KÜTÜB-İ
SİTTE'NİN
ELEŞTİRİSİ
VE
KUR'AN'A ARZI
Fereç Hüdür
KUR'AN ARAŞTIRMALARI
BÖLÜM 18
olmayıp, direk şahsa, örneğin, bir şeyhe vakfetme şeklindedir. Hal bu ki, şahsa verilen herhangi bir şey kendi öğretilerinde dahi vakıf olmayıp hediyedir. Bu tür araziler dahi alınıp satılamaz mallar kapsamında değerlendirilmektedir. Ve bu araziler çoğunlukla el sürülemez kutsal araziler olarak asırlarca boş bırakılmaktadır. Demin bahsettiğim gibi, enfal malları devlet dışında şahıslar aslen sahiplenemeyeceği için, enfal malları şahısların vakfetmesi de söz konusu değildir. Kişiler enfal malların değil, üzerinde gerek sermaye olarak, gerekse emek olarak çalışma yaptıkları şeylerin sahibidirler.
Özetleyecek olursam insan ancak çalışması üzerinde hak iddia edebilir. Emek vermediği su, hava, maden ve toprak üzerinde alıp satmak üzere ferdi hak iddia edemez. Bunların asılları Allah’a ait ve Devlet İdaresi dahilinde; İslam Devlet sisteminin bir parçası olarak mülkiyeti muhafaza etmek üzere devlet başkanına aittir. Eğer enfâl üzerinde müsaade almış şahısların çalışmaya dayalı eserleri varsa, bu eserlerden dolayı, eserin satılmasıyla kullanım hakkı başkasına devredilebilir, emek eseri bitmişse alınıp satılamazlar. İhtiyaç sahiplerine, devlet başkanlığınca ücretsiz olarak istifade edilmek üzere verilir.
Bu hususta Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:
- Sana “Enfâl” hakkında sormaktadırlar. De ki: “Enfâl”, Allah’a ve Resûlüne âittir. Allah’tan sakının ve aranızı düzeltin. Eğer mümin kişiler iseniz, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. 8/1
“Enfâl” hiçbir şekilde, insan emeğiyle birleşmemiş ve Allah’ın kullarına emekleri dışında açıktan vermiş olduğu mallardır. Bunlar, dağlar, ovalar, meralar, arsalar, araziler, hava su, madenler ve bunlar gibi olan şeylerin tümüdür. Resûlullah’ın bunları sahiplenmesi gibi, İslam devlet başkanları bunları sahiplenirler, fakat bu sahiplenme kullanımlarını halka yasaklayan bir sahiplenme değildir. Mülk olarak fertlerin sahiplenip, kendi aralarında alıp satmalarını engelleyen bir sahiplenmedir. Halk bunlar üzerindeki emeklerinin sahibidirler. Eğer kullanmayacaklarsa ve üzerinde emeğe dayalı eserleri de yoksa bunları alıp satamazlar, boş bırakamazlar, başkalarına ne vakıf nede hibe edemezler. Hatta üzerlerindeki emeklerine dayalı haklarını satmayıp terk etmişlerse, başkaları bunları sahiplenip kullanabilir. Kimi yazarlar Enfâl’ı harp ganimeti olarak izah etmişlerdir. Halbuki harp ganimetlerinin hususiyeti ve bölüşümü ayrıdır. Harp ganimetleri savaş meydanında elde edilen, parasal şeyler, aletler v.s. gibi menfaatlerdir.
Kur’an’dan mealen:
- Şunu bilin ki, eğer Allah’a ve (hak ile bâtılın) ayrıldığı gün, iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz (âyetler)e iman etmişseniz, (savaşta) ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’a, Resûlüne, hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir. Allah her şeye kadirdir. 8/41
Ganimetlerde, ganimetlerin beşte biri, Allah’a, Resûlüne, hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir. Halbuki, “Enfâl” de, Enfâl’in tamamı, Allah’a ve Resûlüne aittir. İsim olarak ta , enfâl ve ganimet ayrı tanımlanmışlardır, ikisi aynı şey değildir.
Kullanım hakkı ve istifade ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:
- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
2/29
- (Allah), yeri mahlûkat (yaratıklar) için koymuştur. 55/10
- Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır. 67/15
- Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: “Yeryüzünü iyi kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık. 21/105
- İşte bunda, (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesâj vardır. 21/106
İşte, yeryüzünün enfâl ile ilgili kısmının mirası tek tek şahıslara mal edilmek üzere bölüştürülmeyip, toplum mirası olarak tüm toplumda kullanmaları gerekli olanlara ücretsiz kullanılmak üzere, mülkiyeti Allah’a ve Peygambere aittir. Böylece mülkiyetin toplumdaki şahıslara geçmesi önlenmiş olmaktadır. Peygamber, Allah’ın razı olacağı şekilde, yani, Kur’an’a dayalı olarak, adaletle mülkü idare eder. Peygamber olmadığı çağlarda, İslam devlet başkanları bu görevi yüklenir. Fakat devlet başkanları kendi başlarına, müminlere danışmadan iş yapmazlar. Zira devlet işleri yürütülürken, İslam idare sisteminde, Paygamber zamanında olsun veya diğer zamanlarda olsun İslam devlet başkanının Şûrâ ile müşaverede yani danışmada bulunması esastır. Herhangi bir şeyde ihtilafa düşülmesi halinde hüküm vermek Allah’a mahsustur, dolayısıyla Allah’ın kitabı Kur’an esastır esastır. Kur’an’a aykırı hiçbir işlem, İslami bir işlem olarak kabul edilemez. Peygamberler din tebliği hususunda masumdurlar yani Allah tarafından yanlış tebliğ yapmaktan korunmuşlardır. Tebliğ ettikleri vahyin kendisidir. onların dışında olan bizler ise bu vahye göre dinimizi öğrenir ve öğretiriz, bizler hatadan korunmuş olmadığımızdan öğrettiklerimizin Kur’an’a uygun olup olmadığı veya hata yapıp yapmadığımız Kur’an ölçüsüne göre dikkate alınmalıdır. Hem kendi söylediklerimizde, hem de başkalarının din olarak bize söylediklerinde Kur’an ölçüsü esastır. Kur’an ölçüsü, eksiklik ihtiva etmediği gibi, gizli öğreti yani batini manalara dayalı olmayıp, tam, açık ve kesin manalara dayalıdır, ayrıca bu öğreti hiçbir şahsın veya zümrenin tekelinde de değildir. Ve unutulmamalıdır ki dini ancak ve ancak Allah koyar ve din olarak Allah ne indirmişse Kur’an içerisinde noksansız mevcuttur.
