40. BÖLÜM

ANA DİLDE İBADET VE SON SÖZLER

BURAYA KADAR NE YAPTIK?

itabımızın buraya kadarki bölümlerinde, gerçek dinin ortaya çıkması için dinin kaynağının ne olduğunun belirlenmesi gerektiğini ortaya koyduk. Bu noktadan hareketle dinin kaynağının sırf Kuran olduğunu bizzat Kuran'ın kendisine başvurarak gösterdik. Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için bu yöntemin bir reform hareketi değil, dine yapılan ilaveleri temizleme ve Kuran'ın buyruğunu yerine getirme hareketi olduğunu belirledik. Sonra dine yapılan ilavelerin başta hadisler kullanılarak yapıldığını tespit ettik ve hadislerin Peygamber'e yapılan iftiralarla dolu olduğunu, Peygamber'in Kuran dışı hadisleri dinselleştirmek gibi bir hedefinin olmadığını ve hadislerin usül, toplanış ve her yönüyle dinin kaynağı olmaya layık olmadıklarını gördük. Daha sonra hadislerin hem Kuran'la, hem kendi aralarında, hem de mantıkla çeliştiklerini, dine ilaveler yaptıklarını; bu yüzden hadislerin Kuran'la beraber dinin kaynağı olmaya layık olmadıklarını anlayıp, sırf Kuran'ın dinin kaynağı olduğu fikrini zihnimize iyice oturttuk. Bu mantığı pekiştirmek için hadislerin niye uydurulduğunu, 4 Halife'nin hadisleri yazdırtmadığını, en önemli hadis uydurucularının ortaya konması gibi konuları da inceledik. Daha sonra dinin dejenerasyonunun baş sorumlusu gördüğümüz Emeviler'i ve Abbasiler'i inceleyerek bu dejenerasyonun tarihi arka planını, Kuran'ın dininin ve uydurulan dinin neler olduğunu sergiledik... Dine en çok ilavenin Kuran'da yer almayan konuları çözmeye kalkanlar tarafından şahsi çözümlerini dinselleştirmek yoluyla yapıldığını tespit ederek kitap boyunca örneklediğimiz bu hatayı ayrı bir bölüm olarak bol örnekli bir şekilde işledik...
Böylece kitabımızın sonuna geldik. İbadetlerin ana dilde yapılmasının önemine binaen, kitabımızın bu bölümünde ana dilde ibadetin önemini bir kez daha vurgulayacağız. Kuran'ın mucizevi yönünü ve güvenilirliğini diğer kitabımız "Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize"de göstermeye çalıştık. Sahte dinin ortaya çıkması kadar dinin tek kaynağı olan Kuran'ın değerinin anlaşılması da çok önemlidir. Böylece kişiler uydurma dini ellerinin tersiyle itip, daha sonra elleriyle Kuran'a sımsıkı sarılacaklardır.

TÜRKÇE (ANA DİLDE) İBADET

Kuran'ın İslam'ının yaşanması için yapılması gereken en temel faaliyet Kuran'ın, dini yaşayacak toplumun ana diline çevrilmesidir. Kuran Arapça inmiştir ve orijinali Arapça'dır. Fakat Kuran'a göre Arapça, kutsal bir dil değildir. Kuran, her kavme Peygamberler'in gönderildiğini ve bu peygamberlerin kavimlerine kendi dillerinde mesajlar getirdiklerini söyler. Tevrat Hz. Musa'nın kavminin dilindedir, İncil de Hz. İsa'nın kavminin dilindedir. Hz. Lut'un vahiyleri kendi kavminin dilindedir, Hz. Nuh'unkiler de öyledir... Bu mesajları kutsal yapan Allah'tan indirilmiş olmalarıdır ve bu mesajların hiçbiri Arapça değildir. Allah'ın mesajı Arapça yazılabileceği gibi; Allah'a, dine karşıt sözler, putlara iltifatlar da Arapça yazılabilir. Arapça'yı Allah'ın özel dili, Cennet'in lisanı; Arapça harfleri Allah'ın özel harfleri, Cennet'in harfleri gibi gösteren zihniyet dini Araplar'ın tekeline sokmak isteyen Arap ırkçısı, mezhepçi zihniyettir. Fussilet Suresi 44. ayetten Kuran'ın Arapça olmasının sebebinin, Kuran'ın ilk olarak Arap toplumuna hitap etmesi olduğunu anlıyoruz. Kuran Allah'ın din gönderdiği her kavme kendi dilinde hitap etme adetinden dolayı Arapça'dır. Araplar'a dinlerinin yabancı dilde bildirilmesi saçma olduğu gibi, Türkler'e de kendi dilleri dışında bildirimde bulunmak saçmadır. Türkler'e kendi dillerinde bildirim ancak Kuran'ın çevirisi ile mümkündür.

