi çok küçük İtalyan arabasıyla daha kolay ilerlediği için eve ondan önce gelmişti. Yeni Zelenda pirzolası, California havucu, Meksika balı, Fransız peyniri ve İspanyol şarabından oluşan sofrada akşam yemeklerini yedikten sonra, Fin yapımı televizyonlarında İngilizlerin Falkland Adalarını alışına dair bir program seyrettiler. Program sonrasında İngiliz olmanın mutluluğuyla sevindiler.3

Bu temsil küreselleşmenin daha çok ekonomik boyutunu vurgulamakla birlikte, onun ekonomiyi de içine alan daha kapsamlı bir kavram olduğu unutulmamalıdır. Fakat, Immanuel Wallerstein'ın küreselleşmeyi bir ekonomik sistem olarak değerlendiren teorisi konumuz açısından oldukça önemlidir. Wallerstein, ekonomik planda gelişmiş ülkelerin ve özellikle Batı'nın kendi refahını sağlamak ve devam ettirmek için ürettiği kapitalist ekonomik modelini "dünya sistemler teorisi" bağlamında tahlil ederek, küreselleşmeyi özellikle gelişmemiş ülkelerin menfaatini temin eden negatif bir süreç olarak görmektedir. Marksist bir perspektifle meseleyi ele alan, Wallerstein Avrupalıların ortaya çıkardığı kapitalist dünya ekonomi sisteminin dünyada üç farklı bölge yarattığını iddia etmektedir: Merkez, kenar ve merkez kenar arası ülkeler. Ona göre bu sistemi kuran ve merkeze yerleşmiş olan milli devletler dünya ekonomi sistemine tamamen hakimdir. Sermaye burada yoğunlaşmakta, dolayısıyla çok çeşitli ve kompleks ekonomik faaliyetler ancak burada gerçekleşebilmekte, en gelişmiş teknoloji burada üretilip kullanılmakta ve burada çalışan işçiler yüksek ücret alabilmektedir. Kenarda bulunan gelişmemiş devletlerin görevi, merkezin ekonomik sisteminin iyi işlemesine hizmet eden, ucuz mahsül ve hammadde sağlamaktır. Kenara konuşlandırılmış ülkelerde kullanılan teknoloji basit, işçilik ucuz ve üretilen ürünler sıradandır. Wallerstein'a göre merkezle kenar arasındaki ilişkiyi bağımlılık ve sömürü belirlemektedir. Merkezle kenar arasında bulunan az gelişmiş ülkeler hem kenarı sömürmekte ve hem de merkez tarafından sömürülmektedirler. Bu sebeple hem kenarda ve hem de merkezde bulunan devletlerin özelliklerini taşırlar. Wallerstein'a göre Brezilya merkezle kenar arasında bulunan ülkelerin tipik örneğidir. Dünya ülkelerini ekonomik ve politik güç bakımından merkez, kenar ve kenar merkez arasında bulunan ülkeler olarak bölünmeyi, Wallerstein'a göre, serbest pazar ekonomisi ve kapitalist sistem gerçekleştirmektedir. Merkeze yerleşen devletler güçlüdür ve bu ülkelerde devlet yöneten kesimin menfaatlerine ve ekonomik çarkın devamını sağlayacak güce hizmet eder. Merkezdeki devletlerin bir diğer görevi de savaş, baskı, diplomasi ve dış yardımlar vasıtasıyla kenardaki devletlerin zayıf kalmalarını sağlamaktır. Merkezle kenar arasında bulunan devletlerin, konumlarına göre ya zayıf ya da kuvvetli olmaları temin edilir. Wallerstein'a göre, modern ulus devlet bu kapitalist küresel-ekonomi diye isimlendirilen sosyal sistemin tabii neticesidir.

Wallerstein'ın bu dünya sistemi veya dünya ekonomisi teorisine ampirik, kantitif metotlar uygulayarak tahlil eden sosyal bilimcilerden biri de John Meyer'dir. Meyer'in Wallerstein tenkidi daha çok onun iktisat ve politikayı değerler yaratan farklı sosyal sistemler olarak algılamasına dayanmaktadır. Meyer'e göre ekonomi üretim, tüketim ve eşya ticaretiyle değer yaratırken, siyaset yeni hedefler ve görünmez mallar üreterek, kolektif otorite vesilesiyle değer yaratmaktadır. Meyer dünya-ekonomisi ve dünya-siyaseti diye ifade edilen küresel sistemlerin olmadığını, aksine bunların karşılıklı bir birini güçlendirerek değerler yarattığını iddia ederek Wallerstein'ın dünya-ekonomisi sistemini (ekonomi-dünyası) eleştirir. Meyer ekonomiye siyaseti de ekleyerek küreselleşme olgusunun dinamiğinin eğitim olduğuna dikkat çeker. Meyer'in teorisinde din kolektif otorite yaratmada kültürel bir güç olarak algılanmaktadır. Ona göre küreselleşme sadece ekonomik değil politik-ekonomik bir olgudur.4

Stackhouse'un da işaret ettiği gibi, bugün küreselleşmenin ekonomik faktörlerle yönlendirildiğini, dolayısıyla sorumluluğun kapitalizm olduğunu söylemek meseleyi çözmemektedir. Kapitalizmin arka planında nelerin bulunduğu ve bunların kapitalizmi nasıl yönlendirdiği de önemlidir. Çağdaş küresel kapitalizm, yeni organizasyonlar ve yeni yönetim formları, yeni teknoloji, politik ve legal düzenlemeler, eğitim, çocuk gelişimi, sosyal, kültürel ve dinî değerler gibi bir çok dinamiklerle ilintilidir. Fakat gerek kapitalizm gerekse Avrupa ve Amerika merkezli, kapitalist sistemin arka planını oluşturan entelektüel, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik-askerî dinamiklerin diğer insanların nasıl yaşadığına ve nasıl bir gelecek tahayyül ettiğine etkisi açıktır. İnsanlar Batı'nın hegomanyası sebebiyle çoğu zaman kendi tercihi olmayan etkiler tarafından kuşatılmış ve tahakküm altına alınmıştır. Stackhouse'un vurguladığı gibi, insanların bencillik, kibir, hırs ve hile ile hareket ettiği şu ortamda, din ve ahlak küresel süreçte bir denge unsuru olabilir.5

Wallerstein'ın dünya ekonomi sistemi teorisinin en ciddi münekkitlerinden biri de Ronald Robertson'dur. Robertson, Wallerstein'ı küreselleşme konusunun entelektüel bir oyun sahası, ideolojik tercihlerin yapıldığı, keyfî yorumlara müsamaha edilen bir alan haline getirmekle suçlamaktadır.6 Ekonomik sistemin arka planı ve dinamiklerine gerekli önem verilmediğinden dem vurarak, ekonominin kültürden bağımsız bir olgu olmadığının altını çizmektedir.7 Halbuki Robertson'a göre küresel alan bir bütün olarak sosyo-kültürel sistemdir. Bu alanın teşekkül etmesine katkıda bulunan bir çok unsurlar vardır. Medeniyetin gelişmesini sağlayan nitelikli kültürler, milletler, ulusal ve ulusaşırı hareketler ve organizasyonlar, milletleri oluşturan alt birimler ve fertler küresel sistemin parçalarıdır. Küreselleşme bir sosyal süreç olarak bu unsurların kendilerini küresel insanî şartlar çerçevesinde yeniden tanımlamaya zorlamaktadır. Bu sebeple, Roberson'a göre, küreselleşmeyi tahlilde indirgemeci bir tavırdan uzak durmak gerekmekte ve özellikle bunun sadece, ekonomi ve politikaya hasredilmesi ise tamamen yanlış olmaktadır. Aslında, ona göre, insanlığın tabii mirası olan çok kültürlülük, çağdaş küresel şartların oluşmasında inşaî ve aynı zamanda etkili bir rol oynamıştır.8

Ronald Robertson sadece iyi bir münekkit değil aynı zamanda küreselleşme konusunda teori geliştiren birkaç sosyal bilimcilerden biridir. Robertson küresel kültürün oluşmasının uzun bir tarihi geçmişi ve hatta bu oluşumda metafizik doktrinler ve dinlerin bile katkıları olduğuna inanır. Nasıl ki milli toplumlar diğer toplumların kültürel katkılarıyla oluşmakta, bunun gibi küresel kültür de milli toplumların birçok yönden katılımları ile oluşmaktadır.9

Robertson, şu anki küresel şartların beş safhada oluştuğunu iddia eder.

1- Oluşum Safhası: Avrupa'da XV. yüzyılın başlarından, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar süren ve ortaçağ toplum düzeninin zayıflamasıyla birlikte milli toplumların gelişmesinin gerçekleştiği dönemdir. Bu safhada Batı, Katolik Kilisesi alanını genişletmiş ve birey kavramı ve insanlık fikirleri vurgulanmaya başlanmış, ve aynı zamanda güneş merkezli kainat fikri, modern coğrafya kabul edilmiş ve modern takvim yaygınlaşmaya başlamıştır.

2- Başlangıç Safhası: Avrupa'da XVIII. yüzyılın ortalarından 1870’lere kadar süren safhadır. Bu safhada homojen ve üniter devlet fikrine dönülmüş, uluslar arası ilişkilerin netleşmesiyle vatandaşlık fikri ve daha somut insanlık kavramı oluşmaya başlamış ve Avrupalı olmayan toplumlar uluslar arası toplum olarak kabul edilmiş ve ulusalcılık ve uluslar arasıcılık akademik bir tema haline gelmeye başlamıştır.

3- Hareket Safhası: 1870’lerden 1920’lerin ortalarına kadar süren bu safhada küreselleşme temayüllerinin öne çıktığı tek bir uluslar topluluğu oluşturulmuş, külli bir insanlık kavramının teşekkülü ve modernite probleminin netleşmesi ve temalaşması tahakkuk etmiştir. Yine bu dönemde Avrupalı olmayan toplumlar uluslar arası oluşumlarda fazlalaşmış ve iletişim usulleri küresel olarak yaygınlaşmakla kalmamış aynı zamanda hızını da artırmış, ökümenik hareketler çoğalmış, Olimpiyat ve Nobel gibi dünya çapında yarışmalar ortaya çıkmış, modern takvim tamamen kabul edilmiş ve I. Dünya Savaşı vuku bulmuştur.

4- Hakimiyet Safhası: 1920’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına kadar süren bu safhada anlaşmazlıklar ve savaşlarla birlikte küreselleşme süreci hakimiyeti sağlamış, önce milletler ligi ve sonra Birleşmiş Milletler kurulmuş, ulusal bağımsızlığın prensipleri tesis edilmiş ve soğuk savaş dönemi, atom bombasının kullanılması ve “üçüncü dünya” fikrinin netleşmesi de bu dönemde tahakkuk etmiştir.

5- Belirsizlik Safhası: 1960’ların sonunda başlayıp 1990’ların başına kadar süren bu safhada küresel bir dünyada yaşadığımız şuuru artmış, aya seyahat gerçekleşmiş, post-materyalist değerler vurgulanmış, soğuk savaş sona ermiş, nükleer ve termo nükleer silahlar yaygınlaşmış, küresel müessese ve hareketlerin miktarı artmış ve çok kültürlülük ve çok etniklik problemleri ortaya çıkmış, sivil haklar meselesi küresel bir durum oluşturmuş, çevre problemleriyle birlikte insanlığın geleceğine dair endişeler artmış, sivil toplum ve dünya vatandaşlığı fikirlerine daha fazla ilgi duyulmaya başlanmış, küresel medya sistemi ve onun karşıtları yerlerini sağlamlaştırmışlar, küreselleşmeyi çözen ve yeniden inşa eden bir hareket olarak İslam zuhur etmiştir.10

Ronald Robertson'un belirsizlik safhası olarak nitelediği beşinci safhanın sonunda İslam'ı küreselleşmeyi çözen ve yeniden inşa eden bir unsur olarak zikretmesi oldukça manidardır. Çok değil belki de beş yıl sonra devrin sosyal bilimcileri altıncı safhayı küreselleşmenin yıkılışı olarak belirleyecekler ve bunu belki de Dünya Ticaret Merkezi'nin çökmesiyle başlatacaklar ve İslam'ın da siyasi, kültürel ve ekonomik açıdan aktif olduğu yeni bir dönemden bahsedeceklerdir.

Küreselleşmenin oluşum safhalarını kısaca ifade ettikten sonra, şimdi de Robertson'un küreselleşme teorisini ele almak istiyoruz. Ona göre küreselleşme, dünyanın küçülmesi ve bir bütün olarak dünya şuurunun oluşması ve bunun kültürel alanda izafileştirme süreci tarzında tarif edilebilir. Küreselleşme bir taraftan küresel bağımlılık (global interdependence) diğer taraftan da küresel bütünlük şuuru olarak sosyal alanda varlık kazanmaktadır.11 Robertson'a göre küreselleşme sadece ekonomik ve kültürel boyuta indirgenemez. O çok farklı boyutta birçok şeyi birden ihata etmektedir. Küreselleşmenin Robertson'a göre dört temel unsuru vardır: Milli devletler, benlikler, uluslar arası ilişkilerle oluşturulmuş dünya toplumlar sistemi ve beşeriyet. Bununla Robertson yeni bir dünya sistemi önermemekte aksine halihazırdaki küresel insanî şartların oluşumunu izah etmeyi hedeflemektedir. Bu unsurlar küresel şartların temelidir ve her biri diğer üçü tarafından sınırlandırılmaktadır. Mesela bu unsurlardan benlikleri ele alırsak, o önce bir toplumun üyesi olmakla sınırlandırılmakla kalmaz aynı zaman da, uluslar arası ilişkilerin dalgalanmasından etkilenir, diğer taraftan çevre problemleri söz konusu olduğunda tehlikeye maruz bir insan nesli olarak muamele görür. Bu sebeple, Robertson'a göre, XX. yüzyıl küreselleşmesi hem yerelliğin evrenselleşmesi ve hem de evrenselliğin yerelleşmesi tarzında tahakkuk etmektedir.12

İslam dünyası küreselleşme sürecinin seyrini tayin eden bir konumda olmadığı, yani failden daha çok meful olduğu için, önemli olan küreselleşmenin ne olduğu değil bizim dünyamızı nasıl etkilediğidir. Bu açıdan mesela Robertson'un küreselleşmenin milliyete dayalı toplumları yok etmeyeceğini aksine dünyanın bir çok yerinde çok uluslu toplumların yeniden belirmesine hizmet edeceğini söylemesi önemlidir. Bu bakımdan milli topluma bağlılık küreselleşmenin önemli unsurlarından biridir.13

Robertson'a göre küreselleşme kültürel ekonomik ve politik alanlarda eş zamanlı vuku bulan çok boyutlu bir süreç olmasına rağmen bu süreç zorunlu küresel bir entegrasyona doğru gitmemektedir. Şu anki dünyada mevcut olan ve gittikçe artan bağımlılık (interdependence) bir entegrasyon olarak telakki edilmemeli, o ne bir kültürel entegrasyon ne de sadece ekonomik bir olgudur. Bu bakımdan Robertson küreselleşmenin daha çok kültürel, politik ve dinî boyutlarının öne çıkarılmasını arzu eder. Ekonomik küreselleşme bürokratik rasyonalizmin karşı konulamaz güçleri tarafından farklılık ve çeşitliliği aynileştirme, standartlaştırmayı ifade etmek için McDonaldlaştırma kavramı ile ifade edilmektedir.14 Diğer taraftan Robertson'a göre, toplumların daha çok birbirine bağlı hale geldiği inancı ve ekolojik problemler, nükleer silahlar ve AIDS gibi hastalıkların yaygınlaşması dünya ve insan neslinin geleceğine dair endişelerin artmasına sebep olmakta bu da kültür, doktrin ve ideolojilerin izafileşmesini intaç etmektedir.15

Küreselleşme sürecini bir teori bağlamında izah eden sosyal bilimcilerden biri olan Niklas Luhmann küresel toplumun genel vasıflarını tespitin güçlüğüne ve özellikle ekonomik veya politik bir sistem çerçevesinde teorileştirmenin mahzurlarına dikkatleri çekerek, küreselleşmeyi somut bir sistem bütünlüğünün bütün dünyada vehmedilen varlığı olarak değil de, toplumsal yapının değişimi olarak izah eder. Bu anlamda küreselleşme moderniteye eşittir. Luhmann'a göre, modern ve küresel dünyayı, katmanlaşmış farklılıkların hakimiyetine dayanan bir toplumdan fonksiyonel farklılıkların hakimiyetine dayanan bir topluma geçiş tayin etmektedir. Mesela, modern öncesi toplumlar statü, zenginlik gücü oluşturan katmanları inşa etmekte, böyle bir toplumda ferdin bir kabileye veya soya mensup, köylü veya şehirli olma toplumdaki yerini tayinde oldukça önemliydi. Luhmann'a göre modernite geleneksel katmanlı toplumu yeniden inşa etmiş, eskiden alt sistemi oluşturabilme imkanı statü gruplarına aitken, şimdi modern toplumlarda aynı fonksiyonu fiil icra etmeye başlamıştır. Geleneksel toplumlarda soyluluk, ticaret ve rençperlik, toplumu oluşturan katmanları tayin ederken, şimdi politika, ekonomi, bilim, eğitim, din ve diğer sistemler toplumsal yapılanmayı belirlemektedir. Batı'da katmanlı toplumdan fonksiyonel topluma geçiş, aynı zamanda toplumun kültürel beklentilerini normatif (hükmî) söylemlerle tatmin etme yerine, kognatif (yorumsal) bir üslupla karşılama dönemini ortaya çıkarmıştır. Luhmann'a göre küreselleşmeyi gerçekleştiren işte bu toplumsal transformasyondur. Ekonomi, siyaset ve bilim bu fonksiyoner toplumun dinamiklerini oluşturan soyut sistemlerdir. Ekonomi para, siyaset, güç ve bilim ise hakikati kendine konu edinerek toplum yapısını belirleyen normatif soyut sistemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Teorik anlamda bu sistemler topluma bir çok imkanlar yaratarak daima bir değişimi ve bu değişimin yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Bu sebeple katmanlı geleneksel toplumlara nispetle fonksiyonel modern toplumlar daha dinamiktir.16 Modern dünyanın önemli özelliklerinden biri sosyal, ekonomik veya siyasi taşınabilir yapılar veya alt sistemler yaratmış olmasıdır. Küreselleşme bu anlamda, bu yapıların veya alt sistemlerin taşınarak Batı dışı toplumlara monte edilmesidir. Batı'nın Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki siyasî ve kültürel hakimiyeti sayesinde batılılaşmaya ikna edilmiş toplumlar ekonomi, siyaset eğitim alanında alt sistemleri kendi memleketlerinde yeniden üreterek küreselleşmeyi gerçekleştirirler.

Antony Giddens da, Luhmann gibi modernite ile küreselleşme arasında doğrudan bir ilişki kurmakta ve onu yerel hadiselerin binlerce kilometre uzaklıktaki olayları etkilemesi ve etkilenmesi neticesini doğuran sosyal ilişkilerin bir yoğunlaşması olarak görmektedir.17 Giddens'a göre küreselleşmenin birbiriyle irtibatlı dört temel boyutu vardır: Ulus devlet sistemi, kapitalist ekonomi, dünya askeri nizamı ve uluslar arası iş bölümü. Giddens'a göre, dünyanın ekonomik gücü kapitalist ülkelerin elinde olduğu için ekonominin kapitalist yapılanmasını da bu ülkeler gerçekleştirmektedirler. Aynı zamanda dünya siyasetiyle de alakalı olan bu yapılanma, Giddens'ın işaret ettiği gibi küresel çapta bütün iş faaliyetleri ve teşekkülünün yaygınlaşmasını mümkün kılmakta ve birkaç az gelişmiş ülkelerin bütçesine denk bir ekonomik güce sahip, dünya siyasetini de etkileyen uluslar arası şirketler ortaya çıkarmaktadır. Modern devlet ise bir sistem olarak bu ekonomik yapılanmanın bir güvencesi olmakla varlık kazanmaktadır. Bir taraftan ekonomik yapılanmanın bir neticesi olarak gözüken modern devlet kendi varlığını sağlamlaştırmakta ve diğer taraftan varlığı belirlenmiş sınırlar içinde egemenlik kavramı, otonomi ve bunların neticesi olarak da uluslar arası ilişkilerle taayyün etmektedir. Modern ulus devlet taşınabilir bir alt sistem olması bakımından, dünya çapında yaygınlaşmakla küreselleşmeyi gerçekleştiren bir unsurdur. Küreselleşmenin üçüncü boyutu ise organizasyon tekniklerinin, savaş endüstrisini ve aynı tür silahlanmanın yaygınlaşmasını mümkün kılan dünya askeri nizamıdır. Askeri gücün küreselleşmesi sadece farklı devletlerin askerî ittifaklar kurması tarzında algılanmamalı, aynı zamanda bizzat savaşın tabiatı ile ilgili olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. İnsanlığın yaşadığı son iki Dünya Savaşı, yerel hadiselerin nasıl küresel bir problem haline geldiğinin en önemli delilidir. Giddens'a göre küreselleşmenin dördüncü boyutu dünya çapında iş bölümü tarzında tezahür eder. Modern endüstride işin tabiatı, hammadde ve materyalin elde edilmesi, bölgesel uzmanlıklar, kabiliyetler bakımından iş bölümünü zaruri kılmaktadır ve bu da zorunlu olarak küresel bağımlılığı getirmektedir.18

Bizce doğrudan modernitenin tabiatı ile alakalı olan küreselleşme Robertson'un işaret ettiği gibi kültürel alanda dünyanın küçülmesi ve küresel bütünlük şuurunun oluşması neticesini doğurmuştur. Luhmann ise küreselleşmeyi geleneksel katmanlı toplumlardan modern fonksiyonel toplumlara geçiş olarak niteler. Luhmann'a göre modernite ekonomi, siyaset ve eğitim alanında taşınabilir modeller üretip bütün toplumlara moderniteyi yaygınlaştırarak küreselleşmeyi gerçekleştirmiştir. Giddens ise bu fikri daha da geliştirerek küreselleşmenin, modern ulus devlet, kapitalist ekonomi, iş bölümü ve askeri nizamda müesseseleşerek somutlaştığını vurgular. Küreselleşmeyi kısaca bu tarzda ifade ettikten sonra, şimdi asıl konumuz olan küreselleşme ve din konusunu ele almak istiyoruz.

Din ve Küreselleşme

Sosyal bir süreç olarak küreselleşmenin dinin teolojik sistemine ve toplumsal boyutuna etkisi ve dinin küreselleşmeye karşı direnci ve bizzat kendisinin küresel bir fail olarak sosyal hayatı yeniden yapılandırma teşebbüsü meselesini Peter Beyer'in konuyla ilgili tartışmaları çerçevesinde ele alacağız.