Kur’an’dan mealen :
- Elif lâm râ. Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir. 12/1
- Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız. 12/2
- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54
- Şüphesiz ki Kur’an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. 19/9
- Biz bu Kitâbı sana hak ile indirdik, öyleyse sen de dini yalnız kendisine hâlis kılarak Allah’a kulluk et. 39/2
- De ki: “Bana, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet etmem emredildi.” 39/11
- “Ve bana müslümanların ilki olmam emredildi.” 39/12
- “De ki: “Ben Rabb’ime isyan edersem büyük bir günün azâbından korkarım.” 39/13
- De ki: “Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet ediyorum.” 39/14
- Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir. 3/83
Şura konusunda Kur’an’dan mealen:
- Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki: sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların) dan geç, onlar için mağfiret dile. (Umuma ait) işler hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. 3/159
- (Cennetlikler) Rab’lerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri aralarında danışma, (şûrâ) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. 42/38
İhtilaf olması halinde ihtilafların hallinde, Allah’ın Kitabı esastır. Kur’an’dan mealen:
- Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a âittir. İşte Rabb’im Allah budur. O’na dayandım, O’na yöneldim. 42/10
İnsanın hak talebi konusunda ise, Kur’an’dan mealen:
İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39
Ayetini göstere biliriz, yukarıda meali yazılı bu ayet, hem dünyada hem de ahirette insanın hak talebi konusunda esastır. İnsan çalışmak suretiyle ne üretmişse esas itibarıyla kendisinin olanda odur.
Bundan dolayı enfâl kullanım hakkı dışında sahiplenemez, dolayısıyla İslam dininde başkalarının çalışması üzerine kurulu olarak, ne toprak ağalığı, ne yarıcılık, ne arsa parsellemeciliğiyle satış yapıp menfaat sağlamak, ne bağış ve vakfetme, nede tabii servetleri malvarlığına katarak kökten sahiplenme vardır, ayrıca enfâl ne bağışlanabilir nede vakfedilebilir, bütün bu gibi işlemler İslam dinine göre geçersizdir. Zira enfâl devlet denetiminde, devlet başkanının tasarrufu altında bütün vatandaşların ortak kullanımı ve istifadesi içindir.
Ayrıca, müslüman kimseler, kendilerine ait olan mal varlıklarından hayır işlerine sarf edebilirler bunda ihtilaf yoktur, ancak satılamaz kaydıyla şartlı bağışta bulunamazlar, bağışladıkları andan itibaren, bağışlanan şey bağışı alanın mal varlığına geçer, bağışlayanın hiçbir ilgisi kalmaz, aksi takdirde bağışlanan değerlerin ekonomik kullanımına set çekilmiş olur. Bağışlayanın ne ticareti engellemeye hakkı vardır, nede koyduğu şartlarla, bağışladığı şeyde azami ekonomik fayda sağlanmasını engellemeye hakkı vardır. Bu itibarla şartlı bağış olarak telakki ettikleri vakıf olayı İslam dininde yoktur.
Ekonomik değerlerin zayi edilmesi ve onlardan gelecek faydanın engellenmesi, İslam dininde kabul edilemez. Örneğin terk edilmiş şahıs malları zayi edilmeyerek başkalarının istifade etmesine serbest bırakılmıştır. Kur’an’dan mealen:
- Oturulmayan, fakat onlarda sizin için fayda olan evlere girmenizde size bir günah yoktur. Allah sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de çok iyi bilir. 24/29
Kendisinden ihtiyaç olunan bir fayda sağlanabilecekken terk edilmesine rağmen istifade edilmesi engellenen bir imkan israf edilmiş demektir. Bundan dolayı da işlenebilecekken toprakta boş bırakılamayacağı gibi, sahiplerince terkedilmiş ekonomik değerlerden Müslümanlar serbestçe istifade edebilirler. Zira İslam dininde israfa yer yoktur. Bu konuda Kur’an’dan mealen:
- Akraba hakkını, yoksul hakkını, yolcu hakkını ver. Sakın saçıp savurarak bozgunculuk etme. 17/26
- Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbi ne karşı nankördür. 1/27
Rivayetlerden örnekler vermeye devam edecek olursam:
627- Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın muhacir ashabından bir adamın anlattığına göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdular: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.” (K.S. 5182 C.14 S.516 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû’ 62, (3477). )
Bu rivayete göre, müslümanlar suları, meraları ve ateşi ortak olarak kullanırlar, diğer bir ifadeyle bunlar müslümanların ortak mallarıdırlar. Kişiler bunları şahsi mülkiyetlerine alamazlar.
628- Esmer İbnu Mudarris radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Bir müslümanın henüz ulaşamadığı (ot, odun, su (toprak) gibi bir şeye önce ulaşan kimse ona sahip olur.” bunun üzerine halk çıkıp (mubah şeyleri sahiplenmek maksadıyla) birbirleriyle hızlıca (sınır) işaretleme yarışına girdiler.” (K.S. 5183 C.14 S.517 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, İmâret 36, (3071). )
Burada, su, mera, toprak, arazi v.s. üzerinde ferdi mülkiyeti kabul etmeleri evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.
Daha öncede belirttiğim gibi, İslam toplumunu zayıf düşürmek için fakirliği övücü birçok hadis uydurmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek İslam toplumunu iktisaden çökertmek için o günkü ekonominin temellerinden olan, ticareti, deve yetiştiriciliğini, ziraatı, inşaat işlerini ve hatta fertlerin hür olmalarını kötüleyici veya düşük gösterici rivayetler uydurmuşlardır. Şöyle ki:
629- Resûlullah’a atfen: “Samimi olan memlûk köle için iki ecir vardır.” buyurdular. Ebû Hüreyre’nin nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihâd, hac ve anneme iyi muamele (emri) olmasa memlûk (köle) olduğum halde ölmek isterdim.