Kuran'da geçen kelimeler, kavramlar Kuran'da geçmeden önce de Araplar'ın kullandığı kelimeler, kavramlardı. Kuran Allah dediğinde neyi kastettiği, domuz dediğinde domuzun ne olduğu, miras deyince mirasın ne olduğu, vasiyet deyince vasiyetin ne olduğu biliniyordu. Kuran evvelden varolan kelimelerle geldi. Kuran'ı okuyan bir kimse bu apaçık gerçeği rahatça kavrar. Kutsal olan Arapça veya kelimeler değil; Allah'ın bu kelimelerle, kavramlarla oluşturduğu Kuran'dır.
Arapça'yı kutsallaştırıp, dinin anlaşılmadan yaşanmasına sebep olanların düştüğü komik durumun bir örneği şöyledir: "Arap Bedevi kadınları ellerinde defler, yanık sesle türküler söylüyorlardı. Türkülerin konusu da deve etinin lezzetiydi. Bu etin kebabının, haşlamasının, kızartmasının ne kadar lezzetli olduğu yanık yanık, makam içinde anlatılıyordu. Töreni tertipleyen Osmanlı Teşkilatı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı Bey bir de gördü ki, hazır ol vaziyetinde olan Anadolu'nun aslan yapılı Osmancık Taburu'nun erlerinden bazılarının Arapça deve eti kasidesini dinlerken göz yaşları şıpır şıpır damlıyordu. İyi Arapça bilen Eşref Bey şaşırdı, bir ere:

"Oğlum ne ağlıyorsun?" diye sordu. Hazır ol vaziyetindekiMehmetçik durumu değiştirmeden cevap verdi:

"Kumandanım bakınız ne güzel Kuran okuyor..."

Bu saf, pırıl pırıl yürekli Anadolu çocuğunun duyguları önünde gözleri dolan Eşref Bey dayanamıyor:

"Oğlum o bedevi kadınları kendilerine dağıtılacak olan deve etinin lezzetini anlatan kasideyi makamla okuyorlar, sil göz yaşlarını..."(Cemal Kutay, Türkçe İbadet, sayfa 61)

TüM KAVİMLERİN DİLLERİNİN YARATICISI ALLAH'TIR

Gelin ayrı dilleri, ayrı ırkları nasıl değerlendireceğimizi Kuran'ın aydınlatıcı ayetlerine başvurup öğrenelim.
Göklerin ve yerin yaratılması ile dilleriniz ve renklerinizin başka oluşu O'nun delillerindendir. Şüphesiz bunda bilgi sahipleri için deliller vardır.

30 Rum Suresi 22

Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, ancak bu sizleri verdikleriyle sınaması içindir. Tümünüzün dönüşü Allah'adır.

5 Maide Suresi 48

Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkekten ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler yaptık. Allah açısından en üstün olanınız en çok sakınanınızdır.