Peter Beyer'e göre din ve küreselleşme arasında tek yönlü bir ilişki yoktur, dolayısıyla çoğunlukla kabul edildiği gibi, küreselleşmenin hakim, dinin ise mahkum veya küreselleşmenin fail dinin ise meful olduğu tespiti doğru değildir. Diğer taraftan küreselleşmenin özellikle geleneksel toplumlarda esaslı paradokslar yarattığı da doğrudur. Bu ise tek yönlü bir süreç değildir; küreselleşme bir taraftan, geleneksel kültürel yapı ve ferdî kimlikleri tahrip ederken, diğer taraftan bazı yerel kimliklerin yeniden oluşturulmasına ve mevcutlarının canlanmasına etki etmektedir. Salman Rüştü hadisesinde olduğu gibi, din küresel sistemin gelişmesinde veya tersine toplumdan dışlanmasında etkin bir rol oynamaktadır. Beyer'e göre Salman Rüştü hadisesi küreselleşmenin bu iki yüzünü net olarak ortaya koymaktadır. Ona göre Müslümanlar Salman Rüştü meselesinde kutsal kabul ettikleri şeye hakaret edildiği ve küresel sistemde kendi inançlarına uygun bir yer verilmediği için reaksiyon göstermişlerdir. Bir taraftan, gayri Müslim güçler tarafından kurulan küresel sistem, İslam'ın özü olan Kur'an'ın vazgeçilmez kutsallığının, küresel sisteme uyumun karşılığında diyet olarak istemesine isyan ederken, diğer tarafta, Müslümanlar gösterdikleri reaksiyonla küresel sistemdeki eşitsizlikleri öne sürerek belli bir İslamî kimliğin canlandırılmasına da hizmet etmiş olmaktadırlar.19 Bu durumda dinin küreselleşme karşıtı bir olgu olarak mücadele içinde olması hem kendine küresel dünyada bir varlık kazandırmakta, hem de küreselleşmeye feth edilmesi gereken yeni hedefler tayin ederek onu tahrik etmektedirler.

Beyer'in din ve küreselleşme teorisi iki temel iddiaya dayanmaktadır. Bunlardan biri Talcott Parsons, Peter Berger, Thomas Luckmann ve Robert Bellah gibi sosyologların özellikle Batı toplumlarında dinin özelleştiği (privatizatin of religion) iddiasını kabul etmekte ve aynı zamanda kendi tezi olan dinin küreselleşme neticesinde "diğer"ini yani Şeytan'nını kaybettiği iddiasını ileri sürmektedir. Dinin özelleşmesi teorisi geleneksel dinlerin toplumsal alanda etkisini kaybederek daha ziyade şahsî alanda etkili olduğu anlamına gelmekte, bunu bir kısım sosyologlar dinin ferdileşmesine, diğer bazıları cemaat ruhunu kaybetmesine ve bir kısmı da dinlerin ahlakî birliği temin etmede başarısız olmasına bağlamaktadırlar. Aslında dinin özelleşmesi geleneksel dinî formların bir bütün olarak toplumu tayin etmede artık müessir olamaması demektir. Beyer dinin özelleşmesi iddiasını Luhmann'ın dinle ilgili olarak geliştirdiği fonksiyon ve icra kavramlarına dayanarak izah eder. Luhmann'a göre fonksiyon (function) ve icra (performence) dinin farklı iki boyutuna taalluk etmektedir. Luhmann, ibadet, huzur verme ve kurtuluşa ulaşma gibi dinin şahsi boyutuna, yani saf dini iletişime fonksiyon, ve dinin eğitim, sağlık, sosyal refah gibi sosyal alandaki faaliyetine de icra (performance) demektedir. İşte dinin özelleşmesi onun icra boyutunun zayıflayarak sadece bir fonksiyon olarak idrak edilmesiyle alakalıdır. Diğer taraftan dinin şahsileşmesi ile ahlakın toplumdaki yapısal rolünün azalması arasında da doğrudan bir ilişki vardır.20

Modernite ve küreselleşmenin dine müphem ve aynı zamanda da menfi etkileri olduğu açıktır. Bu sebeple geleneksel dinî ilgilerin azaldığını, sembol ve dinî mesleklerin ciddi itibar kaybına uğradığını rahatça ifade etmek mümkündür. Beyer'in de doğru olarak tespit ettiği gibi, Batı modernitesi kendi icadı olan kapitalist ekonomi, egemen devletlerle oluşturduğu politik yapı, dünya çapında yaygın bilimsel, teknolojik, sağlık, eğitim ve medya sistemleri ile varlığını hem somutlaştırmakta ve hem de küreselleştirmektedir. Bu müesseseler daha önce geleneksel toplumlarda var olan, yerel sistemlerin yerini almış, bu toplumların statü gruplarını oluşturan, soyluluk ve geleneksel normatif özellikler yerini, ferdî hürriyet, devlet ve rasyonel akıl yürütmeye bırakmıştır. Modern öncesi toplumlarda din ekonomik, sosyal, siyasal ve bilimsel bütün alanları ihata ederken, modern toplumlarda araçsal fonksiyonu olan özel sistemler geliştirildiği için din marjinalleşmiştir. Bu sistemlerin küreselleşmesiyle birlikte dinin sosyal alandaki tesiri zayıflamıştır. Bu gelişmelere dinlerin özellikle Hıristiyanlığın cevabı farklı olmuş, o kendini fonksiyonel alt sistem haline getirerek bu sürece olumlu cevap vermeye çalışmıştır. Mesela, otonom, legal ve politik sistemlerin ortaya çıkışıyla birlikte Katolikler kendi yapılarını da yeniden gözden geçirmişler, Protestanlar ve Katolikler yeni gelişen modern eğitim sistemi içinde yer almaya çalışmışlardır.21

Peter Beyer'in tespitine göre bilim, ekonomi ve siyasetin aşırı sekülerleşmesi neticesinde Hıristiyanlık kendini sosyal alanda etkili fonksiyonel bir alt sistem yapma çabasında başarısız olmuş ve böylelikle din sadece iman alanına münhasır kılınmıştır. Bu bakımdan bir inanç objesi olarak değil ama bir sistem olarak dinin geleceği küreselleşmenin doğuracağı sonuçlara bağlıdır. Beyer'in de işaret ettiği gibi din fonksiyonel alt sistemlerin başardığını kendi yapısı ve kendi tarihî sebebiyle başaramamış ve dolayısıyla küreselleşmeyle bir uyum sağlayamamıştır. Dinin tabiatı ve fonksiyonel ilişkileri bakımından kapitalist ekonomik sistem veya modern devlet sistemi benzeri küresel bir dinî sistem gelişmesi küreselleşmenin şu andaki safhası açısından, bizce pek de mümkün görünmemektedir. Fakat Beyer'e göre bu elbette hiçbir dinî küresel sistemin olmayacağı veya dinin sadece azınlığın şahsi bir ilgisi haline geleceği anlamına gelmemektedir. Modern ve küresel ortam dine bir taraftan negatif yaptırımlar yüklerken diğer taraftan yeni potansiyeller de yaratmaktadır. Şu andaki verilerden hareketle dinin güçlü ve küresel bir alt sistem ortaya koyması mümkün görünmemekle birlikte, küresel toplumda her şey uyumlu ve istikrarlı olduğu da söylenemez. Küresel toplum her geçen gün gücünün artmasına, toplumun her alanına uygun araçlar geliştirmesine rağmen, sosyal hayatta nüfuz edemediği kısımlar ve buralara taalluk eden problemler vardır. Şimdi küresel dünya ferdî ve grup kimliklerinin oluşumunda ortaya çıkan problemler, ekolojik tehdit, gelir dağılımında gittikçe artan eşitsizlik, güç dengesizliği gibi temel problemlerle karşı karşıyadır. İşte dinin geleceğini bu kötü durumda kendisine nasıl bir ders ve pay çıkaracağı tayin edecektir. Dolayısıyla meseleyi ideolojik olarak bakmamak gerekir zira, Beyer'a göre mesele ideolojik değil yapısal veya pratiktir.22 Eğer mesele gerçekten yapısal ise, dinin alternatifi yoktur ve yapacağı şeyi zorunlu olarak yapacaktır.

Beyer'in küreselleşme din ilişkisini tahlilde bir diğer önemli nokta da dinin kendi yapısı için zaruri olan "diğer"ini kaybettiği iddiasıdır. Beyer'e göre küreselleşme 1960’lardaki bazı teologların düşündüğü gibi, Tanrı'nın ölümüne değil şeytanın belirsizleşmesine sebep olmuştur. Küresel toplumlarda Tanrı hala diridir ve fakat ondan korkmak güçleşmiştir. Beyer'in tespitine göre küreselleşme kötünün ve şeytanın dinî yapıdan çıkarmakla dinin yeniden yapılanmasını zaruri hale getirmiş ve dolayısıyla geleneksel imanı taşıyan dindar kesimleri ciddi bir dilemmaya maruz bırakmıştır. Doğrusu bir taraftan çağdaş problemleri muhatap alma mecburiyeti diğer taraftan geleneksel teolojik yapıyı değiştirme gerekliliği, Meyer'e göre, dinle ilgilenen insanları muhafazakar ve liberal tercihlere zorlanmaktadır. Muhafazakar tercih, kötünün ve şeytanın var olduğu geleneksel dinî yapının devamını tasavvur ederken, liberal tercih kötülüğü ferdileştirmeden ve somutlaştırmadan daha çok soyutlaştırarak geleneksel yapının yeniden inşasını düşünmektedir. Liberal tercihe göre geleneksel dinî toleranssızlık ve yerel olanda ısrar kötülüğü ortaya çıkmaktadır. Halbuki kötülüğü izafileştiren dinî çoğulculuk ve Kurtuluş (liberation) Teolojisi küreselleşmenin dinî alana farklı bir yansımasıdır. Beyer'e göre küresel toplum daha somut bir gerçeklik haline geldikçe, liberal dinî tercih geleceğin eğilimi olarak daha da belirginleşmektedir. Diğer taraftan muhafazakar tercih ise sosyal alanda geleneksel Aşkın kavramını yeniden hakim kılmak ve toplumu normatif esaslar ile yapılandırmak istemekte ve bu teşebbüsü ile de, Beyer'e göre tehlikeli olmaktadır. Küreselleşen dünyada, hala bir yol olarak görülen muhafazakar tercihin Aşkın Varlık ve dinin geleneksel yapısıyla çok büyük problemleri yoktur. Fakat bu tercihin küresel sosyal yapılardaki hakim eğilimlerle ciddi problemleri vardır. Muhafazakar tercihin somut temsilcisi Amerika'daki bazı fundamentalist Hıristiyan gruplar ve İran devleti gösterilebilir.23 Tekrar ifade edilecek olursa, küreselleşme kötülüğü, tehlike ve fitneyi temsil edecek kafirleri ve yabancıları olmayan bir toplum yaratmaktadır. Halbuki ahlaki kuralların ontolojik temelleri ve en önemlisi de diğer dünyada kurtuluş anlayışı, iyi kötü ayırımının netliğine ve güçlülüğüne bağlıdır. Dolayısıyla, küreselleşme iyi ve kötü ayrımını belirsizleştiriyor ve, kötülük ve fitnenin somutlaştırılacağı toplumları yok ediyorsa bu uzun vadede dinin ontolojik temellerinin tahribi anlamına gelmektedir.24

Kısaca ifade etmek gerekirse, küreselleşme dine iki yönlü bir süreç olarak tesir etmektedir. Bir taraftan küreselleşme ve onu mümkün kılan ekonomik ve siyasal yapılanmanın sosyal ve ahlakî problemler ortaya çıkarması, yeni dinî hareketlerin doğmasına imkan hazırlayarak, küresel arenada dine manevra imkanı sağlamakta, diğer taraftan bu dinî hareketleri küresel şartlarda ciddi iletişim aracı olamamalarını sağlayacak toplumsal şartlara maruz bırakarak sınırlandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle küreselleşme hem dinin icra boyutunu canlandıracak sosyal ortamlar hazırlamakta ve hem de fonksiyonel yapısında (teoloji ve ibadet), ciddi tahribat yaparak onun küresel bir sistem olmasını engellemektedir. Robertson'a göre çok kültürlülüğün bir neticesi olarak dinin, dinî çoğulculuk bağlamında izafileşmesi ve Beyer'e göre küresel şartların oluşmasıyla birlikte şeytanını kaybetmesi, dinin özüne yönelik bir tahriptir. Dinin küresel şartlardaki konumu bu tahribe nasıl karşılık vereceği meselesiyle irtibatlıdır. Küreselleşme dini hem sınırlandırmakta ve hem de gelişmesine imkan hazırlamaktadır. Önümüzdeki asırda din küreselleşmenin kendisi için uygun gördüğü konuma, izafileştirilmeye ve özelleştirilmeye razı olacak mıdır? Yoksa kendine has küresel modeller üreterek toplumsal yapıyı ve kültürü bütünüyle inşa etmeyi mi deneyecektir.

Amerika ve Avrupa'da nevzuhur, Yoga ve Transendental Meditasyon, Krişna ve İlahî Işık Misyonu, Mooncukluk, Sayntoloji ve Feminist Kahincilik gibi yeni dinî hareketler ve bazı Yeni Hıristiyan Sağ'ı gibi Hıristiyan fundamentalistleri ve evancelik hareketler çağımızdaki değişim rüzgarını tespitte önemli bir mikyas olsalar da dinin özellikle geleneksel dinlerin geleceği ile alakalı sağlıklı bir tahminde bulunmada kullanılacak materyaller olamadığını düşünüyoruz. Dinin küresel toplumdaki konumu ile ilgili çok genel tespitlerde bulunmak gerekir ise şunları söylemek mümkündür: 1- Modern dünyanın zuhuru dindar toplumları krize sürüklemiştir. Geleneksel inançlar bilimsel eleştirilere tabii tutulmuş, ve farklı dünya görüşleri ortaya çıkmış ve ideolojik anlamda din bunlarla başa çıkamamıştır. 2- Dünyanın çok kültürlü küresel bir köy haline gelmesi bir biriyle çatışan durumlar yaratmış ve oluşan bu kaos ortamı bir taraftan antik geleneklerin canlanmasına fundamentalizm kisvesi altında yeniden dirilmesine imkan verirken, diğer taraftan sivil din ve milliyetçilik, dinî telfikçilik gibi hareketler ortaya çıkmıştır. 3- Bu durum insanlığı zorunlu bir tercihle karşı karşıya getirmiş, küresel köyde dinî gelenekle ya bir kaos ortamı ya da istikrarlı bir toplum yaratma, ya barışçıl bir dünyanın inşasına teşebbüs, ya da sosyal gruplar arasındaki çatışma ve vahşeti haklı bulma gibi hayatî bir tercihe zorlanmaktadır.25

Peki XXI. asırda neler olacak. Mesela Robertson geleneksel dinlerin ve yerli kültürlerin küreselleşmenin tehdidi altında olduğu iddialarına rağmen, dinin ve kültürün geleceğinin parlak olacağını savunmakta ve hatta küreselleşmenin geleneksel kültürü kuvvetlendirdiğini ifade etmektedir.26 Diğer taraftan çağın meşhur sosyologlarından biri olan Peter Berger ise şöyle demektedir:

XXI. yüzyılın çağımızdan daha az dindar olacağını söylemek için hiçbir sebep yoktur. Eski sekülerleşme teorilerini savunmaya devam eden bir gurup azınlık din sosyologları, modernleşmenin sekülerleşmeyi gerçekleştirdiğini, İslam ve Evancalik Hıristiyanlığın ise dinin son savunma hattı olarak daha fazla dayanamayacağını ifade etmektedirler. Nihayetinde sekülerleşme zafere ulaşacak demek, başka bir ifadeyle, İranlı mollalar, dindar Hıristiyan papazlar ve Tibetli Lamaların, Amerikan üniversitelerindeki edebiyat profesörleri gibi düşünüp ve onlar gibi davranacaklar demektir. Doğrusu bu hiç de ikna edici değildir... Dinde ferdî kişilikler birçok sosyal bilimcilerin ve tarihçilerin tahminlerinin ötesinde rol oynar. Ayetullah Humeynî olmadan da İran'da bir devrim gerçekleşebilirdi ve muhtemelen çok daha farklı olurdu. Çok güçlü bir dinî hareket başlatacak karizmatik bir liderin kimsenin tahmin edemeyeceği bir yerde ortaya çıkmayacağını kim bilebilir?27

Peter Berger'e göre, dinî his ve aşkın bir anlam arayışı, insanoğlunun kadim özelliği olması sebebiyle din insan ve onun toplumsal yaşamı için daima önemli olagelmiştir. Yine ona göre bu teolojik bir iddia değil, agnostik ve ateist filozofların bile kabul edecekleri antropolojik bir tespittir. Önümüzdeki yüzyılda, Berger'e göre, din siyasî hareketler için de önemli bir ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Anlatılan bir hikaye dinin politik alanda hala ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Adamın biri Belfast'tın karanlık sokaklarının birinden geçerken bir evden aniden fırlayan biri, kafasına silahı dayar ve sorar: Katolik mi yoksa Protestan mısın? Ben mi? der yolcu, doğrusu ben ateistim? Ya öyle mi? Şimdi söyle bakalım, Katolik ateist mi yoksa Protestan ateist misin?28

Küreselleşme ve İslam

Küreselleşme, ister toplumsal boyutta, geleneksel sosyal yapıyı inşa eden faillerin değiştirilerek, siyaset, ekonomi ve eğitim alanında taşınabilir alt araçlar veya modeller üreterek yaygınlaştırılması tarzında algılansın, isterse kültürel boyutta dünya bütünlüğü şuurunun oluşması veya dünyanın küçülmesi tarzında algılansın, dinî pratiklerin önemli bir kısmını sosyal alana hasreden, yani kendi varlığı ile dinî icrayı özleştiren İslam için büyük problemler ortaya çıkarmaktadır.

Aydınlanma düşüncesinden beslenen modernite ve modernitenin bir güç olarak ortaya çıkardığı küreselleşme hakim, İslam ise mahkum olduğu halde aralarında ciddi bir mücadele sürüp gitmektedir. Küreselleşmenin İslam'a önereceği en olumlu teklif, onun ekonomi ve siyasi müesseseler gibi araçsal bir alt birim olarak küresel şartlara entegre olmasıdır. Hıristiyanlığın dahi bir alt yapı olamadığı şartlarda İslam bunu başarabilir mi? Bununla birlikte İslam dinin özelleşmesine ve izafileşmesine imkan verir mi? Bunlar mümkün değilse İslam'ı ne tür bir gelecek beklemektedir? Şimdi bu konudaki tezimizi maddeler halinde ifade edelim:

1- İslam'ın küreselleşmeye cevabı Hıristiyanlığın cevabından tamamen farklı olacaktır.

Hıristiyanlığın teolojik yapısı ve tarihi varlığı bağlamında Aydınlanma düşüncesine ve moderniteye karşı tutumu esas alınarak modernite din ilişkileri hakkında genel hükümlerde bulunmak mahzurludur. Bu bakımdan Hıristiyanlığın başına gelenlerden hareketle İslam'ın aynı tecrübeleri yaşayacağını ve yaşaması gerektiğini ifade etmek doğru değildir.

Modernite ve onun bir neticesi olan küreselleşme Hıristiyan toprağında doğmuş ve gelişmiştir. Moderniteyi özü itibarıyla din karşıtı bir süreç olarak kabul edersek, onun Hıristiyanlığa rağmen var olması ve gelişmesi, aynı zamanda modernitenin inisiyatifi ele aldığını ve Hıristiyanlığı marjinalleştirdiğini ve Hıristiyan topluma hakim olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bu sebeple Hıristiyanlık kendi kontrolü dışında oluşan küresel şartların müsaade ettiği kadarıyla toplumsal planda varlık göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında İslam'ın konumu daha farklıdır. Modernite ve küreselleşme İslam topraklarında, İslam'a rağmen doğmamıştır. İslam topraklarına dışarıdan hulul eden yabancı unsurlardır; bu sebeple İslam'ın kendini ona göre konumlandırıp koruması gerekecektir. Aslında bu durumun İslam'a ciddi bir katkısı olmuş ve modernitenin harici bir unsur olması sebebiyle İslam teorik planda teolojik ve ahlakî bütünlüğünü koruyabilmiştir.

2- Dinî bütünlüğün Kur'an tarafından korunması, sosyal alanı inşaya müteallik prensiplerden taviz verilmesini zorlaştırmaktadır.

Küreselleşme bir taraftan dinlerin yeniden canlanmasına imkan verecek sosyal problemler ortaya çıkarırken diğer taraftan onların küresel bir sistem oluşturmasına da engel olmaktadır. Küreselleşmenin hem bir kültür ve hem de siyasal bir güç olarak İslam dünyasında ortaya çıkan bir çok problemin kaynağı olarak nitelendirilmesi, siyasal İslamî söylemin başarılı olmasına katkıda bulunmakta, diğer tarafta ise küreselleşme siyasal ve eğitim alanında kendi yapısal şartlarını İslam'a kabul ettirerek İslam'ın küresel bir model olmasına engel olmaktadır. Luhmann'ın kavramlaştırmasını kabul edersek dinin iki boyutu vardır. Bunlardan biri ferdin kendi kendisiyle ve ferdin Tanrı ile ilişkisini ihtiva eden inanç, ibadet boyutu. Luhmann buna dinin fonksiyonu demektedir. Diğer ise, dinin sosyal alana müteallik yaptırım ve prensipleri. Buna da, icra (performance) demektedir. Dinin özelleşmesi demek aslında dinin sosyal alandan çekilerek, sadece personel iletişim aracı olması demektir. Bu durum daha ziyade Hıristiyanlıkla alakalı olsa gerektir. Zira Hıristiyanlıkta dinin sosyal alana müteallik prensipleri dinî bünyeye İslam'daki gibi sağlam tarzda entegre edilmemiştir. Mesela, Luhmann'ın özellikle Hıristiyanlığı göz önünde tutarak, ibadeti ferdî bir komünikasyon tarzında takdim etmesi doğru olabilir. Fakat İslam söz konusu olduğunda, ibadeti sadece ferdî iletişim aracı olarak takdim etmek mümkün değildir. İslam'da ibadetlerin bir çoğunun toplumsal boyutu vardır. En ferdi ibadet olan namazın da cemaatle kılınmaya teşvik edilmesi, Ramazan’da, aynı anda Müslümanların oruç tutmasının, insanların maddi ve sosyal statülerini bırakarak aynı konuma getirme gibi önemli bir toplumsal boyutu vardır. Ekonomik bir ibadet olan zekat ve sadaka ve faizin yasaklanması, İslam'ın ekonomik yapılanmasına doğrudan müdahalesidir. Hac ise farklı ırk ve milletlerden, farklı statüdeki Müslümanların aynı gaye için aynı yerde, aynı kıyafette bir araya gelmesi, küresel İslam kardeşliğinin somutlaşmasıdır. Bununla birlikte İslam'ın sosyal alanı inşaya yönelik fıkha dair kuralları ve bunun tarihin belli bir dönem uygulanması İslam'ın özelleşmesini adeta imkansız hale getirmektedir. İslam'a özelleş demek, dinin yarısını inkar et demek anlamına gelir ki, İslam'ın Kur'anla ve gelenekle sağladığı kuvvetli entegrasyon sebebiyle bu mümkün görünmemektedir. Küreselleşme bir çok Müslüman toplumlarda olduğu gibi, İslam'ın sosyal alana dair prensiplerini uygulanamayacağı bir toplumsal ortam yaratabilir fakat Müslümanların dinin icra boyutunun dinin bir parçası olmadığı noktasında ikna edemez.

3- İslam geleneğinin kültür birikimi, ekonomik, siyasal ve eğitim alanında taşınabilir (evrensel) modeller üretebilme imkanı vermektedir.