Said b. El-Müseyyeb: “duyduğumuza göre Ebû Hureyre, annesinin sohbetinde bulunduğu için ölünceye kadar hacc etmemiştir.” demiştir. (Müslim’in Rivayetleri, Sönmez Neşriyat Cilt 8 44/267 )
Bu rivayette dediklerine göre köle olmak sevinilecek ve arzu edilecek bir şeydir. Ayrıca anneyle sohbet gibi, bir gerekçeyle Hacca karşı çıkmaları İslam dininde Kur’an’ı reddetme ve Allah’a şirk koşma demektir. Ebû Hureyre diye uydurdukları hayali kimse, Allah’ın hacc konusunda koyduğu farzı hiçe sayarak, annesini İlâh mı edinmişti. Dediklerinden, kelimenin tam manasıyla anlaşılan budur.
630- Ebu Hüreyre’den naklen:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular: “Allah’ın en çok sevdiği yerler mescitlerdir. Allah’ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve Pazarlardır.” (K.S. 211 C.3 S.21 Akçağ, alıntısı: Müslim, Mesâcid 288, (671). )
Bu rivayette Müslümanları çarşı Pazardan soğutup uzaklaştırmak amaçlanmıştır. Çarşı Pazarı güçlü olmayan bir toplum mahvolmaya aday bir toplumdur. Zira sanayi ile ve diğer üretim araçlarının gelişmesi için, üretilen malların iyi bir şekilde Pazarlanması şarttır, bütün üretim aşamaları Pazarlamadan gelen gelirle beslenirler, bu gelir kesildiği anda üreticilerin toplum için verimli üretim yapmaları imkansız hale gelir ve yok olurlar, üretim yapmayan ve bu üretimini Pazarlayamayan bir toplum ayakta kalamaz.
631- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, bina için harcanan müstesna, bunda hayır yoktur”. (K.S.404 C.3 S.176 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Kıyamet 41, (2484). )
632- Kays İbnu Ebi Hâzm (radıyallahu anh) anlatıyor............. Habbâb’ı kendisine ait bir duvarı inşâ ederken görmüştük de şöyle buyurmuştu: “Müslüman harcadığı her şey için sevâba erer, ancak şu inşaat işi hâriç”. (K.S. 403 C.3 S.175 Akçağ, alıntıları: Buhari, Mardâ 19, Da’avât 30, Rikâk 7, Temenni 6; Müslim, Zikr 12,(2681); Nesâi, Cenâiz 2, (4,3-4). )
Bu rivayetlerde müslümanlar bina yapmaktan soğutulmak istenmiştir. İnsan başarısının en önemli temellerinde bir tanesi rahat yaşam ortamı ve yaşama kalitesidir. İyi bir barınak, iyi bir giyim ve kaliteli bir yiyecek insan çalışmasını destekleyen en önemli şeylerdendir. Buna sağlam bir akıl ve sağlam bir bünye ve doğru bir düzen eklendiğinde insan başarısı büyük bir desteğe sahip olmuş olur. Tıpkı iyi bir bitkinin kendisine uygun bir toprak ve iklimde gürleştiği gibi insan başarısı da gürleşir. Rivayet uydurmacıları insana fayda veren bütün bu olanakları İslam toplumundan yok etmek için çaba harcamışlardır. Arap coğrafyasında o tarihte ekonominin ve hayvansal gıdanın temelinde olan Deveye şeytan demek suretiyle kötülemeye giriştikleri gibi, ziraatı de kötülemekten çekinmemişlerdir, şöyle ki:
633- Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın saban ve diğer bir ziraat aleti görünce: “bunun girdiği bir eve, Allah mutlaka zillet (hor görülme, alçalma) de sokar!” dediğini işittim.” (K.S. 5953 C.16 S.423 Akçağ, alıntısı: Buhari, Hars 2. )
Ziraatın yapılmadığı memleketlerde, toplum olarak beslenmek nasıl mümkün olur. Ziraat zillet değil, zenginlik ve refah sebebidir.
Bina yapmaya, hayvan beslemeye ve ziraata karşı çıktılar, bir toplum bunları yapmasa daha ne kalır ki? Aslında bunların bu gibi sözleri rivayet uydurmacılığının da ötesinde birer hezeyandır.
634- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Koyun ağıllarında namaz kılın. Zira koyunlar mübarek (hayvanlar)dır. Deve damlarında namaz kılmayın, zira onlar şeytanlardır.” (K.S. 2696 C.8 S.536 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 25,(493). )
Bu rivayetlerinde Deveye şeytan deyip, koyunu övmeleri koyun üreticiliğini teşvik için değildir, çöl ortamında yetiştirilmesi kolay olan deveden vaz geçirip, o ortamda zor yetiştirile bilen koyun yetiştiriciliğine teşvik içindir. Bu kutupta yaşayan bir Eskimo'ya ren geyiği şeytandır, deve mübarek hayvandır onu yetiştir demeye benzer.
634-. ... Abdullah b. Amr (r.a.) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu, demiştir:
“-Hacca gidecek veya umre yapacak olan kimse ile Allah yolunda savaşacak olan kimsenin dışında hiçbir kimse deniz nakliyat araçlarına binemez. Çünkü denizin altında ateş, ateşin altıda da deniz vardır. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 9 C.9 S.458-459 H.2489 Şamil. )
Burada da, denizden gemicilik yoluyla sağlanabilecek bütün ekonomik faydalar engellenmek istenmiştir. Gerekçe de, denizin altında ateş varmışta, ateşin altın da deniz varmış gibi, ipe sapa gelmez sözlerle. Halbuki, Allah Kur’an’da denizden istifade etmemizin, O’na şükretmemiz gereken iyi bir şey olduğunu bildirmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:
- O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah’ın lûtfunu aramanız ve O’na şükretmeniz içindir. 16/14
- Allah’tır denizi size boyun eğdirdi, tâ ki gemiler onun içinde emri ile akıp gitsin ki, siz O’nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. 45/12
635-... İbn Abbas (r.anhüma)’dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir adam on dinar alacaklı olduğu borçlusunun peşine takılıp:
- Vallahi borcunu ödeyinceye veya bir kefil getirinceye kadar senden ayrılmam dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) o paraya kefil oldu.