49 Hucurat Suresi 13

Bu ayetleri örnek gösteren Cengiz özakıncı şunları söyler: "Kuran'ı benimsemiş bir kişi kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında bunları Tanrı'nın bir ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak, bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir. Daha açığını söyleyelim: Kuran’a göre bir Müslüman Arap, Türkler’in ulus olarak varlığını, dilini, yazısını ancak bir inceleme, araştırma, öğrenme, yararlanma konusu edinebilir. Türkler’in ulus olarak varlığını ortadan kaldırmaya, ya da eritmeye girişmesi durumunda Tanrı katında suçlu olacaktır. Türkçe'yi at, Arapça'yı kullan, ya da kendi yazını at, Arap yazısını kullan diyemez. öteki ulusları Araplaştırmaya yeltenemez. Eğer yeltenirse, bu girişimi Tanrı'nın buyruklarına aykırı olur. Geçmişte Tanrı'nın buyruklarını çiğneyen pek çok Müslüman Arap, Müslüman Türk çıkmış, Türkler'in dilini, yazısını Araplaştırmaya girişmiş ve bunu belli oranda başarmışlardır. Bundan 900 yıl önce kimi Arap, kimi Türk kandırıcı kişiler Tanrı ile Türkler'in arasına dilden bir engel koydular. Türkler'in Tanrı'ya Türkçe seslenmesinin Tanrı'yı kızdıracağını söyleyerek, Türkler'i bu yalana inandırdılar. Türkler Tanrı'nın yalnızca Arapça seslenişlere ilgi gösterdiğine kandırıldılar. Tanrı'nın yalnızca Arapça dilekleri, yakarıları işleme koyduğunu söyleyen bu tilkilere inanan Türkler ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında, kullanımdan düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren kargalar konumuna düşmüş, dilleri bozulmuş, imgelemleri bulanmış, anlama, anlatma yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar." (Cengiz özakıncı, Dil ve Din, sayfa 120 ve 156)

Alıntıladığımız ayetlerden anlayacağımız gibi Arapça da, Türkçe de, İngilizce de, Fransızca da, tüm diller de Allah'ın isteğiyle oluşmuştur, tümü Allah'ın delilleridir. İnsanlar bu renkliliği yok etmeye değil, bu farklılıkların içinde kaynaşmaya, tanışmaya çalışmalıdırlar. Her dil bir güzelliktir. Hiçbir dilin kutsallığı yoktur. Allah'ın beğendiği bu çeşitliliği uydurma kutsal etiketiyle yok edenler Allah'ın kitabı Kuran ile çelişmektedirler.

Allah, meleklere Hz. Adem'in üstünlüğünü açıklarken, Hz. Adem'e isimleri öğretmesine ve Hz. Adem'in isimlerle tanımlamalar yapmasına dikkat çekmektedir. İsimlendirerek tanımlama, kelimelerle düşünme gibi dilin temel fonksiyonları, insanı üstün kılan özellikleridir. Hiç şüphesiz dilin bu tarz kullanımında, ne söylediğinin bilincinde olma unsuru vardır. Aklı işletme faaliyeti kelimelerle isimlendirmenin sonucunda yapılan bir faaliyettir. Kullanılan akıl ise insan olmanın ayırt edici özelliğidir.

Kuran'ın herkesin anladığı dilde, tercümesinden okunmasının önemini Prof. Dr. Beyza Bilgin de şu sözleriyle vurgulamaktadır: "Kuran'ın anlaşılması esastır ve vahiyler yoluyla tebliğ ve yol gösterme daima milletlerin konuştuğu dilde yapılmıştır. öyleyse, milletin fertleri, Allah'ın Kitabı'nı anlamak, ondaki haber ve öğütlerden yararlanarak terbiye olmak, davranış geliştirmek için, onu yabancı dilde değil, konuştukları dilde ve anlayarak okuyacaklardır. Böyle bir okuyuş temin edilmedikçe, Kuran belli bir zümrenin, bir azınlığın elinde kaldıkça, ondaki ilahi amaca yönelik yöntem etkinliğinin ve anlam zenginliğinin meydana getirebileceği bütün gelişmelerden mahrum kalınacaktır. Kuran'ın vahyolunduğu dönemde, Arap edebiyatı çoğunluğun ilgilendiği, zevk alarak izlediği bir alandı. Kuran, şiirle nesrin birleştiği bir üslûpla, yeni konulardan söz ediyordu.