Politik alanda, Müslümanların Hz Peygamber ve Dört Halife dönemine dinî ve siyasî açıdan ideal bir devir; ekonomik alanda ise zekatı ekonomik ibadet, faizin yasak ve ekonomik dayanışmanın (sadaka) gerekli olduğuna inanmaları; eğitim alanında medrese gibi müesseseleri kurup yaşatmaları, yeni model ve projeler tasavvur etmenin kaynağı olmaktadır. Müslümanların şuuraltında ideal devlet olarak Medine'yi, ideal toplum olarak, zekat verilecek fakiri olmayan ve fakat Gazzalî, İbn Sina ve İbn A'rabî gibi düşünürleri olan bir cemiyeti yeniden inşa etme tasavvuru devamlı olagelmiştir. Fakat mesele tasavvur edildiği kadar kolay değildir. Modernite politik, eğitim ve ekonomik alandaki İslamî modellerin uygulanabilir tek zemini olan geleneksel toplum yapısını değiştirdiği ve aynı geleneksel yapıyı yeniden inşa etmek mümkün olmadığı için, İslam'ın bu alanlarda uygulanabilir modeller üretmesi şu anda mümkün görünmemektedir. Mesele sadece toplumsal zeminin kaybedilmesi değil, asıl mesele bir din olması bakımından İslam'ın üreteceği modellerin kendi inançlarıyla sınırlı olmasıdır. Küreselleşme sosyal bir gerçektir; bu gerçekliği hesaba katmadan artık hiçbir şey yapılamaz olmuştur. Kapalı toplumlar dönemi bitmiştir, İslam doğru ve geçerli olabilmesi için toplumsal planda ürettiği modeller taşınabilir, yani her topluma uygulanabilir olmalıdır.

İslam XXI. yüzyılda, ekonomi, politika ve eğitim alanında taşınabilir modeller üretebilir mi? Bu soruya Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır şöyle cevap vermektedir.

"Bana evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri verildi" hadisi şerifinden müteban olduğu üzere Aleyhissalatüvesselam Efendimiz evvelin ve ahirinin ulumuna mazhariyetle mümtaz idi. Onun varisi olan ümmetin de bu mazhariyette bulunması iktiza eder. Bu sayededir ki, o ümmet, ümmeti saire için mabihil istişhad olacak bir kemali haiz olabilir. Serveti ilmiyyesi tam olan milletlerin ölüsü de dirisi de mileli nakısanın merci medenisi olagelmiştir. Milleti İslam, "Sizi insanlığa şahitler olmanız için vasat bir ümmet yaptık (Bakara; 143), sırrına mazhar olmak için "Ve Rasülün de size şahit olması için" müeddası mucibince Hazreti Rasulüllahı mabihil istişhad ittihaz edebilmeli, ümem-i saireden istiğna ile istiklali tamma sahip olmalıdır.29

Yeniden ifade etmek gerekirse, Hz. Peygamber sadece kendi ümmetine değil diğer milletlere de örnek olacak bir kemale haizdi. Bu sebeple ona ümmet olan Müslümanların da diğer milletlerin her bakımdan örnek alabilecekleri nitelikli bir hayat standartlarına ulaşmaları beklenir. Zira ilmî serveti tam olan milletler hayatta olsun olmasın ilim ve irfanda geri kalmış milletlerin uygarlığa ulaşmada daima önderlik etmişlerdir. Bu sebeple Bakara Suresi 143. ayette ifade edildiği gibi diğer milletlere örnek olabilmek Müslümanlığın bir gereğidir. Bunun için diğer milletleri örnek almaktan vazgeçmeli ve tam bir istiklale kavuşabilmek için Hz. Peygamberi örnek almalıdır, demektedir.

İslam düşüncesinin politika, ekonomi ve eğitim alanında taşınabilir yani evrensel modeller üretebilmesinin önünde İslam inancı ve modernitenin oluşturduğu toplumsal zemin gibi iki temel engelden bahsetmiştik. İslam düşüncesi bu iki engeli aşabilir mi? Bu alanlarda sadece Müslümanlara doğru ve makul gelen ve sadece onlar için geçerli modeller yerine inanıp inanmayan herkes için geçerli ve modern karşıtlarından da daha iyi modeller geliştirebilir mi? İkincisi İslam bu tür modellerin uygulanabilmesi için zarurî olan bir sosyal zemini oluşturacak toplumsal talebi nasıl gerçekleştirecektir? Bence İslam birinci engeli aşacak evrensel prensipleri haizdir. İslam, Müslüman olsun olmasın herkese uygulanmasını istediği adalet prensibi ve zekat ve sadaka ile hedeflediği ekonomik denge, üstünlüğün sadece ahlakî kemalde olduğunu vurgulayarak her türlü, sınıfsal ve ırkî imtiyazları yok sayan sosyal eşitlik İslam'ın üretebileceği evrensel modellerin temel prensipleri olabilirler. İkinci engeli aşabilmenin, yani İslamî modellere sosyal zemini oluşturacak toplumsal talebin ortaya çıkmasının iki önemli şartı vardır. Birincisi mevcut modern- küresel modellerin gerçekte başarısız olması gerekir. Diğer şart ise, mevcut sistemlerden daha iyisinin olduğu ve olabileceğinin en azından Müslümanların zihinlerde bulunması gerekir.

Bizce küresel sistem özellikle ekonomik eşitsizliğin ve istismarın kaynağıdır ve bu anlamda başarısızdır. İsterseniz Dünya Bankası "Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 raporunu dinleyelim:

Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam gelirinden daha fazla ve bu 200 zenginin 112'si Amerikalıdır. Dünyadaki en zengin 3 Amerikalının servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin gayri safi millî hasılasından daha yüksektir. Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla, en zengin ülkesinde kişi başına düşen milli gelir 228 kat daha fazladır. Bu gün 89 ülke son 10 yıl içinde 23 kat daha yoksullaşmış, ve yine son 10 yılın verilerine göre refah düzeyi yükselen ülkeler: ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya olmuş ve bunlar uluslararası üretimin yüzde 86'sını, uluslararası ticaretin yüzde 82'sini kontrolleri altında tutarken, en yoksul 48 ülke ise ancak yüzde birini kontrol eder hale gelmişlerdir. 1997/1999 yılları arasında tüm dünyanın ürettiği toplam gelirin yüzde 58'i Amerika'ya gitti. Dünyanın en yoksul 83 ülkesinin son 7 yıl içinde ödedikleri dış borç faizi, anaparanın 5 katına ulaşmış ve en gelişmiş 7 ülke dünya nüfusunun yüzde 11'ini oluşturmasına rağmen dünya toplam GSMH'sinin 2/3 almaktadır. Dünya mafyasının kontrol ettiği toplam sermayenin 8.4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmekte ve bunun % 70'inin Amerikan mafyası tarafından kontrol edildiği anlaşılmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu'na göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını asgari düzeyde çözebilmek için gerekli para sadece 13 milyar dolardır... Her yıl açlık yüzünden dünyada 38 milyon insan ölmekte, 800 milyon insan ise kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. New York şehrinin elektrik tüketimi, bütün Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin yarısından daha fazladır.30

Küreselleşmenin en özlü ifadesi budur ve dünyada hiçbir akıl, izan, irfan ve insaf sahibi bunun ideal ve başarılı bir sistem olduğunu iddia edemez. Küreselleşme ahlaki ve insanî alanda başarısızdır. Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılışı, veya Amerika'nın "uçaklanışıyla" başlayan bu süreç, eğer gerçekten küresel sistemin sonunu getirecek ise o zaman bu boşluğu en azından ideolojik bazda dolduracak bir halefin de belirlenmesi gerekmektedir. Küresel güç doğrudan Müslümanları hedef almakla kim bilir bir bakıma kendi halefini de tayin etmiş olmaktadır. Küresel sistem bırakın insanlığı, kendi insanının beklentilerini bile tatmin etmekten uzaktır ve bu açıdan bakıldığında küreselleşme başarısızdır. Fakat Müslümanlar kendilerini küresel sisteme alternatif görüyorlar mı? Benim bu soruya cevabım müspettir.

4- Teorik planda Kur'an ve ondan mülhem prensiplerin tarihî uygulamaları, "İslamî" dinî çoğulcuğun imkanını hazırlamışlardır.

Küreselleşmenin bir din ve dünya görüşü olan İslam karşısına çıkardığı en ciddi zorluklardan biri çoğulculuktur. Sosyal ve dinî çoğulculuk küresel sosyal şartların dayattığı bir gerçekliktir. İslam bu çağa yönelik düşünce ve teoloji, aynı zamanda bir toplum inşası tasavvur ediyorsa bu gerçekliği hesaba katmak zorundadır. Mesela Kurtz, İslam dünyasının dinî çoğulculuk ve bilimin ortaya çıkardığı teolojik problemler olarak iki farklı fenomene nasıl karşılık vereceğini tam olarak kestiremediğini söylemektedir.31 İslamî düşünsel birikim henüz bu konularda ciddi teoriler üretecek düzeyde değildir. Fakat bu durum bizim İslam geleneğine bakarak bazı tahminlerde bulunmamıza da engel olmamalıdır. Bizce İslam hem düşünsel planda hem de sosyal alanda dinî çoğulculuğu geçekleştirebilecek potansiyeli haizdir. Kur'an'ın vahyi evrensel kabul ederek, her ümmete gönderilen hakikatle kendini özdeşleştirmesi ve Yahudi ve Hıristiyanlara ehli kitap kavramı çerçevesinde özel bir statü vermesi ve daha sonra bu statünün Zerdüşt ve Hinduları içine alacak tarzda genişletilmesi ve tarihî olarak Endülüs ve Osmanlı'da bir arada yaşama sisteminin başarıyla uygulanması, İslamî teolojik ve sosyolojik dinî çoğulculuğun kaynağını oluşturmaktadır.

İslam küreselleşmenin bir gereği olarak dinî çoğulculuğu onaylarken teolojik anlamda izafileşmekten kurtulabilecek mi? Diğer taraftan sosyal alanda eşitlik ve çoğulculuk adına insanları mümin, kafir ve münafık gibi iman esaslı sınıflamalardan gerçekten vazgeçebilecek mi? Bunlar küreselleşmenin İslam düşüncesine dayattığı büyük problemlerdir. Aşıp aşamayacağını zaman gösterecektir. Fakat biz İslam geleneğinin kültürel birikimine ve İslam düşüncesinin yapısına bakarak ancak bazı tahminlerde bulunmamız mümkündür.

Kur'an'a ve Hz. Peygamberin uygulamalarına dayanılarak oluşturulan zımmî statüsü ve bunun, Endülüs Emevi Devleti'nde ve Osmanlı'da uygulanan millet sistemi sosyolojik anlamda çoğulculuğun başlangıç noktası olmuştur. Buradan hareketle, küresel şartlar esas alınarak küresel köyün bütün meskunlarını entegre edebilecek çok hukuklu ve çok kültürlü bir sistem veya model geliştirebilir. İslam geleneği bunun hem pratik ve hem de düşünsel birikimini haizdir. İslam teolojisinin teorik anlamda bir nevi izafiliği kabul etmeden dinî çoğulculuk oluşturması biraz daha zor görünmektedir. Fakat bu konuda son zamanlarda yapılan çalışmalar ve özellikle Perennial Felsefe etrafında toplanan ve içlerinde Seyyid Hüseyin Nasr gibi düşünürlerin de bulunduğu bir gurup entelektüel bunun zor olsa da, imkansız olmadığına işaret etmektedirler. Nasr'a göre:

İnsanlığın bugünkü dinî ve manevî boyutunun yeni ve gerçekten de önemli bir yönü de dinî ve kutsal dünyaların sadece arkeolojik, tarihî gerçekler ve fenomenler olmayıp aksine dinî realite olmasının ortaya çıkmasıdır. Fakat insanoğlu bir güneş sistemi içinde yaşamak ve onun kanunlarına uymak mecburiyetinde olmasına rağmen, diğer güneş sistemlerinin ritim ve harmonisini fark etmekle de var olduğunu bilir ve her birinin farklı gezegen sistemlerinin büyüleyici güzelliklerini müşahede eder. Fakat bir gezegen sistemi içinde yaşayan için, o tek ve yegane gezegen sistemidir. İnsan elbette kendi gezegen sisteminin güneşiyle aydınlanacak ve buna rağmen manevî yetkinliğinin gücüyle ve "orada olmadan" ve sezgisiyle bilir ki her güneş sisteminin bir güneşi vardır. Bu hem o güneş sisteminin güneşi, hem de bütün güneş sistemlerinin Güneşi'dir. Her sabah şafakla yükselen ve dünyamızı aydınlatan Güneş neden yegane Güneş olmasın?32

Nasr burada dinleri gezegen sistemlerine peygamberleri de Güneş'e benzeterek teolojik anlamda bir dinî çoğulculuğa işaret etmektedir.

5- İslam ahlakı toplumsallaştıracak bir cemaat yapısına maliktir.

Küreselleşme ekonomik ve sosyal planda gayri adil bir sistemin ve buna bağlı bir çok problemlerin kaynağı olduğu görüşünün yaygınlaşmasının bir neticesi olarak küresel etik tartışmaları öne çıkmaya başlamıştır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal problemlere ancak küresel bir etik anlayışının yaygınlaşmasıyla çare bulunacağı inancı bu yeni gelişmenin en önemli dinamiğidir. Bu konuda üretilen literatürün temel amacı rasyonel argümanlarla insanları ikna etmektir. Bizce ahlakî davranışları kazanma tamamen rasyonel bir süreç değildir. Dolayısıyla küresel etik tartışmaları kendisinden beklenen insanlara ahlakî davranışlar kazandırma hedefinde kolayca başarılı olacağa benzememektedir. Fert kimliğini ve şahsiyetini kazanırken bir gelenek içinde çoğu zaman rasyonel görünmeyen ahlaki prensipler adeta dikta ettirilir. Modernite ve onun bir neticesi olan küreselleşme dinî geleneklerin cemiyet yapısını tahrip ederek bir nevi ahlakın var oluş zeminini bozmuştur. Bu anlamda küresel etik arayışları bir tartışmadan öteye gitmeyecektir. Stackhouse'un da işaret ettiği gibi, bu yeni olgu, küresel kapitalizmin zaferi olarak, az gelişmiş ülkelerin istismarı, çevrenin kirlenmesi, her türlü kaynak ve ilişkilerin satılık meta haline getirilmesiyle birlikte dünya çapında eşitsizlik yaratılmasına ve kültürel homojenlik adına bölgesel farklılıkları tahrip etmesine sebep olmaktadır. Eğer durum geçekten bu ise, bir çok insanın küreselleşmede teolojik ve ahlaki bir değer görmemesi gayet doğaldır ve bu durumda, halefleri nasıl faşizm ve komünizmle nasıl savaştı ise devrin insanı, küreselleşmeye karşı öyle savaşacaklardır.33

İslamî dünya görüşünde alemin ve yani cemiyetlerin nizamı ancak ahlaki esasları yerine getirmekle gerçekleştirilir. Alemin nizamı ahlakla olur. Nizamı alem kavramı bir küresel dünya vizyonudur. Sadece cemiyetlerin değil, aynı zamanda şu maddi dünyanın, görünür ve görünmez bütün alemlerin düzeni ve devamı ancak manevi ve ahlakî prensiplerle mümkün olmaktadır. Kur'an ahlakî ilkeleri hiçe sayan cemiyetlerin nasıl yıkılıp harap olduklarını anlatan kıssalarla doludur. İslam dünya görüşünde kainatın nizam, yani küresel bir sistem ancak ahlakî ideali kendi benliklerinde somutlaştıran yüce şahsiyetler, tasavvuf lisanıyla konuşacak olursak, evtad, aktap, kırklar, yedilerin varlığı ile mümkün olmaktadır. 1990’lardan sonra, Roberson'un işaret ettiği gibi, ahlaki ilkeleri ihmal etmekle dünya bir belirsizlik safhasına girmiş ve bu kaostan ancak ahlakî prensipleri esas alan bir sistemin yeniden inşası ile çıkacaktır.

İslam dinî yapısı, geleneği ve inananlarına sağladığı manevî güçle, hâlâ rasyoneliteye müracaat etmeden ahlaki davranışlar kazandırma özelliğini koruyan belki de tek dindir. Bu sebeple küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sosyal problemlerin mutlaka çözülmesini tasavvur eden sosyal bilimcilerin çoğu, kendi şahsiyetlerini oluştururken bu tür bir süreçten geçmedikleri için bunun ehemmiyetini anlayamamışlardır.

Sonuç

Ekonomik ve sosyo-kültürel bir süreç olarak varlık kazanan küreselleşme, sadece günlük hayatımızı değil aynı zamanda tasavvur ve tahayyülümüzü dahi etkilemektedir. Küreselleşme yapısal olarak yerli kültürleri ve dinî etkilemekte ve onları yeni formlar benimsemeye zorlamaktadır. Bu meyanda batılı sosyal bilimcilerin küreselleşme karşısında İslam'ın konumu ve davranışı konusundaki tespit ve tahlillerini itiyatla karşılamak gerekir. Onları ne tamamen ret ne de kolayca kabul etmeliyiz. Batılı sosyal bilimciler küreselleşmenin bir din olarak İslam'a etkisi hususundaki tespitlerinde genelde haklı olmalarına rağmen, İslam'ın küreselleşmeye nasıl cevap vereceği konusundaki tahmin ve beklentilerin de, İslam'ın teolojik ve manevi yapısına yeterince vakıf olamadıkları ve bu noktada İslam'ı Hıristiyanlıkla özdeşleştirdikleri için, çoğu zaman hatalıdırlar. İslam ve küreselleşme münasebetini ve hatta mücadelesini şu şekilde özetlemek mümkündür.

1- Küreselleşme yabancı bir güç olarak İslam'ın sosyal alanı inşayı hedefleyen prensiplerinden vazgeçmesini ve yani Luhmann'ın icra dediği boyutunu modernite emrine teslim etmesini istemektedir. Kur'an, sünnet, en genel anlamda İslam geleneğinde sosyal olanla dinî olanın adeta bir birine yapışık olması sebebiyle, küreselleşmenin bu talebini İslam kendi varlığına bir tehdit olarak algılamakta ve buna İslamî radikalizm ve fundamentalizm ile karşılık vermektedir.

2- Küreselleşme, toplumları bir birine yakınlaştırarak veya çok kültürlü toplumlar oluşturarak dinin mutlaklık iddiasından vazgeçmesini ve izafileşmesini talep etmektedir. Bu durumda İslam ise geleneğine dönmekte, tarihte çoğulculuğu başardığı iddiasıyla hem geleneği yeniden canlandırmakta ve hem de daha üstün olduğu psikolojini güçlendirmektedir.

3- Küreselleşme dinin, ekonomi ve siyaset gibi bir alt sistem olarak global dünyaya entegre etmek istemektedir. İslam ise hayatı bütünüyle kuşatma cehtinden dolayı ekonomi ve siyaseti de içine alan bir bütünlük iddiasıyla hatta diğer kültürleri alt sistem olarak entegre etmek istemektedir. Kendi evrensellik iddiasından dolayı global sisteme tam bir rakiptir. Bu sebeple onun bir tamamlayıcısı veya unsuru olmayı reddetmektedir.

4- Küreselleşeme kendi varlığını ekonomi, siyaset ve eğitim alanında taşınabilir modeller üreterek devam ettirmekte ve aynı zamanda yaygınlaştırmaktadır. İslam'ın ekonomi, siyaset ve eğitim alanında dinî yapısından kaynaklanan kendine has projeleri olduğu için mevcut yapıyı tamamen meşru kabul edememektedir. Sistemle bir nevi kan uyuşmazlığının sebebi olan bu prensipler Müslümanları ekonomi, siyaset ve eğitim alanında bir taraftan alternatif arayışlarına sevk ederken diğer taraftan onların sisteme yabancılaşmasına da sebep olmaktadır.

1. Max L. Stackhouse, "General Introduction" içinde God and Globalization: Religion and the Powers of the Common Life, Trinity Press International, Pennsylvenia 2000, s. 8.

2. Ronald Robertson, Globalization: Social Theory and Global Culture, Sage Publications Ltd, London 1992, s. 8-9.

3. Robin Williams, Towards 2000, Chatto and Windus, 1983, s. 117.

4. Peter Beyer, Religion and Globalization, Sage Publications, London 1994, s. 21-26.

5. Stackhouse, a.g.m., s. 25.

6. Robertson, a.g.e., s.49.

7. Robertson, a.g.e., s. 66.

8. Robertson, a.g.e., s. 61.

9. Robertson, a.g.e., s. 113.

10. Robertson, a.g.e., s. 58-59.

11. Robertson, a.g.e., s. 8.

12. Robertson, a.g.e., s. 104.

13. Robertson, a.g.e., s. 121.

14. Ronald Robertson, "Globalization and the Future of 'Traditional Religion'" içinde God and Globalization: Religion and the Powers of the Common Life, Trinity Press International, Pennsylvenia 2000, s. 55.

15. Robertson, a.g.e., s. 87.

16. Beyer, a.g.e., s. 33-41.

17. Antony Giddens, The Consequences of Modernity, Polity Press, Cornwall 1990, s. 64.

18. Giddens, a.g.e., s. 70-77.

19. Beyer, a.g.e., s. 3.

20. Beyer, a.g.e., s. 82.

21. Beyer, a.g.e., s. 103.

22. Beyer, a.g.e., s. 104-105.

23. Beyer, a.g.e., s. 90-92.

24. Beyer, a.g.e., s. 72

25. Lester Kurtz, Gods in the Global Village: The Worlds Religions in the Sociological Perspective, Pine Forge Press, London 1995, s. 19.

26. Robertson, a.g.m., s. 53.

27. Peter L. Berger, "Secularism in Retreat" içinde Islam and Secularism in the Middle East, der. Azzam Tamimi, John L. Esposito, Hurst and Company, London, s. 46-47.

28. Berger, a.g.m., s. 48.

29. Elmalılı Hamdi Yazır, "Ba'de za" içinde Makaleler I, s. 242.

30. Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2000, s. 7-18; Dünya Bankası Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 Raporu, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu, Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Der: Veysel Bozkurt, Zafer Ertürk.

31. Kurtz, a.g.e., s. 178.

32. Nasr, Knowledge and The Sacred, State University of New York Press, Albany 1989, s. 296.

33. Stackhouse, a.g.m., s. 19.

Yukarı



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Küresel din anketi (1) Dergilerin elektronik ortamla tanışması yeni değil. Fakat özellikle bizde, ihtisas gerektiren alanlarda, elektronik dergi yayıncılığı çok çok yeni. Benim gibi gençliğinde dergiciliğe ucundan kıyısından bulaşmış orya yaş kuşağındaki kimseler, bu durumu görüp iç geçirirlerse onları anlarım.

Milel ve Nihal, http://www.dinlertarihi.com'un yayın kurulunun yarıyıllık olarak yayınladığı elektronik bir dergi.

Adresini verdiğim siteyi oluşturan akademisyenler kendi alanlarının iyileri. Dinler Tarihi alanında geldiğimiz yüz ağartıcı noktanın somut göstergesidir onlar. Bana asıl ürünlerini bundan sonra devşireceğiz gibi geliyor. Allah yollarını açık etsin.

Elektronik dergiye isim olarak seçilen "Milel ve Nihal", bu başlık altında medeniyetimizin ürettiği koca bir edebiyatın da adı. Şehristani'nin el-Milel ve'n-Nihal'inden, Endülüslü allame İbn Hazm'ın el-Fasl fi'l-Milel ve Ehvai ve'n-Nihal'inden bu alana ilgi duyan hangi ilim adamı müstağni kalabilir?

Milel ve Nihal'in ilk sayısının kapağını elektronik posta kutumda görünce, hemen bunları hatırladım. Derginin ilk sayısında, alanının uzmanı isimlerin birkaç dolgun makalesi yer alıyor. Dinler tarihiyle ilgilenenlerin mutlaka okumaları gerek.

Fakat dikkatimi en çok, derginin sayfaları arasında tercüme edilerek yayımlanan Küresel Din Anketi çekti. Bu anketin değil tamamını, mükellef bir özetini yayınlamak için bile bu köşe kafi gelmez. Yayınlandığı kadarıyla anketi okumak isteyenleri ilgili elektronik dergiye havale edip, ben burada bazı ilgi çekici soru ve cevapları vermekle yetineceğim.