Borçlu, Rasûlullah’ın va’d ettiği zamanda geldi.
Rasûlullah (s.a) adama:
“- Bu altını nereden buldun?” diye sordu. Adam:
- Madenden dedi.
Rasûlullah (s.a.):
“-Bizim ona ihtiyacımız yok, bunda hayır da yok.” buyurup, borçlunu yerine borcunu ödedi. (Ebû Dâvud, H. 3328 C.12 S.319-320 K.el-büyû’(22) Bab 2 Şamil, ayrıca İbn Mâce, sadaka 9. )
Burda da, müslümanların maden işlemeleri engellenmek istenmiştir. Öyle ki, adam madenden çıkardığı altınla borcunu dahi ödeyemez diye rivayette bulunmuşlardır. Peygamberin ödediğini iddia ettikleri altınlar da madenden çıkarılmış altından değil de, ağaçta yetişmiş altın mıdır ki, peygamberin ödediği oluyor da, adamın ödediği maden gerekçesiyle olmuyor?
Görüldüğü gibi, o dönemde hatta bu dönemde akla gelebilecek en temel ekonomik uğraşlar kötülenerek müslümanların bunlardan uzaklaştırılmaları amaçlanmıştır.
Faiz ve Alım-Satım konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler verecek olursam, şöyle ki:
Faiz, insanlık tarihinde gerek fertleri ve gerekse toplumları sömürmenin en büyük araçlarından biri olmuştur. Bu öyle büyük bir felakettir ki, fertleri ekonomik olarak mahvettiği gibi, Ülke maliyeleri dahi faiz tuzağına yakalandıklarında büyük darbeler almakta ve çoğunlukla çökmektedirler. Çökmedikleri süre içerisinde de, ekonomik hürriyetlerini ve dolayısıyla refahlarını kaybettiklerinden görüntü itibariyle hür fakat aslında köleleşmiş olarak yaşamlarını sürdürürler. Bir kimse sahip olduğu kölesinden maddi fayda sağlayabilmek için bir çok masraf yapmak zorunda olduğu gibi, hastalıkta ve yaşlılıkta da kölesi için katlanması gereken giderleri vardır. Ekonomik köleler için ise böyle bir yük yoktur, onlar sıfır masrafla kendi elleriyle kendilerini sömürtürler, faiz nedeniyle maddi güçlerini tükettiklerinden, ekonomik efendilerine karşı koyacak direnme güçleri de tükenmektedir. Ekonomik efendileri onlardan haksız yere hedeflediği alacağını alabilmek için, en ufak itirazlarında dahi onları nankörlükle suçlar, bunalıma sokup güçlerini tüketmek için de yaptıkları en doğru davranışlarını kötüler.
Bu korkunç olay Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır. Bu hususta Kur’an’dan mealen:
- Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (hünüz almayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın). 2/278
- Eğer yapmasanız, Allah ve Resûlü ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tevbe edip dönüş yaparsanız ana malınız sizindir. Böylece ne zulmedersiniz ne de zulmedilirsiniz. 2/279
- Allah, faizi mahveder, sadakaları artırır. Allah, hiçbir günahkar kafiri sevmez. 2/276
Görüldüğü gibi, faiz yiyenler, Allah ve Peygambere savaş ilan eden ve Mümin olmayan kafirler olarak tanımlanmışlardır. Eğer müminseniz faiz almayın denmesinin manası, faiz alıyorsanız Mümin değilsiniz manasındadır. Bu konuda imanlı olmanın şartı, tevbe edip faiz almamaktır. Bu şekilde tevbe edenler ana malları (faize verdikleri ana sermayeleri, ) kendilerine aittir.
Faiz bir zulüm canavarı gibidir, onun ana gıdası fakirlerin, zavallıların, zayıfların sefalet ve gözyaşlarıdır. Hiçbir surette faizle mal almayan kimseler dahi, faizin fiyatlara yansıtılması suretiyle ödeyici duruma düşmektedirler. O öyle bir felakettir ki, fakirin almış olduğu kuru ekmeğin fiyatı içine dahi sinebilmektedir. Hal böyle olunca, peki faiz nedir? Hangi işlemler faiz olarak tanımlanır. İnsanlar genelde faizi başkalarına verilen bir paranın bir süre sonra daha fazla olarak geri alınması şeklinde tanımlamışlardır. Hal bu ki durum hiçte öyle değildir, Kur’an’da tek başına para değil, Mallar konu edilmiştir. Bu da, parayla birlikte sahip olunan her çeşit iktisadi kıymeti, yani ana sermayeyi kapsamaktadır. Bu na göre birisine 100 lira verip belli bir süre sonra 150 lira almayla, bir çuval buğday verip aynı kalitede bir buçuk çuval alma arasında fark yoktur. Parasal değer olarak ifade edecek olursak, yüz lira değerinde buğday verip bir müddet sonra aynı kalite veya değişik kalitede yüz elli liralık buğday alma arsında fark yok manasındadır. Bunun malların kiralanmasından farkı, kiralanan mallar, örneğin: bir vasıtada yer kiraladığımızda hem vasıtada yolculuk hizmeti elde edilmekte hem de vasıta yıpranmaktadır. Bir ev kiraladığımızda hem evi yıpratmakta hem de ikamet hizmeti elde etmekteyiz bu gibi olaylarda kira kiralanan malı yıpratmanın ve hizmet elde etmenin karşılığıdır. Hal bu ki faizle verilen paralar ve diğer maddi değerlerde yıpranma ve hizmet üretimi söz konusu değildir. Zira bu olay bir otobüste yolculuk için bilet alma olayından çok farklıdır. Faiz olayında ise, faize verilen şey üzerinden alınan faiz, sadece veriliş süresi dikkate alınarak hesaplanıp alınmaktadır. Böylece faiz faize verilen şey vasıtasıyla bir zaman satışı olayı olmuş olmaktadır. İslam dininde ise zaman alınıp satılan bir değer değildir. Ayrıca faiz ticari kâr’a da benzememektedir. Alış-Verişte insanların yararını bir hizmet söz konusu olduğu gibi, zarar edebilme riski de mevcuttur. zaman satışı da söz konusu değildir. Bundan dolayı bu olaylar faiz olayından çok farklıdır. Faiz: Bir iktisadi kıymetin el değiştirmesi nedeniyle aynı kıymette ve artık bir değerle birlikte geri alınması şartıyla bir zaman satışı olayıdır. Alış-Verişlerde satış fiyatı= maliyet art Kâr veya Zarar şeklinde teşekkül etmesine rağmen. Faiz işlemi olayında fiyat, Mâl artı zaman satışı şeklinde teşekkül etmektedir. Zira zaman süresi arttıkça faizde artmaktadır ve ana malın hiçbir surette evsaf değeri eksilmemektedir.