Kuran'ı dinletmeyin. Kuran okunduğunda gürültü yapın, belki bu yolla ona galabe edebilirsiniz.

(41 Fussilet 26)

Anlamışlardı ki, Kuran dinlenir ve anlaşılırsa, onunla başa çıkamayacaklardır. Oysa geleneklerimizden gelen günümüzdeki okuyuşta, musiki ile okuyuştan etkilenmekten söz edilebilir ama o şiirli üslûp kullanılarak verilmiş olan haber ve öğütlerden etkilenmekten söz edilemez. Kuran'ı inanarak, güvenerek, sevgi ile okuyan insanlar, onu okurken, onda anlatılanları, onu üslubu ile anlayarak okusalar, bilgilenseler ve etkilenseler, duyguları o yönde aksa, o yönde içerik kazansa, neler olabilir, kabiliyetli müminler onları nasıl kullanır, bir düşünülse! Güzel sanatların bütün dalları, şiir, roman, film, tiyatro, müzik, estetik, gazete, dergi, radyo, televizyon gibi güçlü araçlar, onları kullanan inançlı insanların belleklerinde yüksek fikirlerle seslense, sevgiyi, güzelliği, temizliği, merhameti, adaleti, barışı ve yardımlaşmayı ifadeye dökseler, ülkede ince bir ruh hali, bir yüksek terbiye, bir bilgiseverlik, bir aydınlanma meydana gelmez mi? Meydana gelen bu aydınlık dışa vurmaz mı?! (1. Kuran Sempozyumu, sayfa 82)

OSMANLI DöNEMİNDE KURAN’IN YERİ

Allah dinde akledilmesini, ince ince düşünülmesini, araştırılmasını, emirlerinin uygulanmasını, kitabının rehber edinilmesini ister. Kişiler Allah'ın kitabının manasını bilmeden üzerinde nasıl inceden inceye düşünebilirler? Kuran'ın kendi üzerinde ince ince düşünülmesiyle ilgili emirleri Kuran'ın manası bilinmezse nasıl uygulanacaktır? Sonuçta kişiler dini yaşamak için, dinle ilgili bilgileri anladıkları dilden duymak veya okumak zorundadırlar. Geleneksel, mezhepçi İslamcılar kendi din adamlarının veya ilmihal kitaplarının Türkçe anlatımlarında bir sakınca görmemişlerdir. Onlar da herkesin Arapça öğrenmesinin farz olduğunu savunmamışlardır. İlmihal kitaplarının, kendi öğretileri doğrultusunda yetişen müftülerin, imamların, şeyhlerin dini Türkçe olarak anlatmasını normal görenler, Kuran'ın Türkçe'ye çevrilmesine karşı çıkmışlardır. Amaç kişi ile Allah arasına din adamlarının sokulması ve mezhep izahlarıyla yetişmiş din adamlarının ve mezheplerin izahlarının din diye sorgulamasız yutturulmasıdır. Oysa dinin tek kaynağı olan Kuran'ın çevirisi elde olunca kişilerin Allah'ın dini ile uydurulan dini ayırt etmeleri mümkün olabilmektedir.

Kuran'ın ancak Cumhuriyet döneminden sonra çevrilebilmesinin ve mezhepçi, gelenekçi grupların buna direnişlerinin altındaki temel neden budur. Bunlar, dinin mezheplerin tekelinden çıkmasına ve uydurmaların sorgulanmasına tahammül edememektedirler. Kuran'ın İslamının, Osmanlı tarihinde doğru dürüst ortaya çıkmamasının, çıksa da kökleşip yerleşmemesinin altındaki temel sebebin mevcut sistemin despotluğu ile beraber, bu çeviri yasağı olduğu kanaatindeyiz. çevrilemeyen, Arapça'sının bile matbaada basılmasına izin verilmeyen Kuran'ın ismi vardı ama kendisi ortada yoktu. "çok şanlı" diye nitelenen atalarımız ne yazık ki Kuran'ı çevirtmediler. Yıllarca günah dedikleri matbaanın günah olmasından vazgeçtiklerinde bile Kuran'ın matbaada basılmasının günahlığı devam etti. Hattatların el yazısı ile çoğalttığı, ender olarak bazı evlerde bulunan Kuran ise bulunduğu evlerde de bohçalar içinde saklandı. Bohçalar açılıp okunduğunda ise manası için değil, melodisi için okundu. Halk hiçbir konunun çözümü için Kuran'a müracaat edemedi. Şeyhülislamlar, şeyhler, imamlar halka dini öğretti. Onlarsa dini Sünnilik mezhebiyle eşitleyen, Sünniliğin halifesi olan padişaha itaatli kişilerdi. Böylece Sünni mezhepçi görüş kendini ayakta tutup, kendi devamını sağladı.