Anket, Amerika'daki Rochester Üniversitesi ve Zogby isimli uluslar arası bir kurumun ortak çalışmasıymış. Ekleriyle beraber 108 sayfa olarak Ekim 2003'de kamuoyuna sunulmuş. Anketin gerekçesi, televizyon, Internet gibi teknolojik araçlar vasıtasıyla insanların, bir çok din ile karşı karşıya geldiği ve bunların hangi noktalarda birbirine yakın, hangi noktalarda da birbirinden ayrıldığı ile ilgili tam olarak bir bilginin olmaması şeklinde açıklanıyor. Bu çalışmanın, dinlerle ilgili bu tür bir araştırmanın olmadığının görülmesi üzerine, bu boşluğu doldurmak amacıyla yapılmış bir gayretin sonucu olduğu belirtilmekte.

Anket, Hindistan (Hindu ve Müslüman), Peru (Katolik), Rusya (Ortodoks), Suudi Arabistan (Müslüman) ve Güney Kore'deki (Budist ve Hıristiyan) 600'er kişiye, İsrail (Yahudi, Müslüman, Dürzi)'de 593 kişiye ve Amerika'daki (Katolik, Genel Protestanlar ve Evanjelik kilisesi) 795 deneğe uygulanmış.

Bazı cevaplar bize çok ilginç geldi. Anket din konusunda olmakla birlikte siyasilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, Rusya'da anketi cevaplayan bazı deneklerin tutuklandığı notu yer alıyor.

Bize ilginç gelen cevaplardan bazılarını sorularıyla birlikte alıntılayalım. Değerlendirme hakkımızı gerektikçe kullanırız:

Yedi ülkeden seçilmiş olan deneklere, toplu ibadet, kişisel veya ailevi hastalık, evlilikle veya aile ile ilgili problemler, iş ve ekonomik durumla ilgili sorunlar, ulusal ve uluslar arası krizler, evlilik veya çocuk sahibi olmak gibi mutlu olaylar, kişisel bir başarı, keder veya acı gibi durumların hangisinde, dini duyguyu daha çok hissettikleri sorulur?

Hindistanlılar'ın % 49'u, toplu ibadet esnasında diyerek, toplu ibadet ile ilgili kategoride, diğer ülkelerin önünde yer alırken; Rusya bu kategoride, en düşük orana (% 3) sahiptir. İş ve ekonomik durumla ilgili kategoride, Amerika (% 1) ve İsrail (% 2), en düşük oranı oluşturur. Hindistan'lı Müslüman (% 47) ve Budistler (% 50), toplu ibadette daha çok dinî duyguyu hissettiklerini belirtirken; İsrailli Müslümanlar'ın % 34'ü, Yahudiler'in de % 17'si toplu ibadeti önemli görmektedirler. Ruslar'ın % 32'si bireysel veya ailevi hastalığı, % 15'i acı ve keder anlarını, % 14'ü ise iş ve ekonomik durumu öne çıkartırlar

"Benim dinim, Tanrı'ya götüren tek doğru yoldur"; "benim inancıma benzer inanç öğretilerini paylaşan diğer dinler de Tanrı'ya götürebilir" ve "benim dinim, Tanrıya ve kurtuluşa götüren yollardan biri olup hemen hemen tüm dinler, Tanrıya ve kurtuluşa götürür" şeklinde üç şıktan birini seçmeleri belirtilen deneklerden,

Suudi Arabistanlılar'ın % 80'i, Güney Koreliler'in de % 48'i, kendi dinlerinin Tanrıya götüren tek yol olduğunu belirtirken; Amerikalılar'ın % 51'i, Ruslar'ın % 41 ve Hindistanlılar'ın % 33'ü bağlı oldukları dinin, Tanrıya götüren yollardan biri olduğunu söyler. Buna ek olarak Amerikalı Protestanlar'ın % 61'i, Katolikler'in % 63'ü; İsrail'deki Müslümanlar'ın da % 55'i, bağlı oldukları dinin, Tanrıya götüren yollardan biri olduğunu söyler. İsrail'deki Yahudiler'in % 27'si, Güney Kore'deki Budistler'in de % 29'u, bu soruya 'emin değiliz' diye cevap verir.


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Küresel din anketi (2) Bir önceki yazımda Dinler Tarihi alanında büyük bir boşluğu doldurduğuna inandığım elektronik dergi Milel ve Nihal'den söz etmiştim (http://www.dinlertarihi.com). Dinler Tarihi alanında göz dolduran (ve dahi şirazesi olan) çalışmalara imza atmış bulunan Prof. Dr. Şinasi Gündüz editörlüğünde elektronik olarak yayımlanan derginin ilk sayısında yer alan ABD'de yapılmış bir anketten seçtiğim soruları köşeme taşımıştım.

Köşemi aynı çalışmaya bir kez daha ayıracağımı başlığın sonuna (1) koyarak, zımnen taahhüt etmiştim. Bugün o taahhüdümü yerine getireceğim.

'Dinler'in kendi aralarındaki çakışma ve çatışma noktaları, diyalog ve uzlaşma arayışları ayrı bir bahis. Fakat dinlerin küresel ölçekte nasıl bir seyir takip ettikleri, geleceğin dünyasını ve Batı modernizminin geleceğini göstermesi açısından hayli önemlidir.

Bu anket bize küresel ölçekte yükselen ve alçalan değerlerin tesbiti konusunda ipuçları verebilir. Özellikle bazı rakamlar gerçekten de yaygın kanaatlerin hiç de gerçeği aksettirmediğini ortaya koyma açısından hayli manidardır.

Anketten seçtiğimiz bölümlere geçelim.

Ne kadar sıklıkla ibadet ettikleri sorulan deneklerden;

Günde en az bir kez ibadet ettiğini söyleyen, Hindistanlılar % 72, Suudi Arabistanlılar % 55 ve Amerikalılar % 39 ile en yüksek oranda iken, Ruslar % 7 ile en düşük sıradadır. İsrailli Müslümanlar'ın % 94'ü, Yahudiler'in % 38'i; Amerikalı Evanjelik Kilisesi üyelerinin % 88'i, Katolikler'in % 72'si, haftada en az bir kez ibadet ettiğini söyler. İsrail'deki Yahudiler'in % 28'i, Güney Koreli Budistler'in de % 14'ü hemen hemen hiç ibadet etmediğini dile getirir.

Peru, Rusya, Güney Kore ve Amerika'daki Hıristiyan deneklere, Kitab-ı Mukaddes'in kelime kelime doğru olup olmadığı sorulurken; İsrailli Müslüman ve Yahudiler'e, Kitab-ı Mukaddes'in belli açılardan yoruma açık olup olmadığı sorulur.

Perulular'ın (Katolik) % 86'sı, Ruslar'ın % 83'ü, Güney Koreliler'in (Hıristiyan) % 90'ı ve Amerikalılar'ın (Katolik ve Protestan) % 70'i, Kitab-ı Mukaddes'in kelime kelime doğruluğunu dile getirirken; İsrailli Müslüman ve Yahudiler'in % 75'i, belli açılardan yoruma açık olduğunu söyler.

Kişisel olarak hangi kutsal kitabın önemli olduğu sorulan Hindistanlı deneklerden;

Hindular'ın % 56'sı Bhagavad Gita, % 29'u Ramayana, % 8'i hiçbiri derken; Müslümanlar'ın % 100'ü Kur'an diye karşılık verir.

Yahudilik'in, Ortadoğu'da barışı teşvik edip etmediği sorusuna Yahudi ve Müslüman İsrail vatandaşlarının cevabı tam anlamıyla sürprizdir:

Yahudiler'in % 31'i, Müslümanlar'ın ise % 73'ü "evet, Yahudilik, Ortadoğu'da barışı teşvik eder" diye cevap verirken; Yahudiler'in % 36'sı, Müslümanlar'ın da % 24'ü bunun aksi görüş beyan eder.

Bu hayret verici rakamları yorumlamada belki şu rakamlar yardımcı olur:

İsrail Devleti'nin tüm dinleri eşit şekilde desteklemesi anlayışına katılıp katılmadıkları sorulan İsrailli deneklerden;

Yahudiler'in % 68'i, Müslümanlar'ın da % 92'si, evet, İsrail Devleti, tüm dinleri eşit şekilde desteklemelidir diye yanıtlarken; Yahudiler'in % 30'u, Müslümanlar'ın da % 7'si hayır diye cevap verir.

Yirmi yıl içinde, Rusya'nın şu andaki durumdan daha fazla dindar olup olmayacağı hakkında ne düşündükleri sorulan Ruslar'ın;

% 42'si, Rusya, yirmi yıl içinde daha fazla dindar olacaktır derken; % 15'i, aksi görüşü dile getirir.

Ramazan'da ne kadar sıklıkta oruç tuttukları sorulan Suudi Arabistanlı deneklerin cevap yüzdesi bazılarını şaşırtabilir:

% 84'ü her gün, % 9'u da haftada birkaç kez der.

Azizlere yani evliyalara ne kadar inandıkları sorulan Arabistanlılar'ın; % 84'ü çok kesin bir şekilde inandığını söylerken; % 14'ü tam kesin olmasa da inandığını belirtir.

Soru problemli. Fakat cevap "Vahhabi" Suudi Arabistan için oldukça şaşırtıcı. Bu rakamlar, "Evliyalar (!) Ansiklopedisi" yazarlarını tatmin eder mi, bilmem?

'Müslüman olmayan, Müslümanlar'a karşı olan, Müslüman olup dindar olmayan gruplardan hangisine şiddeti içeren bir cihat yöntemi seçmek doğrudur?'

Bu soruyu Arabistanlı Müslümanların % 95'i hiçbiri cevabını verir.

'Gelirinizin yüzde kaçını dinî grubunuzu desteklemek için bağış olarak veriyorsunuz?' biçimindeki bir soruya;

Hıristiyanlar'ın % 69'u, Budistler'in de % 37'si, gelirlerinin, yüzde yirmi beş'e kadarını der.


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım





Yeni bir kamuoyu araştırması, dünyada hiç kimsenin, dinlerini kötülük ve huzursuzluk kaynağı olarak görmediğini ortaya koydu. Amerika dahil toplam 7 ülkede, 11 farklı dine inananlar arasında yapılan araştırmada anket sorularına verilen yanıtlar oldukça dikkat çekici.

Farklı inançlara sahip toplumlar arasındaki çatışmalarda ve din adına yapılan terör eylemlerinde görülen tırmanışa rağmen, �Küresel Din Araştırması� adındaki yeni araştırma, birçok kişinin şiddet olaylarını dine değil siyasete bağladığını gösteriyor. Üç ay süren araştırma, Rochester Üniversitesi ile Zogby Uluslararası Kamuoyu Araştırmaları şirketinin ortak projesi. Rochester Üniversitesi�nden Profesör Bill Green yaptıkları araştırmayı şöyle değerlendiriyor.

"Araştırmanın sonuçlarında dikkatimizi çeken ve özellikle Amerikalılar arasında ortaya çıkan en önemli unsur, dinle şiddet arasında bağlantı kurulmaması oldu. Dinsel tartışmalar genelde şiddeti getirir; ancak araştırmaya katılanlar hemen bu sonucu çıkarmadı."

Profesör Green�e göre, din ve yaşanan mücadeleler arasında bağlantı kurulmamasının önemli bir nedeni, dinin sosyal yaşam içinde artan rolünden kaygı duyulmaması.

"Herkes genelde dini bir toplum olmanın ülkelerine yardım edeceğini düşünüyor. Bu durum da onların dinden korkmadığını gösteriyor. Din, bir zorluk olarak görülmüyor. Kamuoyunun bu görüşüne rağmen, medyada din ve şiddeti çok fazla yanyana algılamamız, belki de gerçeğin sadece belli bir kesitini görerek resmin tamamını kaçırdığımız fikrini güçlendiriyor."

Araştırmaya Güney Kore, Peru, Rusya ve Amerika�daki hristiyanlar katıldı. Ayrıca, Hindistan, Suudi Arabistan ve İsrail�deki müslümanlarla yine İsrail�den yahudiler, Güney Kore�den budistler ve Hindistan�dan Hindular da soruları yanıtladı. 5000 katılımcıdan çoğunun diğer dinlere karşı hoşgörülü davrandıkları görüldü.

Araştırma, dini hoşgörünün dinler arası evlilik söz konusu olduğu zaman azaldığını gösterdi. Din dışı evliliklerde, milliyet, etnik köken ve toplumsal durum gibi başka faktörlerin de etkili olduğu ortaya çıktı. Profesör Green, bu konudaki ilk projesi olan �Küresel Din Araştırması� nın laik ve totaliter toplumlarda dinin nasıl bir rol oynadığını da gösterdiğini belirtiyor.




__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Hans Küng�ün Küresel Ahlâk Düşüncesi 
Hümeyra Karagözoğlu
 

20 Eylül 2008 

Değerlendirme: Kübra Şenel 

Medeniyet Araştırmaları Merkezi�nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantılarının Eylül ayı konuğu, �Hans Küng�ün Küresel Ahlâk Düşüncesi� başlıklı yüksek lisans tezini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bilim Dalı�nda tamamlayan Hümeyra Karagözoğlu�ydu. Karagözoğlu, sunumuna şu sorulardan hareketle başladı:

1. Küresel ahlâkın evrensel ahlâk problemlerine getirdiği çözüm önerileri nelerdir?

2. Küresel ahlâkın dinlerle olan ilişkileri ve din felsefesine dair tazammunları nelerdir?

3. Önermeleri felsefî açıdan anlamlı mıdır?

4. Somut olarak ne önermektedir?

5. Dünyada bunun üzerinden ne tür tartışmalar yürütülmektedir?

Karagözoğlu bu sorulardan hareketle tezin çerçevesinin 1. Kavram ve tarihçe, 2. Din felsefesi ve ahlâk felsefesi açısından küresel ahlâkın mahiyeti, 3. Sorun olarak nitelenen durumlar ve çözümler şeklinde oluştuğunu söyledi.

Karagözoğlu�nun tezinin çerçevesini oluşturan soruları tek tek ele alarak yaptığı sunumu, şu şekilde özetlemek mümkündür:

1948�deki İnsan Hakları Beyannamesi ile ilk defa ortak değerlerden bahsedilmeye başlandı. Küresel ahlâkçılar bunları kendi selefleri olarak kabul etmektedirler. Küresel ahlâk düşüncesinin fikir babası, aynı zamanda katolik bir papaz olan Hans Küng�tür. Papanın yanılmazlığını reddettiği için Vatikan tarafından otoritesi ilga edildikten sonra Tübingen�de teoloji profesörü olarak çalışan Küng, 1989�dan itibaren çeşitli ülkelerde verdiği �Dinler arasında barış olmadan milletler arasında barış olamaz� anafikirli seri konferanslar sayesinde küresel ahlâk fikrini yaymaya başlar ve 1990 yılında Project Weltethos adlı kitabını yazar. �Weltethos�, Dünya ahlâkı demektir ve Küng ilkeleri değil, ahlâkî davranışları kastettiği için bu kavramı kullanmıştır. Fakat kitap İngilizceye çevrildiğinde ethos kavramının tercümesinde problem çıkmıştır. Çünkü ethosun İngilizce karşılığı ethicstir (ahlâk felsefesi). Bundan dolayı Küng �ethics� yerine �ethic� kullanarak burada ahlâkî davranışları kastettiğini vurgulamak ister. Bu şekilde evrensel sorunlara cevap üreten evrensel cevapların tümüne verilen bir ad olan Global Ethics�den kendini ayırmış olur. Dünya Dinleri Parlamentosu�nun isteği üzerine Küng 1993�te küresel ahlâk beyannamesini hazırlar ve Parlamento tarafından beyanname kabul edilir.

Küresel ahlâkçılara göre küreselleşme, modernizmden kopuşu ifade eden bir olgudur. Küng�ün postmodernizme dair görüşü ise, Thomas Kuhn�un �paradigma değişimi teorisi�nin sosyal bilimlere uygulanmasıdır; yani dönemin belli bir paradigması vardır ve bu paradigmaya uyan kabul edilir. Küng�e göre paradigma postmodern bir paradigmadır. Bu da sadece bilimlerin değil, dinlerin de işin içine girdiği küresel bir ahlâkın olmasıdır. Dünyada varolan küresel sorunların temelinde ahlâk vardır. O halde sorunlar ortak bir ahlâkla çözülmeli, yaptırımı ise siyasî ya da hukukî değil, vicdanî olmadır. Küresel ahlâkı ise �Dogmatik farklılıklarına rağmen bütün dinler tarafından kabul edilen, aynı zamanda herhangi bir dine inanmayanlarca da desteklenebilecek bağlayıcı değerler, kriterler ve temel davranışlar üzerinde mutabakat sağlamak� şeklinde tanımlamaktadır.

Küresel ahlâkçılar �Kendine yapılmasını istemediğin birşeyi başkasına yapma!� kadim ilkesini �insanlık ölçütü� olarak benimsemektedirler. Onlara göre bunu hem semavî dinler, hem de Konfüçyüs söylemektedir. Küresel ahlâkçıların değişmez dört ilkesi vardır:

1. Öldürme!

2. Hırsızlık yapma! (Bunun ekonomik tazammunu olarak kapitalizme karşı çık!)

3. Yalan söyleme!

4. Cinsel ahlâksızlık yapma!

Küng 1998 yılında A Global Ethic for Global Politics and Economics isimli ikinci ve en önemli kitabını yazmıştır. Küng, küresel ahlâkın siyaset ve ekonomiye nasıl uygulanacağını anlattığı bu kitabında çok soyut kaldığı ve somut birşey önermediği gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Küresel ahlâkçılar yeni bir din olmadıklarını, dogmatik farklılıklara önem verdiklerini, dinlerarası diyaloğu teşvik ettiklerini ve her dinin kendi ahlâkî ilkelerini formüle etmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Küng�ün diğer eserlerinde küresel ahlâkın teolojiye dair uzanımları görülebilir. Tübingen�de ekümenik teoloji kürsüsünün başında bulunan Küng, dinlerarası barışın sağlanması için hakikat probleminin çözülmesi gerektiğini, bunun için de hangi dinin doğru olduğunun ortaya konmasının zorunlu olduğunu ifade eden görüşü zikretmekte ve tarih boyunca buna çeşitli cevaplar verilmesine rağmen, barışın sağlanamadığını söylemektedir. Buna karşı Küng �eleştirel ekümenik çözümü� önermektedir: Önce bütün dinler kendini eleştirmeli, daha sonra da bütün dinleri kapsayan, temel kriteri �insanlık ölçütü� olan bir ekümenizm ortaya çıkmalıdır. Bu da bütün dinlerin insanlık ölçütünü sağladığı ölçüde �hak� olması manasına gelir. Böylece bu ölçüt bütün dinlerin üzerine çıkar ve dinleri yargılama konumuna geçer. Küng bunun sorunlu olduğunun farkındadır. O yüzden insanın bu çözümde olduğu gibi, bir dış perspektife sahip olmasının yanında kendi dininin kutsal metnine uyacağı bir iç perspektifinin de olması gerektiğini söyler.

Ahlâk felsefesi açısından bu beyanname bir felsefe metni değildir. �Ethic� ve �ethics� ayırımı, yani felsefî ilkeler üzerinde değil de, ahlâkî davranışlar üzerinde uzlaşım önerisi önemli bir noktadır. Küng, Küresel ahlâkın yeni bir şey icat etmediğini sadece bir keşif olduğunu söyler. Burada ahlâkın kaynağına dair bazı problemler vardır. Örneğin Küresel ahlâkçılar şu sorulara cevap verememektedir: �Küresel ahlâk apriori bir bilgi midir, yoksa aklın bir ürünü müdür?�, �Kaynağı dinlerse neden dinlerin üzerine çıkmaktadır?�, �Hangi dinden kaynaklanmaktadır?�, �Kaynağı bir dinse o dine mensup olmayan neden Küresel ahlâka inanmalıdır?�, ��İnsanlık ahlâkı� olarak nitelenmesine rağmen kaynağını neden dinlerden almaktadır?�, ��İnsanca olan� nasıl belirlenecektir?�, �Bu Tanrı�dan bağımsız bir değerse neden bu kadar din vurgusu yapılmaktadır?�; �İnsanlık ilkesi Tanrı emrettiği için mi yoksa tek başına mı iyidir?�

Küng�e göre ahlâkın kaynağı din değildir; din olmasaydı da insan ahlâklı olurdu, fakat bunun bir yaptırımı olmazdı. Bu konuda ahlâkla ilgili dinî bir yaptırımın olması gerektiğini söyleyerek Kant�ı eleştirir.

Küresel ahlâkın temelini dinlerin ortak ilkelerinin oluşturması, onu, kaynağını pratik akıldan alan evrensel ahlâk teorilerinden farklılaştırmaktadır.

Karagözoğlu, Küresel ahlâk düşüncesine yöneltilen eleştirileri şöyle sıraladı: 1. Bu batının ideolojik bir çalışmasıdır. Gelecekte �meşrulaştırma� aracı olarak kullanılabilir. 2. Ütopik ilkelerin muayyen durumlara uygulanmasında problemler içermektedir. 3. Dinlerdeki ilkeler ahlâkî bile olsa dinîdir. Çünkü bu, o dinin başta ahiret olmak üzere pek çok hedefinin içerisindedir. O yüzden içerisinden çekilip alınamazlar. Küresel ahlâk din ile ahlâkı birbirinden ayırdığı için dinlerin yapısına zarar verir. Bu da dinin yerine ahlâkın ikame edilmesine sebep olabilir. 4. Richard Falk�a göre ise bu çaba dinî canlandırma hareketidir. 5. Küresel ahlâk, dini menşeli olduğu için, inanmayanların buna uymaları için bir sebep yoktur.

Eleştirileri bu şekilde ifade eden Karagözoğlu, aşağıdaki sonuçları ifade ederek sunumuna son verdi: 1. Bu bir projedir. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise zaman gösterecektir. 2. Ortak ilkelerin nasıl uygulanacağı daha tafsilatlı olarak anlatılmalıdır. 3. Bu teori dinlerin hakikati açısından sorunludur. Özellikle insanlık ilkesinin dinleri yargılayıcı pozisyona konması sorunlu görünmektedir. 4. Küresel ahlâkın temelinde Küng�ün teolojik yaklaşımının olduğu bilinmelidir. 5. Hepimizi ilgilendiren sorunlar olduğu müddetçe, küresel ahlâk da önemini koruyacaktır. Özellikle dindarların bu konuda söyleyecek temellendirilmiş sözleri olmalıdır. 6. Küresel ahlâk, dinlerarası diyalog hareketleri, yeni din hareketleri, dinî çeşitlilik yaklaşımları, postmodern teolojiler, meslek ahlâkı ve modern hukuk açılarından ele alınabilir. 7. Küng ve küresel ahlâk ile ilgili tartışmalar iyi bilinip olumlu ve olumsuz yönler tespit edilmelidir. Teorinin çeşitli sorunlar içermesi toptan  reddini gerektirmez.

Karagözoğlu�nun sunumu soru-cevap faslıyla sona erdi.



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

yukarıdaki alıntılardan benim çıkarımım...


tüm insanlık tarafından kabul edilemeyecek görüşler ve dini kabuller elenecek...

çünkü tüm insanlığın ortak ahlak değerleriyle çelişen bir şeyin doğru olması düşünülemez...

dolayısıyla dinlerde ki bütün veriler bu elemeden geçemedikten sonra kabul edilmeyecek...

örneğin bir dini hüküm yada uygulama yada dini bir veri temel insani değerlerle bağdaşmıyorsa o yanlıştır...

mesela bu dini uygulama hadise dayanıyorsa ya o hadis uydurulmuştur...

yada aktarımında bir hata vardır...

her durumda insani ölçüte uymadıkça reddi gerekir...,

çünkü peygamberler böyle bir şey söylemez...


eğer uygulama kurana dayandırılıyorsa o zaman o bölüm yanlış yorumlanıyor demektir...


 temel insani değerden kasdedilen insanın fıtratında bulunan ve tüm insanlığın ortak malı olan ortak akıl ortak vicdan ve insanlığın ortak kalbiselimidir...