Rivayetleri ele alarak konuyu işlediğimde aynı manada olmak üzere faiz kelimesini kullanmayıp “Ribâ” kelimesini kullanacağım.
636-.............. Ebû Said el-Hudri (R) şöyle demiştir: (Bir kerresinde) Bilâl Peygamber’e berni denilen en iyi cins hurma getirdi. Peygamber, Bilâl’e:
- Bu hurma neredendir?” dedi.
Bilâl:
- Yanımızda ergin nevi’den hurma vardı. Ondan iki sâ’ ölçeğini bunun bir sâ’ ölçeği ile değiştirdim. Bunu Peygamber’e yedirmek için yaptım dedi, dedi.
Bunun üzerine Peygamber (S):
- “Eyvah, eyvah! Bu Ribâ'nın kendisidir; sakın böyle yapma!.. Fakat iyi hurma satın almak istediğinde âdi hurmayı ayrıca sat, sonra parası ile bu iyi hurmayı satın al” buyurdu. (Buhâri Kitâbu’l-Vekâle C.5 S.2143-2144 H.12 Ötüken. )
Bu rivayette trampa ribâ olarak tanımlanmıştır. Hal bu ki peşin trampalarda zaman satışı unsuru olmadığından bu işlem kesinlikle ribâ olarak tanımlanamaz. Bu itibarla bu rivayetin aslı olmadığı gibi, bu rivayetle ters düşen şu rivayeti de tahdis etmişlerdir.
637-............ Amr ibnu Dinâr bu hadisi ez-Zuhri’den; o da Mâlik ibn Evs’ten tahdis ediyordu. Bu Mâlik ibn Evs bir sahâbi meclisine gelip:
- Yanında (dinârları dirhemle) bozabilecek kimse var mı? Diye sordu.
Cennetle müjdelenenlerden olan Talha (R):
- Ben varım. Bizim hazinecimiz Gâbe ormanından gelince paranı bozayım, dedi.
Râvi Sufyân ibn Uyeyne: Bu hadis bizim ez-Zuhri’den ezberlediğimiz hadistir ki, içinde hiçbir kelime ziyâde yoktur, demiş (ve böylece hadisin kuvvet ve katiliğini temin etmiş)tir. Ez-Zuhri şöyle dedi: Bana Mâlik ibn Evs haber verdi ki, kendisi Umer ibnu’l-Hattâb’dan işitmiştir. Umer ibnu’l-Hattâb (R), Rasûlullah (S)’ın şöyle buyurduğunu haber veriyordu:
“Altını altın ile satma ve değiştirme ribâdır, Ancak iki tarafın bir birine ‘Ha al, ha ver’ diyerek, elden ele peşin verip almış olmaları hâli müstesnâdır. Buğdayı buğdayla tebdil (değiştirme)de ribâdır. Ancak iki tarafın birbirine ‘Ha al, ha ver’ diye peşin alıp vermeleri müstesnâdır. Hurmayı hurma ile satmak da ribâdır. Ancak ‘Ha al, ha ver’ denilmesi hâli müstesnâdır. Arpayı arpa ile satmak da ribâdır; ancak ‘Ha al, ha ver’ denilmesi müstesnâdır”. (Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4 S.1969 H.84 Ötüken.
Böylece iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.
638-..................... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S)
Medine’ye geldiğinde, Medineliler selem sûretiyle iki sene ve üç sene vadeli hurma alışverişi yapıyorlardı. Peygamber: “Kim herhangi bir şeyde selef sûretiyle alışveriş yaparsa bilinen ölçekte, bilinen tartıda olarak bilinen bir müddete değin akdetsin” buyurdu.
Bize Ali ibnu Abdillah tahdis edip şöyle dedi: Bize supyan ibn Uyeyne tahdis edip şöyle dedi: Bana İbnu Ebi Necih: “Bilinen bir ölçekte, bilinen bir müddete kadar olarak yapsın” buyurdu, diye tahdis etti. (Buhâri, Kitâbu’s-Selem C.5 S.2073 H.2 Bab 2 Ötüken )
Bu tür rivayetlerde selem yani para peşin, mal sonra teslim edilmek üzere yapılan alışverişin, miktar ve süre’nin belli olması halinde meşru olduğunu tahdis etmişlerdir. Bir kimse peşin para vererek ileride teslim almak üzere mal siparişi verebilir. Fakat bu alışverişin meşru olması için verilen peşin paranın verildiği günde talep edilen malın o günkü peşin piyasa fiyatı ayarında olması gerekir. Örneğin:Bir araba siparişi verildiğinde, sipariş verildiği gün araba fiyatı 100 liraysa ve geç teslime rağmen yine peşin olarak 100 lira verilmişse alım satım meşrudur. Fakat 100 lira yerine mal geç teslim alınacak diye daha düşük bir bedel, örneğin 75 lira verildiğinde, paranın peşin verilmesi dolayısıyla 25 lira karşılığı geç teslimi temsil eden zaman dilimi satılmış demektir. Zaman satışı söz konusu olduğundan yapılan işlem ribâ olayıdır.