Kuran tercüme edilemez iddiası yanlıştır. Kuran "Allah birdir" diyor, tercüme ediyoruz; "Allah bağışlayıcıdır" diyor, tercüme ediyoruz; "Kuran her şeyi açıklar" diyor, tercüme ediyoruz; "Hz. Musa'ya Tevrat verildi" diyor, tercüme ediyoruz; "Kan içilmez, domuz yenmez" diyor, tercüme ediyoruz. Bunların hangisi anlaşılmıyor? Dillerde somut veya soyut kavramlar seslere dönüştürülür, bu sesler duyulunca o somut veya soyut kavram zihinde canlandırılıp, iletişim sağlanır. Dil bir iletişim aracıdır. Domuz kelimesini ele alalım. Domuzun Arapça'sı da, Türkçe'si de söylendiğinde somut varlık olan domuzun karşılığıdır. Şimdi Arapça'daki domuz kelimesini, Türkçe'ye çevirdiğimizde bunun nesi anlaşılmaz oluyor? İstiyorsanız domuz gibi somut değil, başka soyut bir kavramı ele alalım. örneğin Arapça'da "bağışlayıcı" manasına gelen "Gafur" kelimesini ele alalım. Arapça'da "Gafur" kelimesi g, a, f, u, r harflerinden oluşan bir titreşim oluşturur ve sesin bu titreşimleri soyut kavram olarak "bağışlayıcılığı" ifade eder. Eğer Türkçe'ye bir çeviri yapılırsa b, a, ğ, ı, ş, l, a, y, ı, c, ı harflerinin titreşimlerinden oluşan "bağışlayıcı" kelimesi "Gafur"un yerini alacak ve bu da aynı soyut kavramı ifade edecektir.

çeviride ortaya çıkan bazı zorluklar, Arapça'dan Türkçe'ye çevirinin zorluklarından ziyade, kavramın Arapça'sının neyi ifade ettiğinin tartışmasından ortaya çıkmaktadır. Bu da bir çeviri sorunu değil, anlaşılma sorunudur. Araplar da bu sorunu Türkler kadar yaşarlar. Kuran'da anlatılan Yahudiler'in dinlerindeki kelimelerin yerlerini, manalarını kaydırma eğilimi dinimizde de yaşanmıştır. Kuran'ın kullandığı manadan farklı bir şekilde kelimeyi kullanma eğilimi, çeviriyle değil, anlaşılmayla ilgili bir çözüm konusudur. Bunun da baş sorumlusu dini uydurma izahlarıyla bozmaya kalkan zihniyetin, Kuran'ın kelimelerinin manasını kaydırarak Kuran'ı kendi arzularına uydurma çabalarıdır. Kuran'da aynı kelimenin farklı yerlerdeki kullanımı gibi noktaların irdelenmesiyle çözülebilen bu sorun, istisnai bazı yerlerde ortaya çıkar ve bahsettiğimiz şekilde titiz bir incelemeyle çözülebilir.