__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım


Küresel Kültür ve İslam Dünyası *
Prof.Dr. Ali Bardakoğlu
Diyanet İşleri Başkanı
Kahire 2007

Giriş

Küreselleşme, tüm dünyanın kullandığı klişe bir kavram. Artık, Fransız tarım işçilerinin problemlerinden, Japon gençlerinin giyim-kuşam biçimlerine kadar birçok şeyi açıklamak için kullanılıyor. Bugün dünyada küresel bir ekonomik düzenin var olduğu ve bunun sosyo-politik içerikli bazı bağımlılıkları beraberinde getirdiğinde şüphe yok. Bunun yanında, iletişim mekanizmalarındaki olağanüstü gelişmeler, kendini iyice gösteren bir kültürel değişim gerçekleştirmekte. Ekonomik küreselleşme, kültürel ve siyasal boyutu da beraberinde getirmekte. Dünyanın etkiye açık ülkeleri de küreselleşmeden en fazla bu üç boyutta etkilenmekteler.

Artık, bazı olguların gerçekliğinde şüphe yok. Mesela Afrikalı kabileler BBC televizyonunu seyretmekte; Çinli Komünistler Fransız işadamlarıyla İngilizce konuşmakta; Rus feministler Amerikan feministlerin söylemlerini kullanmakta; Yehova Şahitleri Çin’de misyonerlik yapmakta; Hindistanlı Transandantal Meditasyoncular İngiltere’de kendi öğretilerini pazarlamaktalar.

Küreselleşme: Ümit ve Endişe

Küreselleşme adına olup biten bu gidişat, hem umudu hem de korkuyu beraberinde getirmektedir.

Küresel kültürden umutlu olanlara göre, dünya bu sayede daha barışçıl hale gelecek, küresel bir sivil topluma kavuşacak ve insan hakları evrenselleşecek.

Küresel kültürden endişe edenler ise, bu kültüre “Havaalanı kültürü” adını vermekteler. Nasıl, dış hatlar terminalinde birçok farklı kültürden insan varsa, bu yeni kültür şeklinde her coğrafyadan farklı unsurlar yer almakta. Onlar, farklı medeniyetlerin zenginliklerinin küreselleşmeyle birlikte homojenleşmesinden korkmaktalar. Bu endişe hem son yıllarda revaç bulan “Asya değerleri” söylemiyle hem de İslam dünyasındaki çeşitli hareketlerce dile getirilmektedir. Aslında, benzer endişeler kültürel homojenleştirmeye karşı olan ve tüm Avrupa’nın AB çatısı altında birleşmesini kabullenmeyen Avrupalılarda da görülmektedir.

Küreselleşme konusundaki fikrimiz ne olursa olsun, şurası var ki, onun varlığını tartışmak, ya da onu görmezlikten gelmek, bizi İstanbul’un fethi sırasında meleklerin cinsiyetini tartışan Bizanslı din adamlarının konumuna düşürür. Belki küreselleşme olgusunu bir “tehlike” veya “tehdit” olarak görebiliriz; “iyi” diyebiliriz, “kötü” diyebiliriz; ama bu olgunun kaçınılmazlığı tartışılmaz bir gerçektir.

Küreselleşme ve İslam Dünyasında Küreselleşme Karşıtlığı

Küreselleşme denilince en fazla konuştuğumuz konuların başında din geliyor. İslam dünyası olarak genelde bu konuda hep tepkisel ve endişeci bir tavır takınıyoruz. Belki olması gereken bir duruş bu; ama zaman zaman işin dozunu o kadar kaçırıyoruz ki, küreselleşme karşıtlığını, kendi hatalarımızı, eksikliklerimizi gözardı etmeyi ve bilmezden gelmeyi sağlayan bir psikolojik rahatlama mekanizmasına dönüştürüyoruz.

Küreselleşme karşısında içinde bulunduğumuz bu çekingen, ürkek duruş sanki İslam dünyasının büyük çoğunluğunun son iki asırdır modernite karşısında sergilediği duruşa benziyor. İslam dünyası yıllarca modernite karşısında tamamen dışlayıcı bir tavır takındı. Moderniteye direndi. Ama başarısız oldu ve sonunda modernite ile barıştı. Belki boyun eğdi. Ama aslında olay başlangıçta moderniteyi tamamen dışlayıcı bir şekilde gelişmeseydi, onu içeriden şekillendirici bir tutum takınılsaydı, bugün İslam dünyası çok daha güçlü bir konumda olurdu.

Ama bugün sonuçta İslam dünyasının önemli bir kısmı aslında probleminin modernite veya modernleşme ile olmadığını, ideolojik modernizm veya sekülerizm ile olduğunu fark etti. Burada, modernleşme ile modernizm veya sekülerleşme ile sekülerizm bağlamında yaptığımız kavramsal ayırımı küreselleşme konusunda da yapmamız gerektiği kanaatindeyim. Globalizme karşı çıkabilirsiniz, çünkü o bir ideoloji içerebilir; ama globalleşmeye (küreselleşmeye) karşı çıkamazsınız, çünkü o kendinizi içinde bulduğunuz bir olgudur. Hem içinde olup hem karşı çıkmak anlamlı ve tutarlı bir duruş değildir.

Şimdi küreselleşme olgusu karşısında da aynı hataların yapılmaması gerekir.

Bu olgu karşısında üç türlü tavır alınabilir:

1. Tamamen reddetme.

2. Tamamen teslim olma.

3. Varlığını kabul etme ve onu kendimize göre renklendirme.

Kendimize güvendiğimiz zaman üçüncü şıkkı pekala gerçekleştirebiliriz. Bu güven sağlanırsa, korkulacak bir durum olmadığını görürüz. Mesela İngiltere küreselleşme yaşamıyor mu? Ama İngilizler mesela AB ile ilişkilerinde sağlıklı bir milliyetçilik örneği sergiliyorlar.

İslam dünyasında küreselleşmenin olumsuz etkileri tartışılırken “coğrafyaların vatansızlaştırılmasından; üniter devlet yapısının çok kültürlülüğe zorlanarak milli direncin zayıflatılmasından, misyonerlik faaliyetlerinden ve dinde çoğulculuk iddialarının zararlarından” söz edilmektedir. Peki bu etkiler söz konusu diye, mesela çok kültürlülüğü engelleyecek miyiz? Kapılarımızı dışarıya kapatmayı mı tercih edeceğiz?

Bence bizim “başkaları neler yapıyor, bizim üzerimizde ne gibi planları var?” gibi endişelere kapılmak yerine “bizim insanlara neler sunduğumuz” üzerinde durmamız gerekir. Bu konuda kafa yormak pek işimize gelmiyor. Burada Muhammed İkbal’in bir sözünü hatırlatmak isterim. Diyor ki: “Müslümanlar kendilerinin gitmedikleri camiden bir tuğla çalınınca kıyameti koparırlar.”

Bugün şüphesiz küreselleşmenin baskın gücünü Batı medeniyeti oluşturmaktadır. Son 15 yıldır, Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması tezini ortaya attığı günden bu yana Medeniyet kavramına maalesef “çatışma” kavramı eşlik eder oldu. Aynı Huntington, şimdilerde kültürler arası diyalog çağrısı yapmakta. Ancak yine son 15 yıldır İslam dünyasının yer aldığı haritada, özellikle Balkanlar’da ve Ortadoğu’da, hep kargaşaya yaşandı; Müslümanlar hep savunmacı bir tavra sürüklendi; Batı her fırsatta Müslümanlara askeri gücünü hissettirdi. Şimdi diyalog çağrısı yapanların bu haritada olup bitenleri görmezden gelmelerine şaşmamak mümkün değil.

Aslında, sadece İslam dünyasında değil, farklı coğrafyalarda, hatta Batı’da birçok kimse kendisini küreselleşme karşıtı olarak tanımlamaktadır. Bu insanların karşı çıkışları dünyanın küçük bir köye dönüşmesine değil, hakim gücün, yani Batı kültürünün meydan okumasına yönelik bir tepkidir. Mesela, İslam dünyasında demokrasi problemini ele alacak olursak, bugün Müslümanların önemli bir kısmı İslam ile demokrasi ilişkisini uzlaşabilir bir ilişki olarak görmekteler. Ancak, yine aynı Müslümanlar, küreselleşmeyle birlikte kendilerine demokrasinin ikiz kardeşi olarak sunulan liberalizmin sınır tanımazlığına ve ahlaki değerleri görmezden gelişine karşı çıkmaktadırlar.

İslam Dünyası ve Modern Kültür

Batı’da kilisenin modernite ile yaşadığı ve yavaş yavaş teslimiyet bayrağını çektiği tecrübe, İslam dünyası için geçerli midir?” sorusu sanırım bugün İslam dünyasının önünde duran en önemli sorun gibi gözüküyor. Bu problem karşısında ne yapacağımıza vakit geçirmeden karar vermemiz gerekiyor. Bunun için önümüzde üç yol görünmektedir: Birincisi, Batı’da kilisenin ilk dönemde yaptığı gibi kapıları tamamen kapamak ve modernite denen şey hiç yokmuş ve biz istemedikten sonra bizi hiç etkilemeyecekmiş gibi davranmak. İkincisi, yine Kilise’nin yaptığı gibi teslimiyet bayrağını çekmek ve modern dünyanın tüm taleplerine her türlü onayı çıkarmak. Üçüncüsü, modern dünyanın taleplerini kendi ölçülerimizle değerlendirmek ve ona göre yol haritası belirlemek.

Sanırım Müslümanların önemli bir kısmı üçüncü tercihte buluşmaktadır. Bu üçüncü yolu başarıyla gerçekleştirebilmenin birinci şartı gerçekçi davranmak yani gerçeği gözle görüp ona göre hissettiğimiz ve istediğimiz şekilde onu düşünmektir. İkinci şartı ise kendine güvenmektir; bugün evrensel insan hakları, hoşgörü ve çoğulcu kültür gibi söylemlerin aslında İslam’ın değerleri olduğunu bilmektir. Artık dünyada etkileşimin kaçınılmaz olduğunu, modern kültürle temas zorunluluğunu ve küreselleşme gerçeğini kabul etmeliyiz. Ama daha önemlisi, bizim de pekala modern bir kültür üretebileceğimizi ve bunu dindarlığımızdan ödün vermeden bizlerde İslam’a özel moderniteyi esas ve usullerine göre yapabileceğinizi düşünebilmeliyiz.

Gerçi şimdiye değin, Müslüman dünyada üretilen çözüm arayışları asla küçümsenemez. Son yüzyılda Müslüman coğrafyada oldukça ciddi açılımlar içeren çıkışlarla, mevcut krizleri aşmanın yolları aranmıştır. Ancak bunların yetmediği de görülmüştür. Politik örgütlenmeler, dünya sisteminin yeni bileşenleri sürekli yeniden inşa edilmektedir. Bu çerçevede Müslüman dünya olarak modernliği bir karşıt kutup olarak değerlendirmeksizin bir durum tespiti yapmamız, modernliğin çekim alanlarını ve dönüştürme gücünü derinlikli araştırmalar yaparak incelememiz gerekmektedir. Bununla birlikte, geçmişten akıp gelen bazı dini geleneklerin, modernliğin itiraz ve tepkilerini açıkça davet eden strateji ve uygulamalarını da gözden geçirmemiz kaçınılmazdır.

Bugün modern üretimlerin, küreselleşen dünyada artık sınır tanımadan tüm kültür ve coğrafyalara kendisini ulaştırdığı ve insanlara müspet veya menfi yeni değerler kazandırdığı inkar edilemez. Bununla beraber, tüm toplumlar kendilerine ait kültürel ve geleneksel formlara sahip olmaya devam etmektedirler. Bugün İslam dünyası gibi daha çok Batı kültüründen etkilenen toplumlara düşen görev, bu geleneksel formlarda dinin özünden sapmadan, ama bugünü de dikkate alan bir dönüştürme çabası göstermektir. Bu öneri hiçbir zaman Batı’da gerçekleşen bir “reform” anlayışının veya dinin özüne aykırı modernite taleplerinin din veya din kurumları tarafından onaylanması anlamına gelmez. Ama ne yazık ki, bu tür öneriler çoğu zaman dini temelden sarsacak ve dinin aslından sapma gibi bir “reform” talebi olarak algılanmakta ve öneri sahipleri de Wittenberg Üniversitesi önünde atının üzerinde 99 maddelik reform talebini havada dalgalandıran Martin Luther tablosuna yerleştirilerek hayal edilmektedir.

Bunu yapabilmek için ise, kendinize ait formüllerinizin, değerlerinizin bir gerçeklik değeri taşıması ve uygulanabilir olması gerekir. Dolayısıyla, İslam dünyasının modernite ile ilişkisi konusunu ve “bir kimse hem iyi bir dindar hem de pekala modern veya çağdaş bir birey olabilir” söylemini, bu arka plan eşliğinde değerlendirmek gerekir. Bu söylemi dillendirenler genellikle İslam’ın evrensel ve çağlar üstü bir din olduğu ve her çağın insanına kendisini benimsetecek bir karakter taşıdığına inanmaktadırlar. Bugün bu çağın değerlerleri olarak algılanan din özgürlüğü, rasyonel düşünce, demokrasi, eşitlik, kadın hakları, başkalarının haklarını gözetmek ve insana saygı gibi değerlerin aslında İslam’ın öz değerleri olduğunu, bugün İslam dünyasının en fanatik kabul edilen mensupları bile kabul etmektedirler. Zaten bunları reddeden bir Müslümanın en basitinden Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’ni görmezden gelmesi gerekir.

___________________________

*27-30 Mart 2007 tarihleri arasında Mısır’ın Başkenti Kahire’de yapılan İslam Dünyasının Problemleri ve Çözüm Yolları Konferansının Kültürel ve Sosyal Boyut konulu oturumunda yapılan konuşmanın tercümesidir.




__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Bununla birlikte, geçmişten akıp gelen bazı dini geleneklerin, modernliğin itiraz ve tepkilerini açıkça davet eden strateji ve uygulamalarını da gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. ali bardakoğlu...

çok ilgi çeken bir ifade..

bu sitede bizim tartıştığımız konuların çoğu buna örnektir...

dinimizi evrensel değerler karşısında test ediyoruz...

bu test esnasında bazı uygulamalarda sorunlar çıkıyor...

bu sorunları halletmek için burada fikirler üretiliyor...

aslında imani noktalarda dinimizin en temel konularında evrensel kabullerle bağdaşmayacak fazla birşey bulamıyoruz gibi...


hatta bakıyoruz tamda dinimizin öngördüğü prensipler evrensel kabuller halinde...

mesela kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma..

adaleti kur ve koru...

zulme haksızlığa karşı dur...

merhameti ön planda tut...

yaratılanları sev ve koru...

yaratanı tanı ve saygı duy...

iyiliğe destek kötülüğe köstek ol...

erdemli ol ve erdem için çalış...

dürüst ve güvenilir ol..

gibi...

bu prensiplerin hepsi evrensel pyasada gecerliliği olan çok rahat kabul edilen şeyler...

dinimizin bu yönüyle evrensel olduğu açık bir gerçek...

sanırım en büyük sorun eskiden beri gelen geleneklerde ortaya çıkıyor...

bu gelenekleri evrensel mecburiyetler olarak sunduğumuzda daha baştan tepkiyle karşılaşıyoruz...

çözüm ne...

gelenekleri toptan reddetmek mi...

mesela namazı ve diğer ritüelleri yok saymak mı...


evrenselliği yok saymak mı...

yani bunlar mecburidir allahın tüm insanlardan istekleridir yaptırıncaya kadar mücadeleye devam mı...


sanırım doğru ortalarda bir yerde...


onu arıyoruz zaten...


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 - Arzin Merkezinde Bulusmalar �


�KÜRESEL AHLAK�


 


Vatikan ile basi derde giren ünlü Isviçreli teolog Prof. Dr. Hans Küng, �Arzin Merkezinde Bulusmalar�in konugu olarak Türkiye�ye geliyor


 


Çagdas Katolik ilâhiyatinin en ünlü isimlerinden biri olan Prof. Dr. Hans Küng,  aykiri görüslerinden dolayi Katolik teolojiyi ögretmesi yasaklanan tek papaz� Papa'nin doktrin konularinda yanilmayacagi ilkesine itiraz eden ilk önemli Katolik teolog olan Küng, "küresel etik" ve "dinler arasi diyalogu" savunuyor�


 


Geçtigimiz aylarda, Papa'nin Almanya'da Islam konusunda yaptigi yorumlarin yanlis oldugunu vurgulayan Küng,  "Muhammed Peygamberin ögrettikleri hiçbir biçimde insanlik disi degildi. Islam, siddetli bir din degildir" degerlendirmesini yapmisti� Prof. Dr. Hans Küng, Ispanya'nin önde gelen gazetelerinden El Pais'te yayimlanan "Papa, dersi ögrendi.." makalesinde Papa 16'nci Benedikt'in, Almanya'daki tartismali konusmasinin ardindan Türkiye'ye yaptigi ziyaret sonucunda bir diplomata dönüsmedigini ancak dersini ögrendigini belirtmis ve Türkiye'de Islam ile siddet arasinda bag kuran konusmasinda yaptigi tartismali atiflari tekrarlamadigini kaydetmisti� Prof. Dr. Hans Küng, makalesinde ayrica Hiristiyanlar ile Müslümanlar arasindaki yapici diyalogun, modern laiklige karsi yeni duvarlari insa etmemesi gerektigini belirterek "Dinin en büyük islevi, günün erkek ve kadinlarina karsi çikmak degil onlari desteklemek, yanlarinda yer almaktir." sözleriyle görüslerini dile getirmisti.


 


Papa 16. Benedict, 1965 yilinda kendisini yetistiren egitimciler arasinda yer alan Hans Küng'ün tesvikiyle Tubingen'de Dogmatik Profesörü olmustu. 1968'e kadar sol tandansli olan 16. Benedict 1971 yilindan sonra fikir degistirdi ve o döneme kadar kendisini egitmis olan ve aralarinda önemli Katolik Ilahiyat okullarinin dekanlari da dahil tam 19 hocasini ihbar ederek "ögretim sessizligi" cezasina çarptirdi. Bu cezaya çarptirilanlar arasinda Hans Küng ve Yves Congar gibi çok önemli isimler vardi. "


 


 


Uluslararasi çevrelerde devrim niteligindeki düsünceleriyle ilgi çeken bir din adami ve yazar olan, Vatikan�in otoritesini sorgulayan Hans Küng, ülkemizde dini konulari felsefî rasyonel bir tartisma zeminine tasimasi ile dikkatleri üzerine çeken Felsefe ve Ilahiyat Profesörü, Devlet Bakani Mehmet Aydin ile Türk kültür hayatinda ve Milli Egitim sisteminde felsefi tutum ve düsüncenin yayginlasmasi için ugras veren Felsefe Profesörü Kenan Gürsoy 17 Subat Cumartesi günü, saat 14:00'te Istanbul Cemal Resit Rey Konser Salonu'nda bir araya gelecekler.


 


Istanbul Büyüksehir Belediyesi Kültür A.S tarafindan düzenlenen ve katilimcilar tarafindan ücretsiz olarak izlenebilecek konferansta "Ahlak nedir?", "Küresel ahlak kavrami nedir?", "Küresel ahlak olusturulmadan küresel baris saglanabilir mi?" gibi konular tartismaya açilacak.


 


- K o n u k l a r i n   ö z g e ç m i s l e r i -


 


 


 


Hans Küng


 


Uluslararasi çevrelerde devrim niteligindeki düsünceleriyle ilgi çeken bir din adami ve yazar olan Küng, Roma�daki Pontifical Gregorian Üniversitesinde teoloji ve felsefe egitimi aldi ve 1954 yilinda papazliga atandi. Hiristiyan mezhep ayriliklarinin önemsizligini ve Hiristiyanligin tek bir kilise ile temsil edilebilecegini savunan  bir tez yazdi. 1960 yilinda, Almanya Tübingen�deki Eberhard Karls Üniversitesi�ne atandi. Yazdigi Infallible (Düsmezlik/ Bir Sorusturma) adli kitapta papaligin iktidarini tartisti.. Bunun bedeli olarak Vatikan, egitmenlik lisansini iptal etse de Tübingen�de ögretim üyeligini sürdürdü.


 


1990 yilinda �Global Etik� fikrini ortaya atti ve bunu bir projeye dönüstürdü. Dinler arasindaki farkliliklarin degil benzerliklerin öne çikarilmasini öneren ve dinlerin ortak noktalarini belirleyerek yeni bir yaklasim ortaya çikarmaya çalisan Küng, Birlesmis Milletlerin Kültürler Arasi Diyalog projesine de esin kaynagi oldu. Önerisi, bu projenin bir parçasi olarak yer bulan 19 yaklasimdan biri oldu.


 


 


 


 


 


 


 


Mehmet Aydin


1943'de Elazig'da dogdu. 1966 yilinda Ankara Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi'nden mezun oldu ve 1967'de felsefe dalinda doktora ögrenimi yapmak üzere Milli Egitim Bakanligi tarafindan Ingiltere'ye gönderildi. Edinburg Üniversitesindeki doktora çalismasini 1972'de tamamlayarak yurda döndü ve Atatürk Üniversitesi Islamí Ilimler Fakültesi'nde felsefe asistani olarak göreve basladi. Prof. Dr. Mehmet Aydin�in ilgi alanini olusturan konularin basinda, Kant sonrasi Bati felsefesinde din, ahlak ve aklin irdelenmesi gelir.Yazarin �Ana Hatlariyla  Kant Sonrasi Bati Felsefesinde Ahlaki ve Dini Rasyonellik�, �Kant ve Ameli Aklin Elestirisi�, �Kant ve Rasyonel Teolojinin Elestirisi�, �Bati Felsefesinde Yeni-Kantçilik�, �Kant�in Etkileri ve Bati Din-Ahlak Felsefesinde Yeni Yönelisler ve Bugünkü Durum� gibi Hristiyanlik ilahiyatini derinlemesine inceledigi yazilari bulunmaktadir.


Prof. Dr. Mehmet Aydin, ülkemizde dini konulari felsefi-rasyonel bir tartisma zeminine tasimasi ile dikkatleri üzerine çekmistir.


 


Kenan Gürsoy


Kenan Gürsoy 1950 yilinda Ankara�da dogdu. Yüksek ögrenimini Fransa�da Rennes ve Paris-Sorbonne Üniversiteleri�nde tamamladi. 1984 yilinda Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü�nde Felsefe Tarihi Anabilim Dalinda doçent olarak göreve basladi. 1989 yilinda profesör oldu. 1997 yilinda Galatasaray Üniversitesi�nde göreve basladi. 1999�daGalatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü olarak çalismalarina devam etti. Daha çok Türk Tasavvufu, Varolusçuluk Felsefesi, Fenomenoloji, Etik ve Mukayeseli Dini Etik gibi konular üzerinde çalismis olan Kenan Gürsoy, Türk kültür hayatinda ve Milli Egitim sistemimizde felsefi tutum ve düsüncenin yayginlasmasi için ugras verenlerden biri olmaya gayret etmistir. Yurt içinde ve yurt disinda (Azerbaycan, Kazakistan, Italya, Vatikan, Ispanya, Fransa gibi ülkelerde) pek çok seminer ve toplantiya katilan Gürsoy, böylelikle çalismalarini uluslararasi bir zemine tasimistir.