639-... Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Râsûlullah (s.a.)’ın (şöyle) buyurduğu rivayet edilmiştir:
“-Bir satış içinde iki satış yapan kişiye ya daha ucuz olanı veya ribâ vardır.” (Ebû Dâvud, K.el-İcâra (22) C.12 S.549 H.3461 Şamil )
Bu rivayet vadeli mal satışıyla ilgilidir. Yani bu olayda malın teslimi peşin, bedeli sonra tahsil edilen satıştır. Bir kimse malını sattığında, peşin fiyatı 100 lira, vadeli fiyatını ise, örneğin 3 ay sonra parayı alacaksa 150 lira derse, bu kimse 3 aylık zaman süresini 50 lira mukabilinde satmış demektir. daha önce belirttiğim gibi, bir satışa ilişkin olarak zaman satışı yapılırsa yani zaman üzerinden farklı fiyat alınırsa bu işlem ribâ olayıdır. riba olayının meydana gelmemesi için satıcı şahsın vadeli satışta da peşin olan 100 lirayı kabul etmesi gerekir. İslam dininde vadeli satış yasak değildir, fakat vade süresine fiyat koyup zamanı satmak yasaktır.
Enflâsyonist düzenlerde paranın kıymeti sürekli düşüş göstermesi dolayısıyla satıcının da zarar görmemesi için bu ortamda işlem yapan satıcılar, vadeli sattıkları malın peşin fiyatını altın veya gümüş rayicine göre tespit edebilirler. Yani bir malın peşin fiyatı 100 liraysa ve bu beş gram altına denk geliyorsa o malın peşin fiyatı beş gram altın olmuş olur. Beş gram altını aşmamak şartıyla istediği kadar vade yapabilir, fakat vadeli satıyorum diye beş gram yerine altı gram altına denk gelecek tutarda para alırsa, bir gramlık altın farkı ribâdır. Zira bu fark malla ilişkili olarak zaman satışını temsil etmektedir. Malı peşin satsaydı bir kuyumcuya gidip beş gram altın alarak servetine ekliye bilirdi, vadeli satışta da yine ancak servetine beş gram altın alacak kadar tahsilatta buluna bilir.
Belirli bir vade ile verilen nakit karşılığında alınan farkın ribâ olduğu ise fazla izah yapmaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.
640- İbnu’l-Müseyyeb’ten naklen: Ömer (radıyallahu anh). Pazara uğramıştı. Orada Hâtıb İbnu Ebi Belte’ya uğradı. Hatibin (ucuz fiyatla) kuru üzüm sattığını görünce: “Ya fiyatı diğerlerinin seviyesine yükseltirsin yahut Pazarımızdan gidersin” diye ihtar etti.” (K.S. 375, Muvatta, Büyû 57,(2,65), Beyan Yayınları, Muvatta C.3 S.224 H.57 )
Bu rivayetlerde fiyatlara narh konulabileceğini, hatta bu öyle bir narhtır ki fiyat indirimine dahi manidir. Buna rağmen fiyatlara narh konamayacağı hususunda şu rivayeti tahdis ettiler.
641- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü, bizler için eşyalara fiyat tespit ediver” diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır fiyat koymayayım (rızka bolluk vermesi için) Allah’a dua edeyim” cevabını verdi. Arkadan bir başkası gelerek: (Ortalık pahalandı eşyaların) fiyatını bize siz tespit ediverin” diye talepte bulununca bu sefer: “Hayır rızkı bollaştırıp, darlaştıran Allah’tır. Ben hiçbir kimseye zulmetmemiş olarak Allah’a kavuşmak istiyorum” cevabını verdi”. (K.S. 376 C.3 S.153 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû 51,(3450). )
İki rivayetin çelişkili olduğu aşikardır. Hiçbir hileye sapmamak kaydıyla, İslam da mal alım satımı serbesttir. Haksızlık yapmadan serbest piyasa koşullarında alışveriş yapılır. Örneğin, kara borsacılık yapmak, fahiş karla satmak, fiyat tekelleri kurmak serbest piyasa şartlarını bozan hilelerdendir.
642- .............. Ebu Hüreyre (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S), şehirliyi, (göçebenin malını) göçebe adına satmaktan nehyetti. Ve: “Müşteri kandırıp kızıştırmayınız!” buyurdu. Yine Rasûlullah: Hiçbir kimse (beşer) kardeşinin alışverişi aleyhine alışveriş etmez. Kardeşinin evlenme Pazarlığı aleyhine evlenme Pazarlığına girişmez. (İffetli) hiçbir kadın da (beşer) kardeşi bulunan bir kadının çanağındaki nimeti kendi kabına doldurmak için , onun talâkını istemez” buyurdu. (Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4 S.1974 H.90 Ötüken. )
Mal satış komisyonculuğunu mahzurlu bir işlem olarak göstermeleri uygun değildir ve piyasa şartlarını bilmeyen çiftçilerin veya göçebelerin mallarını değerinde satabilmeleri için faydalı bir uygulamadır. Nitekim köylü veya göçebelerin mallarını sattıklarında genel olarak tercihleri yaygın bir şekilde bu yöndedir. Hale indirdikleri mallarını komisyoncu vasıtasıyla satmayı tercih ederler.
Müşteriyi kandırmak için kızıştırmak, içinde hile olan bütün yanlış işlerde olduğu gibi tabi ki iyi bir olay değildir. Fakat bu rivayette açık arttırma yani müzayede müşteriyi kandırma sayılıp yasak bir işlem olarak tanımlanmıştır. Buna rağmen şu rivayeti tahdis ettiler:
643-............... Câbir ibn Abdillah (R)’ten (şöyle demiştir): (Azra oğulları’ndan Ebû Mezkûr adında sahâbi) bir kimse, kendisine âit olan bir köleyi müdebbir olarak (yâni ölümünden sonra sen hürsün diyerek) âzâd etmişti. Sonra Mezkûr (fakir düşüp, kölenin bedeline) muhtâç oldu. Peygamber (S) de köleyi aldı da:
- “Bunu benden kim satın almak ister?” dedi (yâni müzayedeye arz etti).