Türkler'in Arapça ibadeti birçok açıdan hatalıdır. Cengiz özakıncı bu sakıncalardan bir kısmını şöyle açıklamaktadır: "...Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakarıları işleme koymaz, kesin sonuç almak istiyorsanız, bu duaları Arapça yazın, söyleyin denilerek öğretilmektedir. Oysa bir Türk bu yakarıları Arapça'yı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap dilinde öyle sesler vardır ki, bunlara boğaz sesleri denir, ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda Arapça sözcüğün anlamı da değişir. Tıpkı "sevmek" ve "sövmek" sözcüklerinde olduğu gibi, Arapça'da da küçük bir ses değişimi anlamı tersine dönüştürebilmektedir, çünkü bütün dillerde olduğu gibi Arapça'da da böylesi yakın sesli, ters anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap Türkçe konuşurken nasıl "sev" diyeceği yerde "söv" diyebilirse, bunun gibi bir Türk de Tanrı'ya Arapça sesleneyim derken "fağfir lene(bizi yargıla, koru)" diyeceği yerde "fakfir lene(bizimle ilişkini kes, bize boşver)" diyebilir. çünkü Arapça'da bulunan "ğ" sesi çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur. Bir Türk özel bir eğitim almadıkça bu iki sözcüğün söylenişini birbirine karıştıracaktır. Görüleceği üzere Türk'ün Tanrı'ya kendi diliyle değil de seslendirmeyi beceremeyeceği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır."(Cengiz özakıncı, Dil ve Din, sayfa 118)

SARHOŞVARİ NAMAZ

Kuran'da geçen; Kuran'ı rehber edinmemiz, Kuran'ın üzerine düşünmemiz ancak anlayacağımız dilde Kuran'ı okumamızla mümkündür. Namazda da gerçek manada Allah’a yönelmemiz ancak anladığımız dilde ne söylediğimizi bilerek namaz kılmamızla mümkündür. Namazı anlamadıkları kelimelerin tekrarıyla kılanlar, namazı bitirdikten sonra bir an dursunlar ve kendilerine Allah'a ne kadar yönelebildiklerini sorsunlar. Anlaşılmayan kelimelerle namazı kılmakta ve farkında olunmayan kelimeleri tekrardaki yarar ne olabilir? Allah'ın istediği şekilde aklı işletmek, Allah'ın delilleri üzerinde düşünmek, Allah'tan günahlara bağışlanma dilemek, ancak kişinin ne söylediğinin bilincinde olmasıyla mümkündür. Allah savaşta ve korku zamanında bile namaz kılmamızı özel tedbirlere bağlayıp emreder. Kuran'a göre kişilerin namaz kılmamaları gereken tek durum vardır;

o da kişinin ne söylediğinin farkında olmayacak şekilde sarhoş olduğu durumdur. Ne söylediğinin farkına varacak şekle gelen içkili kişinin bile Kuran'a göre namaz kılması gerekir.(Bakınız 4Nisa Suresi 43) Şimdi ne söylediğinin farkında olmadan namaz kılan, anlamını bilmedikleri sözlerle Allah'a dua edenler, bu ibadetlerinin Allah katında ne kadar makbul olabileceğini, Allah'ın isteğine bu ibadetlerin ne kadar uyabileceğini düşünmek zorundadırlar.

Ne yazıktır ki ülkemizde dinci gazete diye bilinen gazeteler, Kuran'ın anlaşılmasının gereksizliğinin baş savunucularıdır. örneğin bir gazetenin "Bir Bilen" köşesinde şu izahlar yazılmıştır: "Hiç kimseye Kuran tercümelerini tavsiye etmiyoruz... Kuran tercümesi okumak fayda yerine zarar verir... Herkesin Kuran'ı anlamasını tavsiye etmek büyük sapıklıktır... Kuran'ı hiç okumayıp sırf hayır ve bereket için evinde saklamak caiz ve sevaptır... Anlamadan Kuran okunmaz diyenler büyük sapıktır." Bu yüksek tirajlı gazetenin iddiaları hiç de şaşırtıcı değildir. Zaten Kuran'ın yüzyıllarca Türkçe'ye çevrilmesini engelleyen hep bu kafadır. Kuran'ın anlaşılması için çaba sarfedilmesi Allah'ın emridir. öyle ki Kuran'ın sırf anlamamız için kolaylaştırıldığı Kuran'da geçmektedir. Kuran'ı herkesin anlamasını tavsiye edenlere sapık diyenler başta Allah'ın bunu söylediğinden nasıl habersiz oluyorlar? Mezheplerinin hatırı için Allah'a bilerek veya bilmeyerek hakaret eden kafa kendisine "Bir Bilen" adını takmış. Bileni buysa, bilmeyeni nasıldır acaba! Böyle bilenler oldukça, Müslümanlar'ın kendi dışında düşmanlar aramasına hiç gerek yok, kendisini "bilen Müslümanlar" ilan edenlerin zihniyeti dine zaten en büyük zararı vermektedir.