 


Arzin Merkezinde Bulusmalar / 5


Konuklar         : Hans Küng, Mehmet Aydin, Kenan Gürsoy


Tarih ve saat    : 17 Subat 2007, 14:00


Yer                   : Cemal Resit Rey Konser Salonu


 


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 

“Küresel sistem, İslâm’ı resmen din olarak benimsedi“

 

Kemal Ersözlü ile ropörtaj

Konuşan: Yusuf Kaplan

 

Yusuf Kaplan :Kemal Bey, sohbetimize, işin başından başlayalım isterseniz. İlk sorum şu: Küreselleşme olarak adlandırdığımız fenomeni siz nasıl anlıyorsunuz? Tarihsel, kültürel, düşünsel bağlamlarına oturtarak nasıl tanımlıyorsunuz? Çünkü küreselleşme fenomeninin üzerinde pek düşünülmeyen bu derin ve aslî boyutları konusunda sizin söyleyeceğiniz çok önemli şeyler olduğunu biliyorum..

      Kemal Ersözlü : Teşekkür ederim. Küreselleşmeyi öncelikle ben sıfatsız kullanmıyorum. Küresel Roma başlığı altında bir kavramsallaştırma çalışmam var. Her halde konuşmamızın ilerleyen bölümlerinde bunu açma imkânımız olacak. Her şeyden önce şunu belirtmende yarar var sanıyorum: Küreselleşme bir Müslüman tarafından nötr olarak tanımlanabilecek bir olgu olamaz. Küreselleşmeyi, küreselleşme ıstılahını geliştirenlerin tanımlamış olduğu çerçeveden bakarak benim onaylamam veya reddetmem sözkonusu olmamalı, diyorum.  Küresel bir dünya içinde yaşayan ama hayatın periferinde (kenarında/kıyısında) değil, merkezinde yer almak isteyen bir aktör isem, kendimi, bir nesne gibi değil, bizzat olayın öznesi olan biri olarak vasfederek tanımlama ihtiyacım var.

 

Küresel Roma’nın Oluşumu

 

      Kaplan :Peki, Küresel Roma’dan kastettiğiniz şey nedir? İsterseniz konuşmamızın başındayken bu tanımlamanızı biraz açalım. Çünkü sizin bu sorunu teorileştirme çabanızın omurgasını bu kavram ve bu kavram dolayımında geliştirdiğiniz tanımlama ve hatta söylem oluşturuyor.

      Ersözlü : Bana göre Roma, bugün dünyanın son 2500 yıllık uygarlığının adıdır. Eski Mısır uygarlığının akabinde İsadan 500 sene önce ortaya çıkan Avrupa’daki siyasal oluşum, antik Yunan’la eklenen felsefî birikimiyle 2500 yıl içinde meyvesini verdi. Kendi kavramsallaşmaları açısından gerçekten tarihin sonuna erdiler. Ama bu tarih, kendi tarihlerinin sonudur. Bizimle olan diyalektiklerinin sonu değil.

      Kaplan :’Bu tarih, kendi tarihlerinin sonudur. Bizimle olan diyalektiklerinin sonu değildir’ derken ne demek istiyorsunuz? Bunu biraz açar mısınız?

      Ersözlü :Tabii. Þöyle söyleyeyim: Yani kendi düşünce birikimleri, siyasal verileri açısından üretebilecekleri bütün ürünleri ürettiler, sergilediler. Alacakları hasılayı elde ettiler. Ve ne oldukları konusunda içlerinde sakladıkları bütün genetik açılımları sergilemiş oldular. Bu anlamda kendi kendilerini tükettiler ve tükendiler.

      Kaplan :Yani?

      Ersözlü :Yanisi şu: Kendi içlerinde tıkadıkları, taşıdıkları öz kendileri ne iseler, onu dışavurdular ve fenomenleştiler. Ve gözlenir, izhâr edilir duruma ulaştılar. Bu anlamda kendi kendini oluşturan bir ağaç misali tamamlanmış hâle dönüştüler ve çürüme trendine girdiler. Bu anlamda tarihlerinin sonuna erdiler.

      Kaplan:Burada bir dönemleştirme veya daha doğru bir ifadeyle bir merhaleleştirme yapıyor musunuz?

      Ersözlü :Yapıyorum tabii ki.

      Kaplan :Nasıl bir merhalelendirme yapıyorsunuz?

      Ersözlü:Ben arka planı 2500 yıla uzanan tarihsel bir gelişme vereyim. Roma’yı genel bölümleri açısından iki gruba ayırıyorum: Birincisi; İsa (a.s)’la Allah’ın tarihe yapmış olduğu müdahale Roma tarihinde ilk ilahi müdahaledir. Düşünün bunun öncesinde 500,600 yıla yaklaşan bir Roma var. Yani bu süre koca Osmanlı Devleti’nin süresinin toplamına eşit. Hiç de dikkatten kaçacak bir süre değil bu. Bu zaman diliminde, dünyada ortaya çıkan bütün büyük düşünce akımlarını buluyoruz. Bilinen tarihi olaylar... Buda’nın ortaya çıkışı...

      Kaplan :Antik Yunan’ı da dahil ediyorsunuz oraya tabii.

 

Peygamberler, Kavimlere Değil, Medeniyetlere Gönderilmiştir

 

      Ersözlü :Yunan’ın ortaya çıkışı, Zerdüşt’ün, Buda’nın, Konfüçyüs’ün ortaya çıkışı.. Bütün bunlar İsadan 500 yıl öncesine denk geliyor. Aynı hadise Roma’nın tarih sahnesine çıkışıyla da ilgili. Þimdi İsa (a.)’ın gönderilişiyle beraber Roma imparatorluğunun bünyesinde Filistin eyaletine, ilahi anlamda yapılan ilk müdahale gerçekleşti. Bunun arkasında Roma’nın 300-400 yıllık bir tarihi vardır; ki bu Roma’nın İsevi mesajla muhasebe içinde olduğu, tartışma içinde olduğu, bu dışladığı ve sindirmek istediği, İsa’nın mesajını çarmıha germek istediği süreçtir. 300 yıl Hristiyanlık’la bir kavga içerisinde oldu Roma. Sonunda tevhid dinini teslise dönüştürerek içselleştirdi, benimsedi ve kendisinin kültürel sacayaklarından biri haline getirdi. Roma’nın böylelikle üçüncü dönemi başladı. Bu dönem içinde Roma kendi içinde çatallandı; Doğu ve Batı parçasına ayrıldı. Doğu’da Ortodokslar olarak bilinen Doğu Roma Hristiyanlığını üretti. Batı’da ise Protestanlığa kadar sürecek bin (1000) yıllık Katolik Hıristiyanlığı üretti. Bu anlamda Roma dış dünya ile çatışmaya girmeksizin kendi içinden kendi muhalefetini üreterek, Doğu ve Batı Roma Hristiyanlığı üzerinden bir tarih yazdı. Ta humaniter devrimlere Rönesans dönemine kadar devam edecek süre için söylüyorum bunu. Þimdi bu dönemde ihmal etmiş oldukları dünyada, dış dünyada yani Doğu Roma’nın doğusunda olan gerçek Doğu’da bir Muhammedî kalkışma var. Allah’ın İsa aleyhisselâm’dan 600 sene sonra Roma’ya yapmış olduğu ikinci müdahale. Bunun altını çiziyorum. Rasulullah’ın da gönderilişini, misyonunu Kureyş’e ve Ortadoğu’ya, Mezopotamya’ya gönderilmiş bir risalet şeklinde algılamak lazım. Peygamberleri bir kavme gönderilen yerel uyarıcılar olarak algılamaktansa benim kavramlaştırmama göre, peygamberlerin uygarlıklara gönderilmesi söz konusu.. Mesela Hz.Musa, eski Mısır’a gönderilen bir peygamber. Muhammed aleyhisselâm’ın içinde bulunduğu, yaşamış olduğu zaman dilimi ise Roma’nın o 2500 senelik tarih periyodudur ve Muhammed aleyhisselâm burada, İsa aleyhisselâm’dan sonra Roma’ya gönderilen ikinci müdahaledir. İkisinin de müdahalesi bu anlamda ‘bugün’ün içinde olan müdahaledir. İkinci bir gün, yani yarın yoktur burada. Aynı zaman dilimine tekabül ediyor. Birincisi İsa, Zekeriyya, Yahya ve Meryem üçlüsünden oluşan Roma’ya yapılan birinci müdahale. Sonra Roma’nın İsanın dinini teslisle kabul etmiş olduğu dönem sonrası ve parçalanmasından sonra ortaya çıkan bir dilim de Muhammed aleyhisselâm ile yapılan müdahale. Olayı buradan ele aldığımızda Kur’ân aktualitesini yitirmeyen, Rasulullah da aktualitesini yitirmeyen bir tebliğ haline dönüşür. Ve bugün biz Kur’ân’ı-Kerim’i arkaik bir kitap olarak okumaktan kurtulmak ve bugünkü dünyaya karşı bir manifesto olarak sunabilme şansı elde edebiliriz , diye düşünüyorum.

      Şimdi Muhammed aleyhisselâm’ın gelişi ile beraber Roma’nın akışı nasıl devam etti? İster Doğu Hristiyanlığı olsun, ister Batı Hıristiyanlığı olsun, dışarıda kalan  uzakdoğu açısından  bir Anti-Christ ürettiler, yani bir ‘Deccal, bir öteki ürettiler. Muhammed aleyhisselâm da burada üretilen misyoner resme uygunluk arzetti; üzerine oturtuldu. Muhammed aleyhisselâm- hâşâ- Anti-Christ’ti, Deccal’in kendisiydi.

      Kaplan :Somut olarak hangi tarihsel aralıktan bahsediyorsunuz?

     

Avrupa Kimliği’nin Müslümanlar/Öteki Üzerinden İcadı ve İnşâsı

     

      Ersözlü:Doğu Hristiyanlarıyla Müslümanların tanışmalarının akabindeki 200’lü yıllar, miladi olarak 850-900’lara, yani bizde Beytu’l-Hikme’nin kuruluş dönemlerine, Doğu’yu Hârun Reşîd üzerinden tanıdıkları, o büyülü, güçlü, görkemli Doğu’nun ortaya çıkmış olduğu döneme tekabül ediyor.  Burada gerçekten Müslümanlar, onlar açısından Muhammedîler, Anti-Christ’tir, İsa karşıtıdırlar. İsevî mesajın Doğu’ya yayılmasını engelleyen Deccalistler’dir; bu anlamda tamamiyle kötülüğü ifade etmektedirler. Avrupa’nın ortasında...

      Kaplan:Peki, Kemal Bey, neden böyle bir tanımlamaya ihtiyaç hissediyorlar? Bu, kendilerini kurabilmek, kendi kimliklerini icat ve inşâ edebilmek için bir öteki icat etme ihtiyacından mı kaynaklanıyor?

      Ersözlü:Bu önemli ve yerinde bir soru. Þöyle cevap vermeye çalışayım.. Bu, Yeni Ahid’in son kitabı olan 27.Kitabdaki -Vahiy Bölümü’nde- gelecek ile ilgili apokrif öngörüler; yani gelecek konusundaki kehanetlerin yapıldığı yerde zikrediliyor. Tabii bunların mevzû (uydurma) ama burada açılan –bizim açımızdan- âhir zaman alametleri diye bildiğimiz bir sürü rüyalar var; bunların deşifrasyonları var. Bunlar üzerinde kilise gerek tarikatlar bünyesinde olsun gerekse resmî öğretide olsun âhir zaman alametlerile ilgili ‘öngörü’lerini İslâmî motiflere uyarladılar. Ve bütün anlatılanların Muhammedîler ve Müslümanlar üzerinde gerçekleştiğini vaz’ettiler. Muhammed aleyhisselâm bu anlamda –nlara göre- ‘İsa’nın mesajnın Doğu’ya yayılmasını engelleyen Deccalin ta kendisiydi’.Ve bunun yok edilmesi lazımdı. Tabiatıyla Kudüs denen toprakların da; İslâm’ın yaşamış olduğu toprakların misyonunun da Müslmanların kontrolü altında bulunmuş olması Avrupalıların (bilinen diğer ekonomik nedenleri, Haçlı Seferleri’yle ilgili siyasî vesâire nedenleri saymıyorum burada) dînî sâik açısından Kudüs’e yönelmelerini  bu tür argümanlar besledi. Ve Haçlı Seferleri dönemindeki o bildiğimiz büyük kapışmamız şekillendi.

      Kaplan :Þu öteki/düşman icat ederek kendi kimliklerini öteki üzerinden kurma meselesini biraz daha somutlaştırabilir miyiz? Müslümanlığın, Hz. Peygamber’in mesajının, mevcut söylemi, iktidar ikişkilerini, mevcut sistemi çökertebileceğinden mi korktular? Niçin veya ne/re/den yola çıkarak Hz.Peygamberi, İslâm’ı öteki olarak konumlandırdılar?

      Ersözlü :Ben de bu önemli sorunu açmaya, açımlamaya çalışıyordum. Bir kere, Avrupa’da 1100’lü yıllarda yapılan Kur’ân-ı Kerim tercümeleri görüyoruz. Bu metinlerde objektif bir çeviri yok. Kendi kafalarında resmettikleri bir İslâm’ı aktarmak istiyorlar. Bu Kur’ân çevirileri üzerine yazılan önsözlerde, bunun etrafında kilisede yapılan İslâm hakkındaki ilk oryantal çalışmalarda ‘nasıl bir müslümanlık portresi çizdiler?’ sorusunun ipuçlarını, bizim için gerekli olan argümanları bulma şansına sahip oluyoruz. Buna göre söylenmek istenen şey ; İsa’nın yeniden dünyaya gelişi öncesinde onun makamını gasp eden bir sahtekar, sahte peygamberdir Muhammed. Bu Kur’ân çevirileri üzerine yazılan önsözlerde, bu ilk oryantal/ist çalışmalarda bunu görüyoruz. Ki, bu sorduğunuz sorunun asıl cevabının nerelerde bulunabileceğini, ya da nerelerde gizli olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. Çünkü buradan İslâm hakkında üretilen önyargı, kendi kimliklerini kurmalarına büyük katkıda bulunuyor ve bundan sonraki süreçte özelde Müslümanlarla, genelde ise Avrupa dışındaki dünyayla kendilerini merkeze alarak kurdukları sömürgeci, tahripkar ve tahakküme dayalı ilişkiyi, ilişki biçimlerini belirliyor veya böyle bir patolojik ilişkinin temellerini atıyor bütün bunlar.  Tabiatıyla bu anlamda hak etmemiş olduğu peygamberlik makamı Muhammed’in elinden alınabilmeli ki, Deccal deşifre edilebilmeli ki insanlar, İsevî çağrıya, İsevî bağışa, Allah’a giden yola kendilerini vakfedebilsinler. Bu anlamda kilisenin reddetmiş olduğu ‘Muhammed bir putperesttir’ ve puta çağıran biridir’. Bütün Avrupa halkı, kitleler, mahalle vaizleri/papazları tarafından bu şekilde manipule edilmiş,iğdiş edilmiştir.

      Kaplan :O zaman şöyle algılamak mümkün mü? Yani ister istemez Avrupa’da Hristiyanlığın, Kilise Hristiyanlığı’nın tarih sahnesine çıkması ancak 8-9 asır sonra söz konusu olabiliyor. Aslında tarihte kurucu bir rol oynayamıyor kilise. Ve dolayısıyla İslâm’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Hristiyanların İslâm’a bakarak, İslâm’ı bir rakip olarak konumlandırarak, yani İslâm’a karşı kendilerini tanımlayabilecekleri, kendi kimliklerini oluşturabilecekleri bir imkân mı ortaya çıkmış oluyor?

      Ersözlü :Evet.

      Kaplan :Yani kendi kimliklerini tanımlama ve kurma çabasını bu şekilde gerçekleştirmiş oluyorlar. Peki, Kemal bey, Avrupalıların İslâm’ı öteki olarak konumlandırıp, İslâm üzerinden kimliklerini kurma çabalarını bu şekilde açımladıktan sonra, bu yaptığınız açıklamaları, geliştirdiğiniz argümanları, ilk sorumdaki küreselleşme sorunuyla, Küresel Roma meselesiyle ilişkilendirerek sürdürmenizi istesem, neler söylemek istersiniz?

      Ersözlü :Bir kere şu noktanın altını özellikle çizmemde yarar var sanıyorum: Avrupalıların veya Roma’nın  İslâm’la karşılaştığı bu süreç, Hıristiyanlığı ve Roma’nın  kendşni bu kez ikinci kez baştan yaratması sürecidir. Çünkü daha önce İslâm olmadan önce, teslis ile beraber bir Hristiyanlık üretmişti. Ortada bir Muhammedî meydan okuma yoktu. Ama Muhammed denen  bir örnek ortaya çıkınca, Müslümanlar denen bir topluluk ortaya çıkınca, bu resim karşısında bu kez yeniden Hristiyanlık ve bugün bildiğimiz Haçlı Ruhu, bize karşı konumlanmış olan kavga halindeki olan kutup ve bugünkü küreselleşmeyi kuran kültürel ayak, bu anlamda kendini bugünkü bildiğimiz şekilde resmetti, kendini yeniden üretmiş oldu.

      Kaplan :Yani o zaman, İslâm’ın tarihe tarihsel müdahalesi olmasaydı, Hıristiyanların, Avrupalıların kendilerini üretebilmeleri de söz konusu olmayacaktı.

      Ersözlü:Kesinlikle katılıyorum size. Bu elbette önemli bir nokta. Ama bu noktaya daha sonra gelmek istiyorum.

 

Müslüman Doğu Roma’nın Doğuşu

 

      Kaplan:Peki, bu merhalendirme çabanızı devam ettirelim o halde.. Küresel Roma olarak tanımladığınız 2500 yıllık tecrübenin ilk dönemini Hristiyanlık öncesi dönem oluşturuyordu. İkinci dönem, Hz.İsâ’nın müdahalesiyle ve Hıristiyanlıkla birlikte şekillendi. Üçüncü dönem ise İslâm’ın ve Hz.Peygamber’in tarih sahnesine çıkmasıyla belirlendi. Peki, Dördüncü Dönem?

      Ersözlü :Evet.. Dördüncü dönem ise, Türkler tarafından İstanbul’un İslâm kontrolüne girmesiyle başlıyor.

      Kaplan :Peki, İstanbul’un fethi, bu süreçte hangi bakımlardan çok önemli bir ayak sizce?

      Ersözlü :Çünkü İslâm’ın geldiği yıllar mîlâdî 600’lü yıllar.. İstanbul’un fethi 1400’lere tekâbül ediyor; arada 800 yıllık bir miladi zaman dilimi var; ve bu 800 yıllık zaman diliminde, Müslümanlar açısından bakılırsa, İstanbul hep elde edilmesi gereken bir yer olarak görülmüştür. Çünkü Kur’ân’ı Kerim’in 30.suresi Romalılar (Rûm) suresidir, Roma suresidir. Yani Kur’ân’ın ilk okurları, Roma denen bir gücün farkında. Sasaniler’le olan tarihsel rekabetleri içinde Sasaniler ihmal edilebilir, pek fazla önemsenmeyen bir güç olarak görülmüştür. O günkü başarıları, geçici bir başarı olarak kabul edilmiş; kalıcı başarının Romalılar tarafından ortaya çıkartılacağı öngörülmüş. Tabiatıyla bu, doğru bir öngörü; çünkü ilâhi bir mesned bu, bizim açımızdan. Tarih de bunu doğruladı zaten: Bizzat Hz.Peygamber’in  hayatında Roma’nın tekrar zaferi, Sasanilerle rekabeti sözkonusu. Ama bunu sadece ben Medine ortamındaki bu ilk karşılaşma şeklinde okumuyorum. Eğer bunu 800 yıllık tarih içinde okursak, bana göre İstanbul’un, yani Kur’an’ın inmiş olduğu dönemdeki Roma İmparatorluğunun çöküşü Roma suresinde öngörülmektedir ve ihbar edilmektedir. Ben bu tarihi, bu şekilde işârî (işaret ve haber verici) bir tarzda okuyorum ve benim bu okuyuş tarzımı takviye eden başka kanıtlara ve argümanlara sahibim.

      Kaplan :Bu yaklaşımınız ve yaklaşımınızı açımlarken kullandığınız kavram çok önemli sanıyorum. Müslümanlar ihbar ediliyor; yani hem Roma’nın çökeceği haber veriliyor; hem de Müslümanlara hazır ve hazırlıklı olmaları haberi veriliyor.

      Ersözlü:Þimdi 800 yıl sonra Müslümanların İstanbul’u elde etmeleri Doğu Roma’nın çökmesi anlamına geliyordu ama Doğu Roma’nın çökmesi demek, Roma’nın bir parçasının çökmesi anlamına gelmiyor, bütün Roma’nın çökmesi anlamına geliyordu. Çünkü Batı Roma, 1000 sene önce 400’lerde dağılmış ve Avrupa bir sürü krallıklara, derebeyliklere ayrılmıştı.

      Kaplan :Birleşik bir siyasi güç olarak, bir aktör olarak o tarihte tarihsel bir rol oynama gücünü yitiriyor. Hristiyanlık, 8 asır boyunca tarih sahnesinde bir türlü kilit ve kurucu aktör olamıyor. İslâm, daha tarih sahnesine çıktığı ilk 50 ilâ 80 yıl içinde mevcut bütün kültürlerle ve medeniyetlerle yüzleşiyor ve hesaplaşıyor. Bugün İslâm’ın dinamizminin nereden yattığını gösteren çok önemli bir olgu bu. Bu olguya, hemen bütün medeniyet tarihçileri dikkat çekerler. Dolayısıyla tarihin dönüm noktalarından, dönemeçlerinden biri, bu zaman aralığı.

     

İlk Küresel Tecrübeyi Müslümanlar Üretti

 

      Ersözlü:Kesinlikle.. Avrupalılar, Haçlı Seferleri’nden sonra da kalıcı bir başarı elde edememişler, kendi içlerine kapanmışlar; kendi içlerinde iç kavgalara dönmüşler. Ama Doğu Roma’nın çökmesiyle beraber, tırnak içinde ‘ilk küreselleşmeyi’ Müslümanlar olarak biz gerçekleştirmiş gözüküyoruz. Zaten sizin çizdiğiniz tablo da bunu gösteriyor. Dolayısıyla Roma kaybetmiş, biz kazanmış gibi gözüküyoruz. Roma kendi tarihi açısından 2000’li yıllarında; İsa sonrası tarihi açısndan ise 1400’lü yıllarında. Þimdi biz, Doğu Roma’nın hinterlandı olan Balkanlar dahil olmak üzere geniş bir alanda, Roma’nın ulaşamadığı Hicaz toprakları gibi toprakları da içine alan bir alanda Müslüman Doğu Roma’yı ürettik. Yani Roma’nın, dünyevi iktidar anlamında Roma’nın oluşturmuş olduğu kurumların hepsine varis olduk ve bunları ilahi nefes’le, taşımış olduğumuz değerlerle doldurduk, ve oradan bir medeniyet şekillendirdik; ‘medeniyet’ kelimesini tırnak içinde ‘sivilizasyon’dan (civilization) ayırarak, ayrı olarak kullanıyorum. Uygarlık kavramını daha üst bir başlık olarak, hem medeniyeti, hem de sivilizasyonu içine alan bir üst başlık olarak belki İbnu Haldun’un kullandığı biçimiyle, ‘hadariyet’in türkçeleştirilmiş biçimiyle algılıyorum.Ama medeniyet kelimesini kullandığımda başına sıfat getirmeksizin sadece bize has olan bir gelişmeyi ifade etmek açısından kullanmayı yararlı buluyorum ve kelimenin türetilmiş olduğu kökle, yani ‘medîne’ kelimesi ile irtibatlandırıyorum. Yani Medine’de var olan, Peygamber tarafından oluşturulan bir toplum düzeninin, bir yaşama modelinin, bir kurumsallaşmanın tarih içinde açılmış şekline medeniyet dersek, medeniyet bütünüyle bize ait olur ve tek başına Müslüman medeniyeti, İslam medeniyeti, Doğu Medeniyeti vs. gibi bir ek geliştirmeye ihtiyaç duymaksızın kullanma avantajını elde edebiliriz diye düşünüyorum. Her ne kadar Osmanlı’da 1860’larda falan ‘sivilizasyon’un karşılığı olarak kullanılmışsa da, ben kelimenin böyle bir ray değişmesine uğratılabileceğini düşünüyorum bizler tarafından.