(Müzâyede neticesinde) Nuaym ibnu Abdillah o köleyi şöyle şöyle dirhemle satın aldı. Rasûlullah da kölenin bu bedelini Ebû Mezkûr’a verdi. (Buhâri, Kitâbu’l-Buyû C.4 S.1975 H. 91 Ötüken. )
Bu rivayette ise müzayedeli yani açık arttırmalı satışın meşru görülmesi evvelki rivayetle çelişki teşkil eder. Ayrıca, köleye azatlık tanınması bir sadaka olayıdır ve mahiyeti ne olursa olsun verilen bir sadaka mal varlığından çıkmış demektir tekrar geri alınamaz. Bu açıdan da rivayetin aslı yoktur.
ZEKÂT KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER
644- Câbir İbnu Atik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Size bir grup sevimsiz atlılar gelecek. Geldikleri zaman, onları iyi karşılayın. Onlarla talep ettikleri şeylerin arasından çekilin. Adalet ederlerse bu kendi lehlerinedir. Zulmederlerse bu da onların aleyhlerinedir. Siz onları râzı edin. Zekâtınızın kemâli onların rızâsına bağlıdır. (Öyle ise onları râzı edin ki) sizlere dua etsinler.” (K.S.2053 C.7 S.398 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, zekât 5,(1588). )
Zekât memurlarını sevimsiz kimseler olarak tanımlamaları aslı olmayan uydurma bir rivayettir.
645- Hz. Mu’âz (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen’e gönderdi ve bana: “Her otuz sığırdan bir erkek veya dişi buzağı (tebi’a), her kırktan bir müsinne, her bir bülüğe eren şahıstan bir dinar veya o değerde muâfiri (adındaki bir giyecek) almamı” emretti.” (K.S. 2018 C.7 S.359 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Zekât 5,(623); Ebû Dâvud, Zekât 4,(1576,1578); Nesâi, Zekât 8,(5,25,26). Metnin lafzı Tirmizi’ye aittir. )
Her bulûğa ermiş kişiden bir dinar alınması şeklinde yapılmış olan rivayet zengin fakir ayırımı yapılmadığından uydurmadır. Zekâtın alınmasında yaş değil maddi zenginlik esastır. Bunlarsa İslam dininde kafa vergisi olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiada bulunanlar Kur’an’ı hiç anlamamış olan kimselerdirler. Önerdikleri şey zülümdür ve Allah zülüm emretmez.
646- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, (yerden çıkan mahsullerden) şu beş şeyden zekat verilmesini teşri buyurdu: “Buğday, arpa, hurma, üzüm ve darı.” (K.S.6558 C.17 S.184 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1815 )
647-.. .... Ali (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“- At ve köle zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk dirhemden bir dirhem, yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki yüze ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır. (Ebû Dâvûd, K.ez_Zekât (9), Bâb 5 C.6 H.1574 Şamil, diğer rivayet edenler: Tirmizi, zekat 3; Nesâi, zekât 18; İbn Mâce, zekât 4,15. )
648- Hz. Mu’az (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Yemen’e gönderirken kendisine demiştir ki: (Zekât olarak) hububattan hububât al, davardan koyun al, deveden erkek veya dişi bir deve (ba’ir) al, sığırdan da bir sığır al.” (K.S.2040 C.7 S.387 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Zekât 11,(1599); İbnu Mâce, Zekât 15,(1814). )
649- Sâlim, babası Abdullah İbnu Ömer’den naklen anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (mallardan alınması gereken) zekâtların miktarını belirten bir kitap yazmıştı. Âmillerine göndermeden vefat etti. Resûlullah onu kılıncına yakın olarak asmıştı. Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), ölünceye kadar onunla amel etti. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu anh)de ölünceye kadar onunla amel etti. Bu kitapta şunlar yazılı idi:
DEVELER
1. 5 devenin zekâtı 1 koyundur.
2. 10 devenin zekâtı 2 koyundur.
3. 15 devenin zekâtı 3 koyundur.
4. 20 devenin zekâtı 4 koyundur.
5. 25’e ulaştı mı 35’e kadar, zekât bir bintu mehâz’dır.
6. 36’ya ulaştı mı 45’e kadar, zekât bir ibnu lebûn’dur.
7. 46’ya ulaştı mı 60’a kadar, zekât bir hıkka’dır.
8. 61’e ulaştı mı 75’e kadar, zekât bir ceza’a’dır.
9. 76’ya ulaştı mı 90’a kadar, zekât 2 ibnetu lebûn’dur.
10 .91’e ulaştı mı 120’e kadar, zekât 2 hıkka’dır.
11. Deve 120’den fazla ise zekât her elliye bir hıkka; her kırka bir ibnetu lebûn gerekir.
KOYUNA GELİNCE
12. 40’a ulaşınca 120 koyuna kadar zekâtı 1 koyundur.
13. 121’e ulaşınca 200 koyuna kadar zekâtı 2 koyundur.
14. 201’e ulaşınca 300 koyuna kadar zekâtı 3 koyundur.
15. 300’ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât düşer, yüzden aşağıda kalan küsûrata zekat düşmez.
16. Zekât korkusuyla müctemi (birleşik) olanlar ayrılmaz, müteferrik (ayrı) olanlar da birleştirilmez.
17.İki ortağın malından alınan zekâtta, her ikisi de adalet üzere birbirlerine müracaat ederler.
18. Zekât olarak, çok yaşlı ve ayıplı olan hayvan alınmaz.
19. Zühri der ki: “Zekâtı almak üzere zekat memur geldiği vakit,
koyunlar üç sınıfa ayrılır: Üçte biri kötü, üçte biri iyi, üçte biri de vasat. Zekât memuru zekât payını vesat kısmından alır.” Zühri, sığırdan bahsetmez.” (K.S.2016 C.17 S.357-358 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Zekât 4,(621); Ebû Dâvud, Zekât 4,(1568,1569,1570); İbnu Mâce, Zekât 9, (1798). )
650- İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Her otuz sığır için erkek veya dişi bir tebi’ zekât verilir. Her kırk sığır için de bir müsinne zekat verilir.” (K.S. 2017 C.7 S.358 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zekat 5,(622) )
651- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın: “Üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir malda zekât yoktur” dediğini işittim.” (K.S.6552 C.17 S.180 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace (1792) )
652- İbnu Ömer ve Hz. Aişe radıyallahu anhumâ’nın anlattığına göre: “Rasûlulullah aleyhissalâtu vesselâm, her yirmi dinar ve daha fazlası için yarım dinar (zekât) alırdı,” (K.s. 6551 C.17 S.180 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace 1791)
653- Amr İbnu Şu’ayb, an ebihi an ceddihi tarikinden anlatıyor:“Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir kadın, beraberinde bir kızı olduğu halde geldi. Kızın elinde, altından kalın iki bilezik vardı.