Türkler'i Arapça bilmeseler bile Arapça ibadet etmeye zorlamak, Allah'ın bizden manasını anlamadığımız ibadetler istediğini iddia etmek; Arapça'yı kutsallaştırmanın, dini mantıksızlaştırmanın bir ürünüdür. Bildiğimiz dilde Allah'a daha bilinçli, daha güzel bir şekilde yönelebiliriz. Allah her dili bilmektedir.

SONUÇ OLARAK...

Kitabın tümü boyunca Kuran dışı kaynakların niye dinin kaynağı olamayacağını gösterdik. Anlattığımız, savunduğumuz metot çok açıktır. Kuran'ı elimize alıp, din diye ortaya atılan tüm geri kalanı kenara atmak. Israrla vurguladık ve yine vurguluyoruz. Kuran dine eşittir. Dinin %100'ünü Kuran oluşturur. Her kim olursa olsun hiç kimsenin dine yani Kuran'a artı bir ilave, eksi bir eksiltme yapması kabul edilemez. Maksadımız dinin, yani Kuran'ın, onun sahibi olan Allah'ın tekeline girmesidir. Allah'ın tekelinde olana ortaklık etmeye kalkmak, biraz da olsa kendi fikrini, geleneğini, şahsi görüşünü dine sokuşturmak olacak şey değildir. Allah'ın hüküm konusunda hiçbir ortağı yoktur. Kuran'a dönüş hareketi her şeyden önce Allah dışında hüküm koyucu bırakmama hareketidir.

Dini belirleme ve dini anlama gayretinde temel prensibimiz olan Kuran'ın dinin tek kaynağı kabul edilmesinin, fikri ve pratiği ile tüm dinin bu yönteme göre şekillenmesinin, dinimizi boğmuş olan yobazlıkların kapkara örtülerini dinimizin üstünden ve insanların zihninden kaldırmada temel şart olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca Kuran'ın emri olan bu temel prensibi yerine getirmek, dinci yobazlar kadar popülist zihniyetlerin ve şahsi görüşünü dinselleştirmek isteyen menfaatçi zihniyetlerin de dini bozmasını önleyecektir. Kuran'da aldatıcıların insanları Allah'ı kullanarak aldattıkları söylenmektedir. (Bakınız 35Fatır Suresi 5 ve 31Lokman Suresi 33) Kısacası Allah adına, din adına yapılan konuşmalarda aldatılma ihtimalimizi hiç unutmamalı ve aldatılmamak için din adına söylenen her şeyi, dinin tek kaynağı olan Kuran'ın süzgecinden geçirmeliyiz.

Kuran kendi tabirleriyle detayları veren kitabımızdır, her şeyi açıklayıcıdır, rahmettir, müjdedir, ışıktır, anlamamız, uygulamamız için indirilmiş rehberimizdir. Elimizde Allah'ın böyle nitelendirdiği mucize kitabımız varken, niye başka dini kaynaklar arayalım? Kuran her yaramıza merhem, her derdimize şifa, zihnimize aydınlık, yolumuza rehber olacaktır. Yeter ki biz Kuran'ı, yalnız ve yalnız Kuran'ı rehber edinelim. Unutmayalım ki ahirette, Allah'ın vahyi olan Kuran'dan sorumlu tutulacağız.

43Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen dosdoğru yol üzerindesin.

44Ve şüphesiz O (Kuran) sana ve toplumuna bir hatırlatmadır. O'ndan sorumlu tutulacaksınız.

43 Zuhruf Suresi 43,44