 

Medine, Medeniyet, Kent, Uygarlık...

 

      Kaplan :Medeniyet kavramının sözlük anlamıyla değil de terminolojik anlamıyla sivilizasyon kavramının tastamam karşılığı olarak üretildiğinden ben pek fazla emin değilim. Yani medeniyet kavramının, sivilizasyonun Avrupa tarihinde sahip olduğu ve geçirdiği kültürel, toplumsal ve tarihsel anlamları, evreleri ve dolayısıyla ürettiği kurumları içine alacak şekilde, sivilizasyon kavramına karşılık olsun diye üretildiği konusunda kuşkularım var benim. Burada ayrıntıya giriyor gibi gözüküyor olabiliriz ama bu ayrıntı herşeyimizi üzerine temellendirdiğimiz bir kavram çerçevesinde sözkonusu olduğu için son derece hâyâtî önem arzeden bir ayrıntı; aslında ayrıntı gibi görünen şey, bir ayırım noktası; o yüzden ben bu konuyu açmakta yarar görüyorum. İlber Ortaylı’nın haklı ve çok yerinde bir tanımlamayla ‘Osmanlı’nın en uzun yüzyılı’ olarak tanımladığı 19.yüzyılda Osmanlı’da aydınların medeniyet gibi bazı temel, kilit kavramları üretirken, tercüme değil, bir tür bir yeniden icat yaptıklarını düşünmekten yanayım ben. Çünkü Tanzimat’la birlikte başlayan süreç, son derece çalkantılı ama son derece yaratıcı bir süreç. Zaten, tüm çalkantılı dönemler aynı zamanda yaratıcı dönemler değil midir? Örneğin 13.yüzyılın Anadolu’su böyle bir dönemdir. Tam bir kültürel ve entellektüel devrim gerçekleştiriliyor ve Selçuklu da, Osmanlı da bu devrimin üzerine oturuyor veya kuruluyor. Aynı şekilde sonuçlanmasa bile Tanzimat’la başlayan ve Meşrutiyet’le birlikte zirveye çıkan yaklaşık 60-70 yıllık bir direnme, silinme, toparlanma, Batı’yla yüzleşme, hem Batı’yla hem de kendimizle hesaplaşma arayışları var. Ve sonüçta ortaya, Cumhuriyet’te devam ettirilemeyen, hatta bitirilen büyük bir birikim konuyor. Öyle ki, Cumhuriyet’in ilk çeyrek asrına tevarüs eden ve canlılık kazandıran bir birikim bu. Yani Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde farklı yönelimlere mensup aydınların bence ürettikleri farklı yönelimlere mensup aydınların bence ürettikleri ortak bir birikim, ortak bir dinamizm var. Ayrıca bu birikim,Müslümanlık’la ilişkileri sorunlu olan bir birikim değil aslında. Müslümanlığı sorunlaştıran bir birikim değil bu. Aslında bence batıyı sorunsallaştıran bir birikim. Batının modernlikle, endüstri devrimiyle birlikte geliştirdiği meydan okuma karşısında Osmanlı aydınlarının ister istemez kendilerine özgü bir yeniden silkiniş, yeniden toparlanma, dolayısıyla İslâm’ın anlam haritalarını yeniden icat etme, yeniden formüle etme gibi bir kaygıları var; bunu görüyoruz. Her ne kadar savunma psikolojisiyle de olsa, sonuçta, esas itibariyle İslâm’a dayalı yeni bir kavramsal sistem geliştirme konusunda ciddî bir performans gösterilmesi gerektiğinin farkına vardıklarını; artı, bu performansı gösterdiklerini de görüyoruz. Bu dönemde asıl büyük entellektüel sıçramayı İslâmcılar’ın yaptıklarını; diğer Türkçü ve Osmanlıcı olarak  yanlış bir şekilde adlandırılan aydınların hiçbirisinin de İslâm’la bir sorunları olmadığını da vurgulamak gerekiyor burada. Bu performansın ürünü olarak üreteilen medeniyet kavramı ile medine arasındaki ilişki tesadüfi bir ilişki olmayabilir diye düşünüyorum. Çünkü Fransız kültürünün hakim olduğu, temel kavramların Fransız kültüründen alındığı bir ortamda medeniyet kelimesini icat etmek yerine sivilizasyon kavramını olduğu gibi kullanabilirlerdi; nitekim kullananlar da vardı.

      Ersözlü :Bu iki kelime bir süre beraber de kullanılmış. Ama en erken çeviri metinlerinde sivilizasyon karşılığı olarak medeniyet kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Benim bu konu üzerinde özel bir araştırmam olmadı. Dikkat çektiğiniz gibi, araştırılması gereken bir mesele bu. Ayrıca sivilizasyon kelimesinin Batı Uygarlığı için; medeniyet kelimesinin ise ‘İslam Uygarlığı’ için kullanılması gibi bir duruma literatürlerde tanık değilim.

      Kaplan :Bence meselenin püf noktası, kilit nokta burada gizli gibi. Civilization’ın doğrudan –büyük tarihçi Braudel’in ifadesiyle- ‘maddi bir uygarlığı’ çağrıştırması söz konusu olabilir. Medeniyet kavramının ise hem şehir anlamında medine sözcüğüne; hem de daha önemlisi, Müslümanların Medine’de kıvılcımını çaktıkları ama Batı uygarlığı gibi sadece maddî olmayan, ontolojik, epistomolojik ve fenomenolojik açılardan metafizik boyutları daha baskın olan evrensel ve küresel Müslüman dünya tasavvuruna ve dünya düzenine işaret etmesi söz konusu olabilir. Bu açıdan bu ayırımın bu şekilde yapılıp yapılmadığını bilmiyorum ama sadece sezinliyorum. Ama artık böyle bir ayırım yapabiliriz; iyi ve de anlamlı da olur gibi gelir bana. Medeniyet kavramının, doğrudan din’e, ve İslam’ın kök-paradigmalarına dayandırılabilmesi açısından bakıldığında, maddi uygarlığın ötesinde imkanlara ve dinamiklere gönderme yaptığını söyleyebiliriz.

      Ersözlü :Ben de bunu kastediyorum zaten. Çünkü ‘Roma Uygarlığı’ ya da Roma sivilizasyonu, civitas’ı temel alan, Roma kent düzenini temel alan; onun  değerleri, kurumları ve yaşama tarzıyla ilgili bir açılımın adı. Bu anlamda biz Doğu Roma’da bahsettiğimiz geniş coğrafya üzerinde, Medine-merkezli, Medine’de inmekte olan vahiy-merkezli bir dinle irtibatlı yaşama modeli geliştirdik, bir ‘hadariyet’ geliştirdik. Bu açıdan bakarsak eğer Roma’nın 2500 yıllık tarihinde İstanbul’un fethiyle beraber, ne oluyor; karşı taraf açısından tam bir çöküş, çözülüş, geri çekiliş ve Avrupa’nın kuzeyine, batı tarafına sıkışmışlık ortaya çıkıyor. Bu dışarıdan gözüken bir başarı; doğru. Ama bu beraberinde sıkıştırmanın getirmiş olduğu Avrupa’da bir başka hareketliliği de beraberinde getiriyor.

      Kaplan :Peki, nedir bu hareketlilikler? Neyi kastediyorsunuz? Biraz açabilir misiniz Kemal Bey?

     

Bizans, İslâm, Rönesans

 

      Ersözlü :Tabii. Birincisi, İstanbul’da Bizans’ta fetih sonrası belli bir grup, gerek kilise içinde olsun gerek kilise dışında olsun filozofların, âlimlerin , İtalya’ya geçtiklerini görüyoruz.

      Kaplan :İtalya’ya göç eden alimler arasında Rönesans’ta antik Yunan’dan yapılacak çevirilerde kilit rol oynayan gramer ve dilbilim alimlerinin özellikle önemli olduğunu hatırlamak gerekiyor. Çünkü Rönesans kültürünün  kurulmasında bunlar bir hayli işlevsel oluyorlar. Ayrıca Fatih’in İtalya’ya özel ilgi duymasının nedenlerinden biri de Rönesans’ı farketmiş olması. Buna da dikkat çekelim istersen.

      Ersözlü :İstanbul’dan Bizans’tan bu filozofların ve âlimlerin İtalya’ya gitmeleri, çok önemli bir olay. İtalya’da akademiler kurdular bunlar. Avrupa, daha önce kilise içinden tanıdığı eski Yunan felsefesini ve Endülüs üzerinden tanıdığı İbnu Rüşd üzerinden gelen İslâmî kökenli bir felsefeyi, Meşşâiliği, üçüncü bir ayakla beslemiş oldu. Bu da direkt Yunanca üzerinden gelen, Bizans üzerinden gelen putperest Yunan felsefesi; ki, Yunan felsefesinin gerçeği de buydu: Özelde Aristoculuk, genelde ise antik Yunan felsefesi, ne Hıristiyanların anlattığı, ne de İbnu Rüşdün anlattığı şeydi. İbnu Rüşd, bize bir yığın Aristo portresi ortaya çıkarmakla meşgul oldu. Bence İbnu Rüşd, Aristo’dan daha büyük bir dehaydı, malesef onun görkemi içinde kendini eritti ve ‘fenâ fi’l-Aristo (Aristoda yokolmak) haline dönüştürdü; ki bu, büyük bir kayıptı bizim için; ben böyle düşünüyorum. Ama Avrupa’da İtalya’da ortaya çıkan akademiler, Bizans üzerinden gerçek Yunan felsefesiyle temas kurma şansını Avrupa’ya bahşetmiş oldu.

     

Humanizm: İnsan, Tanrı’nın Yerini Alıyor

 

      Þimdi buna paralel olarak Avrupa’da ortaya çıkan ve 500 yıl öncesine tarihlenen humaniter düşünce akımlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Küresel Roma’nın nereye gitmekte olduğunu görebilmek açısından humaniter düşünce önemli. O yüzden buna da değinmek gerekiyor. Peki humaniter düşünce nedir? Katolik düşüncesine karşı geliştirilmiş, konuşmanın başında sizin açıkladığınız biçimiyle insan-merkezli olan bir gidişatın, yürüyüşün ilk nüvelendirmeleridir. Gerçekte bu kelime ilk kez iki yüz yıl önce kullanılmaya başlamış ama bu düşüncenin sahipleri geriye doğru 500 yıllık bir tarih açıyorlar. İşte küreselleşmenin başlangıcı, ilk tohumu, bu 1500’lü yıllarda Hümanizm’le ortaya çıkar. Hümanizm, kilisenin tanıdığı tanrı ile bu tanrıyı tanımayan İnsanın kavgasının tarihidir. Bu açıdan baktığımızda burada human (insan), Theos’un (Tanrı’nın) yerine konumlandırılıyor ve ona karşı varlığını ispat etmekle, yani rüştünü ispat etmekle kendini ödevli biliyor bu aydın sınıfı..

 

Humanizmin İki Mitoloji Kaynağı: Tevrat ve Yunan Paganizmi

 

      İşte burada iki mitoloji birbiriyle çakıştı: Birisi, Hıristiyanlığın kendi bünyesindeki Tevrat kökenli mitoloji’dir. Orada Adem kıssası, Kur’ân’dan çok farklı şekilde Adem ile Tanrı arasındaki ilişki biçimi, bizim hiç de onu anlayamayacağımız ve onaylayamayacağımız şekilde ifadelendirilir. Adem’i Allah yaratmış, sınavdan geçirmiş, sonra dünyaya kovmuş. Kur’ân’da ise dünyaya kovulan bir Adem’den bahsedilmez; ödevli, görevli, hilafet misyonuyla yükümlü bir insanın indirilişi, görevlendirilişi vardır. Elbette bir düşmanlık vardır ama bu Adem’le İblis arasındaki bir düşmanlıktır. Ve onun bir gönderiliş misyonu vardır. Kur’an’da anlatılan eşyanın (şeylerin, nesnelerin, her şeyin) isimlerini Allah’ın Adem’e öğretmesi gibi epistemolojiyi ilgilendiren bir hadise Tevrat’ta konu edilmez. Bizim inandığımızdan çok farklıdır. Adem’in tövbesi Tevrat’ta söz konusu edilmez. Yol göstericiliği, şeytan yapar Tevrat’a göre. Yani Adem’e yol göstericiliği şeytan yapar. Halbuki Kur’ân’ı Kerim’e göre Adem’e eşyanın isimlerini öğreten Allah, ona bizzat bilgiyi armağan etmektedir. Ama Eski Ahid kökenli Hıristiyan teolojisinde ise Allah, Adem bilgi sahibi olmasın istemektedir.

 

Epistemolojik ve Siyasi Þiddetin Kaynağı: Vahşi İnsan Saplantısı

 

      Kaplan :Bu epistemolojik çözümlemeniz çok önemli. Üzerinde pek durulmayan ve belki de farkedilmeyen bir noktaya dikkat çektiniz. İsterseniz, son tespitinizden yola çıkarak biraz açımlayalım bu çözümlemenizi.. Adem’in bilgi sahibi olmaması meselesi nasıl bir şey?

      Ersözlü :Diyor ki mesela Tevrat  ‘Adem şimdi bizden biri oldu.’  O ağaçtan yedi; O ağaç nedir Tevrat’a göre? Bilgi ağacıdır, bilgili olma ağacıdır, Adem o yasaklanan ağaçtan yiyince bilmeye başladı. Bilmeye başlayınca, Tanrı diyor ki ‘Adem şimdi bizden biri oldu’. Ve bundan dolayı kendi egemenlik alanından onu kovarak uzaklaştırıyor, dünyaya gönderiyor. Oysa Kur’ân’ı Kerim’de tamamiyle Adem’i bilgilendiren Allah’tır. ve o ağaç bilgi ağacı olarak resmedilmez. Tam tersine, Adem’in açık yerlerini ona izhâr eden, onun zayıf yönlerini ona gösteren bir sembol olarak vardır Kur’ân’da, din dili açısından. Tevrat’ta çok karışık, anlaşılmaz bir tasvir var dolayısıyla. Þimdi humaniter teoriden bakarsak eğer; bu kıssadaki Þeytan’ın yerine human aydınları kendilerini yerleştirdiler. İnsan, eğer insan olmak istiyorsa tarihinden kopmaması lazım, kendisiyle yüzleşmesi lazım ve kendisini bütün zaaf noktalarıyla keşfetmesi lazım. İnsanı melekler gibi sadece olumlamak yetmez; aslında insan kendi kendisinde vahyî bir öz taşımamaktadır; onu bütün çirkinlikleriyle doğadaki diğer hayvanlar gibi olan vahşî yanlarıyla deşifre etmemiz lazım. Bunu, Makyevel, siyasete uyarlayarak yaptı; Hobbes felsefede ve siyaset felsefesinde şekillendirdi. Comte sosyolojide. Burada ‘vahşî insan’ saplantısı var ve bir diğerine karşı kurt olarak konumlandırılıyor ve ancak bir başkasını yendiği taktirde, onunla mücadele ettiği taktirde, yani evrim sürecindeki seleksiyon (seçme, yok etme) ilkesini şekillendirerek hayatta kalma şansı elde edebiliyor. Bu anlamda insan sadece Tanrı’dan koparak yalnızlaşmıyor, kendi şahsı ile de mücadele ederek ayakta ve hayatta kalma şansı elde etmeye çalışıyor. Böylelikle bireyselleşmenin ilk adımları atılmış oluyor. Ben eğer hayatta kalacaksam, bırakın uzaktaki ülkelerde, insanlarla çatışmayı, bizzat kendi arkadaşım, kardeşimle dahi bir kavga içerisinde ve onu yenerek hayatta yer bulabilirim diye bir alana itiliyor.

      Kaplan :Peki o zaman bunun bağlamı üzerinde durmak gerekir belki burada. Yani Kilisenin ilk günah teorisi ile birlikte insanın özgür iradesini bastırması dolayısıyla insanı bütün özellikleriyle, kabiliyetleriyle veya zaaflarıyla hayattan uzaklaştırmasının karşıt bir sonucu olmuş olamaz mı bu? İnsanın özgür iradesinin ortadan kaldırılması insanı, özgür iradesini aramaya ve gerçekleştirmeye itiyor. Gerçi humanizmin, insanı hayatın merkezine getirip, Tanrı konumuna yerleştirerek insanın özgür iradesini kazanmasına katkıda bulunuyor; ama bugün gelinen noktada, zaafları olan bir varlığı Tanrı konumuna yerleştirmek, insanın bizzat kendi varlığını bile tehlikeye sokmasına yol açmış durumda. Ama humanizmin ortaya çıktığı, insanın iradesinin ‘kilise makinesi’ tarafından ipotek altına alındığı bağlama dikkat çekmemiz gerekiyor, sanırım.

      Ersözlü :Tabii ki. Ben Kilise’nin tarafını tutarak olumlamıyorum Kilise’yi.. Kendi içinde haklı gerekçeleri var humanizmin. Ama bugünkü küreselleşmeyi anlatırken bunları ihmal ediyorum ve geçiyorum. Yani beni ilgilendiren taraflarından resmediyorum. Bu biraz indirgemeci veya karikatürize bir resmediş gibi görülebilir ama argümanlarımı geliştirirken sizin de dikkat çektiğiniz bağlamları gözönünde bulundurarak konuşuyorum elbette ki. O yüzden bir indirgemecilik yapmadığımı sanıyorum.

      Kaplan :Modern anlamda küreselleşmenin başlangıcı olarak gördüğünüz humanizmin Tevrat’tan beslenen birinci mitolojisi konusunda önemli argümanlar ve açılımlar geliştirdiniz. Peki, humanizmin ikinci mitolojisine veya efsanesine geçersek...

 

Humanizmin İkinci Mitlojisi:Zeus’a Karşı Promete’nin Zaferi

 

      Ersözlü :Humanizmin ikindi efsanesi, antik Yunan’dan gelen meşhur Zeus efsanesidir. Burada Promete’nin rolü nedir? Þu: Zeus’a karşı insanın tarafını tutuyor ve ona ateşi armağan ediyor. Bu ateş üzerinden insan kuvvetli hale dönüşüyor. Kainata egemen olabilecek bir bilgi elde etmiş oluyor. Þimdi humaniter aydın bu açıdan kendisini Promete’yle özdeşleştirdi. Zeus’u da Kilise temsil etmiş oluyor.

      Kaplan :Þimdi ilginç bir noktaya geldik sanıyorum. Peki bu diyalektik nasıl işliyor? Ne tür yansımaları var Avrupa tarihinde?

      Ersözlü :Olympus dağındaki Zeus, humaniter aydın açısından kilise olmuş diyor. Ve kiliseye karşı onları özgürleştiren, insan-merkezli dünyayı kuran aydınlar da Promete oluyorlar. Bu konumda diyelim ki entelijensiya veya entellektüel yani kilisedeki vaizler dışında halkı eğiten, halka bilgi adına birşeyler aşılayan  kimler var? Halk var, yani ruhban sınıfının dışında olduğu için laikler olarak adlandırılan sıradan insanlar var. Bir de bilginin odağı ve kaynağı olan papazlar var. Bunun dışında bir bilgi kaynağı yok. Ama hümanizm ile beraber, Gutenberg sonrası matbaanın da ortaya çıkması, bilginin de yaygınlaşması , yerleşmesi açısından yeni bir bilgi aktarıcı odak beliriyor.Yeni Yazarlar sınıfı, yani entelijansiya, aydınlar sınıfını ortaya çıkarttı. Bunlar kilisenin adamı değildiler, ama  sıradan ve aşağılanan halk sınıfına da girmiyorlardı. İşte bunlar, yeni bilgi kaynağı oldular. Þimdi bunların kendilerini tarihsel bir yere oturtmaları gerekirse nerede olacaklar? Eğer Tevrat’a gidersek, ya sembolik olarak oradaki şeytanın yerine oturacaklar; ya da eski Yunan’a gidersek, burada Prometheus’un yerine oturacaklar. Tabiatıyla insann üzerinde Zeus mu konuşacak, Prometheus mu?  İşte bu dönemde, Kiliseyle Avrupa’daki humaniter aydınların bir kavgası başlamış oldu.

      Kaplan :Meseleye bu açıdan bakıldığında, bugünkü küreselleşmeyi de doğrudan humaniter düşüncenin, yani insanı Tanrı konumna yükselten ve bu yüzden ontolojik evsizlik ve ontolojik güvensizlik hali yaşatan, dolayısıyla insanın Tanrı’yı da, doğa’yı da, bizatihi insanı da yok etmesiyle sonuçlandığını gördüğümüz, bunun bizzat Batılı düşünürler tarafından da açıkça ve yoğun olarak gündeme getirildiği seküler ve neo-pagan modern Batı düşüncesiyle bizim nerede ayrıştığımızın; temel referanslarımız, kalkış noktalarımız açısından olaylara Müslümanlar olarak bizim nasıl, niçin ve hangi bakımlardan farklı yaklaştığımızın nedenlerini, ipuçlarını da görebiliriz, öyle değil mi?

 

Allah’la İrtibatını Kopararak İnsan Kendi Kendin de Yok Eder

 

      Ersözlü:Kesinlikle.. Bizim düşüncemize göre, insanın insan olabilmesi için, bu dünyada yalnızlığından kurtulabilmesi için, kimlik bulabilmesi için Allah’la irtibat halinde, rabıta halinde olması lazımdır. Allah’la bağlantının koparıldığı yerde, insan kendi kendini yok eder. Yani din bu anlamda bir nisnet sorunudur. Allah’a aidiyetin farkına varmak demektir. Bu farkına varmışlık söz konusu değilse, ben Promete’lerin veya şeytanın kontrolünde olan biri haline dönüşüyorum. Yol göstericim o olabiliyor. Þimdi enteresan bir şekilde bu süreçte humanizm, kavramlar çaldı; gerçek dünyanın kavramlarını çaldı. Mesela Eski Ahid’te de, Kur’ân’ı Kerim’de de, Doğu Bilgeliğinde de ‘ışık/nûr/aydınlık’ hep gök’le, semâvî olan’la, ilâhî olan’la ilgilidir, irtibatlıdır, dolayısıyla olumludur ve bize âittir. Zerdüşt’te de aynı hikaye vardır. Yani bütün dinler ve kadim uygarlıkların ortak malıdır bu. Ama humanizm, bütün ışığı, aydınlığı kendine mal ederek, Kilise üzerinden reddettiği din ve Tanrı’yı ise karanlıklara hapsetti; din ve Tanrı’dan hep ‘karanlıklar’ olarak söz etti. Ve aydınlanmanın merkezindeki bu aydınlanma kelimesinin ışıkla olan bağlantısı çarpıtılmış bir kavramlaştırma.

 

Çarpılmış ve Çarpıtılmış

 

      Kaplan:’Çarpılmış’ mı dediniz?