“Bunların zekâtını verdin mi?” diye :(Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm) kadına sordu. Kadın:
“Hayır!” diye cevap verdi. Resûlullah:
“Kıyamet günü Allah’ın, onları sana ateşten iki bilezik yapması seni memnûn eder mi?” dedi. Bunun üzerine kadın, bilezikleri derhal çıkarıp Resûlullah’ın önüne bıraktı ve:
“Bunlar Allah ve Resûlüne aittir! Dedi.” (K.S. 2022 C.7 S.363 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvut, zekât 3,(1563); Nesâi, Zekât 19,(5,38); Tirmizi, Zekât 12,(637). )
654- Nâfi, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’den anlatıyor: “İbnu Ömer, kızlarını ve câriyelerini altınla tezyin eder, fakat bu ziynetler için zekât vermezdi.” (K.S. 2025 C.7 S.365 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Zekât 11,(1,250). )
Zekâtla ilgili olmak üzere yazdım on bir rivayet örneği, zekâtla ilgili olarak tahdis etmiş oldukları rivayetlerin ana esaslarını ihtiva etmektedirler. Bu rivayetlerde zekâta esas olmak üzere fertlerin mali varlıklarını esas almayıp bazı mal çeşitlerini esas almışlardır. Öyle ki bir kimse çok büyük bir mali varlığa sahip olsa dahi, zekâta esas olarak konu ettikleri mallara sahip değil de, servetini bunların dışındaki mallara yatırsa hiç zekât vermeye bilir. Şöyle ki, bir kimsenin altın ve gümüş dışında çuvallarla elması, zümrütleri, incileri ve diğer kıymetli taşları olması halinde bunlardan hiç zekât vermeye bilir. Diğer taraftan, gemiler, apartman daireleri, fabrikalar, otobüs, kamyon ve diğer nakil vasıtaları, buğday, arpa, üzüm, hurma ve darı (mısır) dışında ki tüm zirai ürünler, örneğin, elma, portakal, G.Antep fıstığı ve tüm sebzeler ve akla gelebilecek binlerce ürün zekâta tabi değildir. Bir kimsenin at sürüleri, yüzlerce katırı v.s. olsa bunlarda zekâta tabi değil, hele pamuk, keten, gibi sınai ürünlerden bahsetmemeleri çok ilginçtir. Kadınların ziynet olarak taktıkları altınlarında zekâta tabi olup olmadıkları konusunda ihtilaflıdırlar.
Sığır, deve, koyun ve altın gümüş cinsinden paralar ve külçe oranları için bir zekât oranı belirlemiş olmalarına rağmen. Hurma, arpa, buğday üzüm ve darı ile, alım satıma konu mallardan ne oranda zekât verileceği konusu meçhuldür. Fakir zengin ayırımı yapmaksızın zekâtı her buluğa eren şahıstan bir dinar alınır şeklinde tanımlayıp kelle vergisi haline sokmaları İslam dininde kabul edilebilecek bir şey değildir. Zekâta tabi olmak üzere üç-beş mal çeşidini sayarak diğer tüm servet ve malları zekât dışı bırakmaları, zekât kavramına karşı yapmış oldukları bir saldırıdır. Zira böylece çok yüklü servet ve mal varlığına sahip olan kimseler bu yoldan zekât vermeyip, zekâttan kaçmış olacaklardır. Kullandıkları diğer bir metotta zekâtla sadakaları aynı şeymiş gibi özdeşleştirerek, sadakaları zekâtın yerine koymak suretiyle zekat verilmesini engelleme çabasına girmeleridir. Hal bu ki, zekât ve sadakalar, ikisi de farz olmalarına rağmen aynı şey değildirler. Zira veriliş yerleri değişiklik ihtiva ettiği gibi veriliş amaçları da aynı değildir. Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:
- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 9/60
Görüldüğü gibi, sadakalar farz olup ne için ve nerelere verileceği belirtilmiştir. Peki, zekât bundan ayrı farklılık göstermekte midir? Kur’an’dan mealen:
- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitâba ve peygamberlere inandı; mala olan sevgisine rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah’ın azabından) korunanlarda onlardır. 2/177
Dikkat edilirse, burda da yakınlara, yetimlere, düşkünlere v.s. Mal verileceği belirtilmiş, buna rağmen zekât ayrı olarak şart koşulmuştur. Zekât ve belirtilen kimselere mal verilmesi aynı şey olmadığından, Zekât ayrı bir kavram olarak belirtilmiştir, bundan da sadaka ve zekâtın farklı şeyler olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, sadakalar belirtilmiş olan ihtiyaç sahiplerine ve Allah yolunda, örneğin mescit yapımı ve imarı gibi veya İslam dininin tebliği gibi konularda yapılan harcamalardır. Zekât ise, İslam devletinin toplamış olduğu vergilerdir. İslam devletinin ihtiyaç duyduğu birçok harcamalar zekât vergisiyle karşılanır.
Sadakalar bizzat çıkaran şahıslar tarafından gizli ve açık verilebileceği gibi, memurlar tarafından toplanıp ihtiyaç sahiplerine ve gereken yerlere dağıtıla bilir. Kur’an’dan mealen:
- Sadakaları açıktan verseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha iyidir ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allah yaptıklarınızı duyar. 2/271
Ayrıca sadakalar bazen mal verme şeklinde değil de, herhangi bir suçu bağışlama şeklinde de maddi durum dışında yapıla bilir, hal bu ki
SONRAKİ 19. BÖLÜM İÇİN ANA SAYFAYA GİT = > ANA SAYFA