      Ersözlü:Evet

      Kaplan :Çok nefis bir tasvir ve tarif bu. Yani sadece çarpıtılmış demiyorsunuz; hem çarpıtılmış, hem de çarpılmış diyorsunuz. Çok imajinatif, meseleyi bam telinden yakalayan bir şey bu. Dolayısıyla yaşanan dönüşümü, insanın Allah’la olan irtibatını yitirmesinden ve kdndisini Tanrı’nın yerine oturtmasından mütevellid/doğan ontolojik evsizlik halini, metafizik kırılmayı ve yarılmayı, dolayısıyla humanizmi modernliğin ve Aydınlanma Düşüncesi’nin din’den aldığı kavramların içini nasıl boşalttığını ve kavramları da bu şekilde sekülerleştirerek nasıl yoksullaştırdığını çok güzel özetliyor bu ‘çarpılmış ve çarpıtılmış’ şeklinde nitelemeniz.

      Ersözlü:Bu kavramlaşma çarpması başka alanlardaki kavramlara da teşmil edilmiştir. Þeytan’la bağlantılı olduğu için çarpılmış ve çarpıtılmış diyorum. Bu çarpma ve çarpıtılma olayı bütün hümanizmin heliştirmiş olduğu, bugünkü dünyamızda da geçerli olan ve ağızlara sakız haline getirilen kavramları da içine alıyor elbette ki. Üstten söylenilen tarzlarıyla kelimeler güzel çağrışımlar taşımakla beraber onların taşıdıkları mazi ve ait oldukları yer açısından baktığımızda tamamıyla beyaz siyahtır, siyah beyazdır. Bu anlamda, Kur’ân’da Bakara Suresi’ndeki ayeti hatırlıyorum: ‘Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde, biz ıslah edicileriz, derler.’ Yani Birleşmiş Milletler’in bugün siyasî alandaki icraatlarına baktığımızda yapılan her şey, insanların refah iyiliği, adaleti, eşitliği için yapılıyor deniliyor; ama bu tür olayların içyüzünü bilen ve takip edenler açısından bakıldığında, olayın tam tersi bir şekilde cereyan ettiğini gözlemliyoruz. Dolayısıyla ben sorun konusunda, meseleyi bu noktaları da içine alacak şekilde kapsamlı bir okuma ve anlamlandırma biçimi geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

      Kaplan :Kemal Bey, buraya kadar küreselleşmenin tarihsel ve kavramsal/düşünsel kökenleri ve oluşum süreçleri konusunda sizin Küresel Roma olarak adlandırdığınız bağlamda yaptığınız okuma ve anlamlandırma çabası sanırım yeteri kadar doyurucu ve açıklayıcı oldu. İsterseniz, sohbetimizi, biraz daha yakın dönemi okumaya doğru kaydırabiliriz.

     

Fransız devrimini Halk Değil, Sermayenin Sözcüsü Burjuva Aydını Yaptı

 

      Ersözlü:Tabii. Aslında  tam bu noktada öyle bir şey yapmayı düşünüyordum. Þimdi, bundan üçyüz sene (300) önce Doğu Roma’nın mirasına konan Müslümanlar açısından bizim toprak kaybetme şeklinde yaşadığımız gerileme dönemimiz başladı. 1699’daki Karlofça Antlaşması ile beraber Müslüman Doğu Roma’nın sınırları sürekli Anadolu’ya doğru çekilmeye başladı. Doğu Roma’nın varisi bir imparatorluk dağılmış, sayısız etnik grubu içerisinde barındıran Kafkaslar, Balkanlar derken nihayet Türkiye coğrafyasına hapsoluş.. Bu üçyüz yıllık tarih Avrupa’da nasıl şekillendi? Humanizm bu anlamda tabii ki bir entellektüel uğraş.. Arkasında böyle bir birikim var. Ama bunu besleyen bir sermayeye ihtiyacı var. Bu sermaye, İngiltere’deki sanayi devrimi tarafından sağlanıyor, ilk önce. Bu da enteresandır, bizim geri çekilmeye başladığımız dönemlerde ortaya çıkmıştı. Tabiatıyla 500 yıl önceki yeni dünyaya , Amerika’ya olan açılımın yani coğrafi anlamda dünyanın küresel sınırlarını keşfetme uğraşısının başlangıcı bu. Bu gerçeği gözardı ediyoruz. Bunu farketmeliyiz artık. Burada gemilerle yapılan seyahatlerin ve dünya servetlerinin Avrupa’ya taşınmasının doğurduğu Avrupa’daki finans birikimi, maddî birikim, bu bu entellektüel çabaları besledi. Bu entellektüel ve finans çabaları ile olan akrabalığa girmeksizin hayatiyetini devam ettirebilmesi mümkün değildi. Nihayetinde aydınlar, bu anlamda, burjuvazinin sözcüsü haline dönüştüler. Fransız devriminde ortaya çıkan, bir halk ihtilali değil, burjuvazi ihtilalidir ve belli bir sermayenin sözcülüğünü yapmaktadır. Tabi enteresandır, bugünkü küresel sermayeyi tahlil ettiğimizde, karşımıza çıkan tablo gerçekten ürkütücü ve düşündürücü bir tablodur: Dünyanın üçyüz büyük şirketi, holdingi dünya servetinin %98ini kontrol ediyor. Mesela Amerika’daki Rockefeller gibi ailelerin tek başına sahip olduğu sermaye, Türkiye gibi bir çok ülkenin bütçesinden bile kat kat fazla.  Tabii bu son derece korkunç bir şey. AB Uyun yasaları çerçevesinde TBMM’inde çıkartılan yabancı vakıflar ve derneklerle ilgili yasanın yarın ne tür tehlikeli sonuçlara yol açacağını farkedebilmiş değil bizim elitlerimiz ve siyasîlerimiz. Bu mesele, Apo’nun affedilmesi gibi dar bir alana hapsedildi ve aslında çok daha tehlikeli konuları içeren yasalar hiç tartışılmadan nasıl olduysa bir oldu bittiye getirilerek Meclis’ten geçirildi.Böyle şey görülmüş mü dünyada? Bu ülke bu kadar sahipsiz mi, meselesiz m?

      Kaplan :Bu yasaların içerdiği tehlikeleri biraz açalım isterseniz...

     

Yabancı Vakıflar, Beyin Kadromuzu Ele Geçirecekler

 

      Ersözlü :Þöyle düşünelim: Mesela Müslümanlar bugün kendilerini, kamusal alanlarda, devletin etkin olduğu alanlarda daha bastırılmış gördükleri için, sivil alanlara kaçmayı, açılmayı yeğliyorlar; dernekler, vakıflar şeklinde örgütlenmeyi ve orada hayat bulmayı, cemaatsel bir hayatta yaşamayı daha korunaklı buluyorlar. Þimdi yabancı dernekler ve vakıfların Türkiye sınırları içinde örgütlenme haklarını elde etmeleriyle beraber karşımıza devasa dernekler, vakıflar çıkacak. Peki, bunun getirisi ne? Ne demek bu? Bunun şöylesi bir tehlikeli sonucu olacak: Siz dernekler ve vakıflar alanında da bir rekabet içinde var olamayacaksınız. Yani kalkıp Doğu Anadolu’da, insanların açlıkla imtihan edildiği bölgelerde, kilise adına veya başka oluşumlar adına hayır kurumu adı altında bir sürü örgütler kurulacak, mesela hastaneler şekillendirilecek. Yine üniversite sınavlarında ilk 1000 e giren öğrencilere bu yabancı vakıflar, dernekler vesaire burs verecekler, beyin kadrosunu ele geçirecekler. Oysa bu, ülke açısından korkunç bir kayıptır ve telafisi pek mümkün olmayan büyük bir cinâyettir. Mecliste bulunan milletvekillerinin pek çoğu, bu toprağa ait olduğunu zannettiğimiz, düşündüğümüz, en azından öyle düşünmek istediğimiz kişilerden oluşuyor; Bu kişilerin bu yasalara nasıl toptan evet diyebildiklerini ben hâla anlayabilmiş değilim. Oysa korkunç bir hadise bu!

      Kaplan :Peki , sizce bu, onların bu olayın, meselenin böylesine tehlikeli boyutlar içerdiğinin farkında olmadıkları anlamına mı gelir; yoksa..?

      Ersözlü : Farkında olmadıklarını olaya iyimser baktığımız zaman söylüyoruz ama bu mümkün değil. Siyasette bunca zamandır uğraşan insanlar, nasıl olur da çok kısa vadeli kazanımlar adına ve Türkiye’de üretilen AB ile entegrasyonun Türkiye’de yaşayan insanlara getireceği sözümona özgürlükler adına oluşturulan yalana olan âmentü ile çıkartılan sanal bir gidişat var.

      Kaplan :Kemal Bey, Avrupa Birliği meselesine veya hikayesine biraz sonra geleceğiz ve Almanya’da yaklaşık on (10) yıl gibi uzunca bir süre yaşamış, halen aileniz olduğu için de bağlantısı, ilgisi, teşriki mesaisi süren bir Müslüman aydın olarak sizinle bu konuyu daha ayrıntılı olarak konuşmak istiyorum. İsterseniz küreselleşme meselesini biraz daha güncelleştirerek, güncel boyutları ile sürdürelim istiyorum.

 

‘Küresel Sistem, İslâm’ı Resmî Din Haline Getirerek Hadım Etmek İstiyor’

 

      Ersözlü:Tabii, elbette. O halde, küreselleşme bağlamında yaptığımız tartışmayı şöyle bağlayalım: Küreselleşmenin nihayetinde son boyutu şu: Bana göre, yaşadığımız son 20 yıl içerisinde bu Roma merkezli dünya sistemi yeni bir evresine daha girdi. Bu, tıpkı İsa aleyhisselâm’ın dinine yaptıkları müdahalenin bir başka din üzerinden, bu kez İslâm üzerinden yenilenmesi hadisesidir. Nasıl ki 300’lü yıllarda İsa’nın dini, bizzat Roma tarafından resmî din haline dönüştürülüp, teslis haline dönüştürülüp içi boşalttıysa, bugün de bu sistem, İslâm’ı bana göre, bizzat resmî din olarak kabul etti. Kabul edişiyle beraber İslâm Hıristiyanlığın akıbetine uğratılma sürecine girmiş oldu. Tabiatıyla bu İslâm, şu an sahih kitabı bulunan bir İslâm; dolayısıyla Hıristiyanlığın kitabı gibi bir duruma düşürülemeyeceği için, yani kutsal kitabı tahrip edilmediği için onu doğru okuyan ve kitlelere anlatan aydınlar, ulema, münevver insanlar çıkacağı için bu insanların da negatif imaj bombardımanıyla yıpratılmaları gerekiyordu. Bu anlamda 11 Eylül’ü ben bununla irtibatlandırıyorum. Þunu söylemek istedi dünya sistemi..

      Kaplan :Pardon, Kemal Bey, sözünüzü kesiyorum; ama bence çok önemli bir şey söylüyorsunuz. Küresel Roma dediğiniz seküler dünya sisteminin İslâm’ı resmi din olarak benimsediğine dikkat çekiyorsunuz. Ve bunu da küreselleşmenin son evresi olarak niteliyorsunuz. Bu, çok enteresan bir okuma biçimi.. Yeni bir Kostantinizm’den mi bahsediyorsunuz? Yani küreselleşmenin son 20 yıllık evresini, küresel sistemin İslâm’ı resmi din olarak benimsemesi, hadım etmesi ve başarabilirse yok etmesi projesini uygulamaya koymaya çalıştığı bir süreç olarak mı görüyorsunuz? Söylemek istediğiniz şeyi biraz daha açmanızı ve tartışmanızı isteyeceğim sizden.

      Ersözlü :Aynen öyle. Biraz açayım bunu: Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı nasıl benimsediğinde İsa’nın dinini, Allah’ın mesajını kalbî olarak tasdik etti ve bir kul haline dönüştü diyemiyorsak; şimdi de, aynı olay gerçekleşti. Bugün diyelim Ramazan ve Kurban Bayramlarında AB’nin genel sekreteri,Amerika’nın devlet başkanı, Rusya’nın devlet başkanı bütün bunlar vatandaşları olarak addettiği dünyadaki 1 Milyar Müslüman’ın bayramlarını tebrik ediyorlar. Bu durum bundan yirmi sene önce olan bir şey değil. Yahut da kendi ülkelerinde Müslümanların sivil dernekler kurmalarına, cami açmalarına belediyeler yardımda bulunuyorlar. UNESCO bünyesinde vesaire yapılan tuhaf projeler var..

      Kaplan :Peki, ne var bunda, diye kışkırtıcı bir müdahalade bulunsa ne dersin,  o zaman?

 

Müslüman Aydınlarla Halkın İrtibatını Koparma Operasyonu

 

      Ersözlü:Diyeceğimi derim tabii ki! Ama tüm bunlarla şunu söylemek istiyorlar: ‘Evet’, diyorlar, ‘bu 1 milyarlık Müslüman kitle, bu dünyanın bir gerçeği; bunu yok edemeyiz, yok sayamayız. Bütün olarak insanlar ait oldukları kimlikten uzaklaştıramayız. O taktirde bu kimliği biz üst alanda değiştirmeliyiz, insanlar nisbetlerini, aidiyetlerini kaybetmemeli ama bağlı oldukları şeyin ipi bizim elimizde olmalı.  Hıristiyanlığı sözde benimsediğimiz gibi İslâm’ın da hâmisi konumuna giriyor gözükmeliyiz. Genel kitle İslâm’ı böyle, bizim sunduğumuz gibi, bizim istediğimiz gibi kabul etmeli. Ama olayın böyle olmadığının farkında olan, gerçek İslâm’ın içinin boşaltıldığının farkında olan insanlar var olduğu müddetçe biz rahat yüzü göremeyiz’, diyorlar. O taktirde, halkın bu insanlarla, bu Müslüman alimlerle, münevverlerle olan irtibatının kopartılması, bunlara olan ilgi ve sempatinin azaltılması, bunların söyleyeceklerine kulak asmaması lazım. O insanların çok kötü bir imajla yıpratılması, uzaklaştırılması, aralarının açılması lazım. O anlamda diyorlar ki, bizim Müslümanlarla,  İslâm’la, Muhammed’le bir problemimiz yok. Bütün dinler özgürdür; ve biz dünyanın dünyevî anlamda iktidarıyız, kralıyız, yöneticisiyiz. Ama sizin dininizin, bu dünyada sizin diğer insanlarla eşit olmanızı engelleyen, içinizden çıkardığınız bazı katı insanları var, tiplemeler var; bunların peşine takılmayın, diyorlar. Bu tür ulemayı, münevverleri, dernekleri, vakıfları olmadıkları biçimde, son derece karalayarak resmediyorlar ve böylelikle yıpratmaya çalışıyorlar; ki halk bunlarla olan irtibatını kessin ve dînî oluşumlar, bunlar üzerinden değil, kendi istedikleri, sundukları şekilde şekillendirilsin, istiyorlar. İşte ben, bu anlamda İslâm’ı bir din olarak benimsediklerini söylüyorum. Yani İslâm’ı asla doğrudan cephelerine almayacaklar;  İslâm’la cepheden kavga etmeyecekler. Ama sadece bazı noktasal hareketler, gruplar üzerinden İslâm’la savaşacaklar; İslâm’ı böylelikle yıpratmaya; hem dünyayı, hem de özellikle Müslüman kitleleri bu sinsi yöntemle İslâm’dan soğutmaya, İslâm’la ilişkilerini sakatlamaya çalışacaklar.

      Kaplan:Ben bu sürece çoktan girildiğini ve İslâm’la son derece sinsi, ayartıcı, baştan çıkartıcı, ‘pornografik’(baştan çıkarıcı görüntüler, imajlar yoluyla) postmodern bir savaşa çoktan başladıklarını düşünüyorum. Sizin küresel sistemin İslâm’ı resmi din olarak benimsediğini söylerken kastettiğiniz şey, sanıyorum, İslam’ın protestanlaştırılması projesiyle aynı şey, değil mi?

      Ersözlü :Evet aynı şey. Tabii ki, bu 20 yıl içinde yaşanan olayı farketmediğimiz takdirde, ortada dönen birçok olayı, kavramı anlamakta da zorluk çekeceğiz. Ben Müslümanların siyasî önderliklerini, toplum önderliklerini, her alanda merkezde olma şanslarını, kendilerinde olma şanslarını onlara  dayandırıyor bugünkü dünya sistemi.

      Kaplan:Yani hiçbir zaman özne olma şansını vermiyor.

      Ersözlü :Özne olma riski olan kişi, kurum, aktör ve oluşumları, imaj problemiyle, karalama kampanyasıyla, psikolojik propaganda yöntemleriyle, yani sanal bir yolla yıpratmak, yıkmak, etkisizleştirmek ve hadım etmek istiyorlar. Böylesi bir baskı altında bunaltılıyoruz. Bana göre, küreselleşme, bize yansıyan biçimiyle bu anlama geliyor. Bu anlamda ben küreselleşme denen hadise içerisinde ‘yok olmayacağım, ben kalacağım’ dediğimde, problemli, marazî bir ti olarak resmediliyorum. Bunun farkında olmam gerekiyor.

      Kaplan :Peki, Kemal bey, bu yakıcı, bu hayatî problemi aşmanın yolu nedir sizce?

 

Küreselleşme, Birden Fazla Uygarlığa Hayat Hakkı Tanımıyor

 

      Ersözlü :Sorduğunuz soruyu ben şöyle algılıyorum: Bu kuşatılma sürecinde müslümanca kalabilme şanssımız var mı bizim? Biz kendi imkanlarımızla bu problemi aşabilme şansına sahip miyiz? Þöyle bakıyorum: Küreselleşme olayını nötr olarak eğer sadece dünyanın küçülmesi, iletişim imkanlarının genişlemesi, büyümesi ve her şeyin küre sathında cereyan etmesi, şeffaflık vesaire olarak algılıyorsak, bu anlamda, bu süreç, geri dönebilir, durdurulabilir bir süreç değil. Bu trend başladı ve geri dönülebilirliği yok. Bugün küresel sistem, küreselleşme aynı anda iki uygarlığın varolmasına imkan vermiyor, vermek istemiyor ve vermeyecek de. O anlamda bölgesel kazanımlar imkan dahilinde değil. Eğer bugün Müslümanlar gerçekten dünyanın çekim alanı olabilecek bir düşünce üretemedikleri, yaşama modeli geliştiremedikleri, varlık alanı üretemedikleri sürece dünyada yokturlar, varolamazlar. Varolabilmek için, böyle bir ihtiyacın üretilmesi, varedilebilmesi lazım. Bu anlamda dinin, tahrip edilmemiş asli kimliğiyle, biçimiyle örneklenmeye ihtiyacı var. Bu ortaya çıkarılmadığı müddetçe bizim adımıza, bizim dinimizi, inancımızı, hatta geçmişimizi, tarihimizi başkaları okutacaklar. Ve biz bu anlamda onların öğrencileri haline dönüşeceğiz, münevverler anlamında söylüyorum. O anlamda kendimiz halkın önderi haline dönüşemiyoruz. Sadece bir şeyin aktarıcısı haline dönüştürülüyoruz. Bu anlamda küresel güç ve onun finansal kaynakları böylesi zihni dumura uğramış insanları finanse ediyor. Onları toplum önünde ön plana çıkartıyor ve geniş yayılma ve dinlenme alanlarını onlar için açıyor. Bunların farkında olmak gerekiyor. Burada kitlelere söylenmesi gereken şey, bence, bu dinin temel kitabı olan Kur’ân’la çok sahih bir irtibata girmelerini tavsiye etmektir. Bu kitabın doğurmuş olduğu tarih içerisindeki oluşumların, gelişimlerin altını çizmeliyiz, izlemeliyiz ve bunları gerçek biçimleriyle aktarmalıyız insanlara (çünkü burada kitap üzerinden bir teori şekillendirmiyoruz; yaşanmış bir gelenekten, bir medeniyetten bahsediyoruz) onun örneklerini açmalıyız, geliştirmeliyiz, yaygınlaştırmalıyız.

     

Kur’an Medeniyeti

 

      Eğer ben bu konuşmayı Türkiye’de yapıyorsam, bu topraklar demin söylemiş olduğum Doğu Roma üzerinden bizim Müslüman Doğu Roma’yı üretmiş olduğumuz topraklardır. O taktirde benim Müslüman Doğu Roma üzerinde şekillendirmiş olduğum bir hayat tarzını küreselleştirme imkanı var, bu anlamda.  Bu küreselleştirme imkanı, medeniyeti ortaya çıkaracak. Medeniyet, Medine temelli; medine de din temelli bir hadise. Bu anlamda insanlar, hiç küçümsenmeksizin bireysel hayatlarında Kur’ân’ı Kerim’in öngördüğü, talep ettiği ritüelleri, ibadetleri ciddiye almalılar, yerine getirmeliler. Namazın gerçek anlamda diriltilmesi gerekiyor; çünkü namaz bir kimlik sorunudur. Her gün belirli vakitler arasında insanın, kişinin kulun – o humaniter dünyanın gevşetmiş olduğu- gerçekten Allah’la bağlantı kurma şansını bulma anıdır.

      Kaplan:Zamana müdahaledir..

      Ersözlü:Evet, zamana müdahaledir; kendine varıştır; farkında oluştur; bu dünyadan sıyrılıştır; bir başka çekim alanına giriştir. Yine, Cuma’nın diriltilmesi lazım. Cuma kadar bir şans, bir imkân başka bir uygarlıkta yok. Düşünün dünyada bir milyar Müslüman, haftanın belli bir gününde belli bir saatinde toplanıyorlar; bir çağrıya evet diyorlar. Bu saati kendileri belirlemiyorlar. Bir toplantı olsa, bir dernek tüzüğü filan olsa belki üzerinde, yerinde, zamanında anlaşamazsınız; falan olsun, filan olsun dersiniz. Ama Cuma dediğiniz şey korkunç bir şey. Üzerinden 1400 yıl geçmiş, uygulanmış bir ritüel. O yüzden insanlar kendiliğinden biliyorlar ne zaman ve nasıl toplanacaklarını.. Müthiş bir imkân bu. Hakeza Hac yine öyle.. Gerçek anlamıyla bizim tarafımızdan yaşanabilir hale dönüştürülebilse, bu imkanlar oluşturulabilse, yine korkunç bir imkân. Ramazan bir direniş ve diriliş yöntemi. Þunu öneriyorum: Dernekler, tüzükler, vakıflar biçiminde seküler modern toplumun oluşturduğu sunî yapılar, yapılanmalar üzerinden örgütlenme yerine tarihî dinamikler içerisinde var olan yaşama modellerinin arkasına düşmeliyiz. Namazın arkasına düşelim diyorum, Cuma’nın arkasına düşelim, diyorum. Halkla bağımızı koparmak isteyen, halkın önderi, lideri olmamızı önlemeye çalışan küresel sisteme karşı bizim halkla olan sahici irtibata girmemiz gerekiyor. Bizi marjinal haline getirmek amacıyla bizim üzerimizden çizdikleri o imajı yıkmak için, bu işin resmedildiği, propoganda edildiği gibi olmadığını gösterebilmek için halk içerisinde, halkla irtibatını aslâ koparmamış bir münevver profili ortaya çıkarmak zorundayız diye düşünüyorum.

      Yusuf Yerli:Sistemin bizden istediği Müslüman tipi projesi, abdestinde, namazında ve suya sabuna dokunmayan bir Müslüman tipi. Hatta insanlar, kitleler arasında yaygın olan şöyle bir kanaat var:’Abdestinde, namazında, camisine giden, hanımı dindar insanlara kimse bir şey demiyor. Asıl sorun teşkil eden insanlar; siyaset yapan, vakıf kuran, dernek kuran, toplumsal talepleri ön plana çıkaran, gündeme getiren insanlar’ olarak görülüyor. Dolayısıyla bugün bu insanlar olumsuz tipler olarak resmediliyor. Peki, buna ne diyeceksiniz? Bu paradoksu nasıl aşacağız?

          K.E. ,,,,,,

      (Devamı yayınlanmadı?)

     

    (Umran, Eylül 2002, sayı: 97)

 

 



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 

Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats