ANA SAYFA

      1. KİTAP BÖLÜM 1

      1. KİTAP BÖLÜM 2

      1. KİTAP BÖLÜM 3

      1. KİTAP BÖLÜM 4

       1. KİTAP BÖLÜM 5

       1. KİTAP BÖLÜM 6

       1. KİTAP BÖLÜM 7

       1. KİTAP BÖLÜM 8

       1. KİTAP BÖLÜM 9 

       1. KİTAP BÖLÜM 10

        1. KİTAP BÖLÜM 11

        1.KİTAP BÖLÜM 12    

        1.KİTAP BÖLÜM 13

        1. KİTAP BÖLÜM 14

        1. KİTAP BÖLÜM 15

        1. KİTAP BÖLÜM 16

        1.KİTAP BÖLÜM 17

        1. KİTAP BÖLÜM 18

        1. KİTAP BÖLÜM 19 

        1. KİTAP BÖLÜM 20  

       1. KİTAP BÖLÜM 21  

       1. KİTAP BÖLÜM 22  

      1. KİTAP BÖLÜM 23 

      1. KİTAP BÖLÜM 24 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  
         

            KÜTÜB-İ
          SİTTE'NİN

        
ELEŞTİRİSİ
               VE
     KUR'AN'A ARZI


         Fereç Hüdür

     KUR'AN ARAŞTIRMALARI

                                         

 

   

          BÖLÜM 5

111- ............ Amr b. Şuayb’ın dedesi (Abdullah b.Amr) den; demiştir ki: “Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu”: “Tek yolcu şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir. “(Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 79 H.2607 C.10 S.114 Şamil, diğer rivayet edenler, Muvatta istizân, 35, Tirmizi, cihâd, 4. )

112- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi (radıyallahu anh) tarikinden naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç atlı bir gruptur.” (K.S. 2184 C.8 S.20 Akçağ 1989 alıntıları, Muvatta, İsti’zân 25,(2,978); Ebû Dâvud, Cihâd 86, (2607); Tirmizi, Cihâd 4, (1674). )

Peygamberle, Ebu Bekir’in iki kişi olarak hicret ettiklerini şu şekilde rivayet ettiler:

113- Bera İbnu’l- Âzib radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh, evinde babama uğradı. Ondan bir semer satın aldı. (Babam) Âzib’e: “Benimle oğlunu gönder, onu evime kadar götürüversin!” dedi. Babam bana: “Haydi onu götürüver!” dedi. Ben de götürüverdim. Babam onunla beraber çıktı, bedelini alacaktı. Babam, Ebu Bekr’e: “Ey Ebu Bekr! Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmla (hicret ettiğin) gece ne yaptınız?” diye sordu. “Evet o gece yürüdük, Ertesi günü de öğle vaktine kadar yürüdük. Yolumuz tenha idi hiç kimseye rastlamadık.................... (K.S. 5775 C.16 S.199 Akçağ 1993 alıntıları, Buhâri, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Lukata 11, Menâkıb 25, Eşribe 12; Müslim, Zühd 75, (2009). )

Peygamberin ve Ebu Bekr’in iki kişi olarak, hatta yolda hiç kimseye rastlamamak kaydıyla hicret ettiklerini rivayet ettiler, bunun yanında da iki kişi olarak seyahat edenlerin iki şeytan olduğu rivayetlerinde bulundular. Yapmak istedikleri hakaretin ağırlığı gayet açıktır. Yoksa tek başına veya iki kişi olarak seyahat eden niçin iki şeytan olsun. İslam dininde, İman şartları arasında en az üç kişi olarak seyahat edilecek diye bir şey yoktur.

Güneş ve Aya’da saldırmayı ihmal etmeyerek şöyle bir rivayette bulundular.

114- ............ Ebu Hureyre’den, Rasûlullah’ın (S.A.V.) “Güneş ve Ay, kıyamet günü dürülüp sarılarak ateşe atılmış iki öküzdürler.” dediğini rivayet etti. (İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l Hadis, S.189 Kayıhan Yayınları 1989 alıntısı, Buhari 59/4 )

Güneş ve Ay’ın büyük faydaları ortadayken, onlara bula bula cehennemde yer buldular. Bu nankörlüğün tipik bir örneğidir. Yoksa güzel ve iyi olan her şeye karşı olacaklarına dair verilmiş bir ahitlerimi var? Rivayet uydurma olup aslı yoktur.
 
TEDAVİLER KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Tıbbi Nebevi adı altında uydurdukları rivayetlerde, Okuyup üflemeyi, hastaya tükürmeyi, dağlamayı ve hurma gibi birkaç meyveyi konu etmişlerdir. Şöyle ki:

115- ........... Bize Muhammed ibn Adiyy, Hişâm ibn Hassân’dan; o da ikrame’den tahdis etti ki, İbnu Abbâs (R): Peygamber (S) ihrâmlı olduğu hâlde kendisinde bulunan bir baş ağrısı hastalığından dolayı “Lahyu Cemel” denilen bir su yanındaki menzilde başından kan aldırma tedavisi yaptırdı, demiştir. (Buhâri, Kitabu’t-Tıbb H.21 C.12 S.5734-5735 Ötüken 1988 )

116- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ebu Hind, Rasûlullah’ı bıngıldak kısmından hacamat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ey Beni Beyâza, Ebu Hind’i evlendirin, onunla evlenin!” buyurdu ve şunu ilave etti: “Eğer tedavi için başvurduğunuz şeylerin birinde hayır varsa bu hacâmattır.” (K.S. 5662 C.16 S.13 Akçağ 1993 alıntısı, Ebû Dâvud, Nikâh 27, (2102). )

117- Ebu Keşbe el-Enmâri radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm başından ve iki omuzu arasından hacamat olur ve:
“Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık için, bir başka ilaçla tedavi olmasa da zarar görmez!” buyurdu.” (K.S. 4012 C.11 S.314 alıntısı, Ebu Dâvud, Tıbb 4,(3859); İbni Mâce, Tıbb 21, (3484). )

118- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm hacamat oldu ve hacamatı yapan hacamatçıya ücretini ödedi ve ayrıca burun damlası kullandı.” (K.S. 4006 C.11 S.304 Akçağ 1991 alıntısı, Buhâri, Tıbb 9; Müslim, Selam 76, (1202); Ebu Dâvud, Tıbb 8,(3867); Tirmizi, Tıbb 9,(2048) )

119- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ (âzatlısına): “Ey Nâfi bana kan galebe çaldı, benim için bir haccâm getir, getireceğin haccâm genç olsun, yaşlı veya çocuk olmasın” dedi. Devamla İbnu Ömer dedi ki: “Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın: “Aç karnına hacamat olma idealdir, aklı arttırır. Hafızayı güçlendirir. Hafız olmak isteyenlerin hıfzetme kabiliyetini arttırır. Hacamat olmak isteyen Allah’ın adıyla Perşembe günü hacamat olsun. Cuma, Cumartesi, Pazar günlerinde hacamat olmaktan kaçının. Pazartesi ve Salı günüde hacamat olunuz. Çarşamba günü hacamat olmaktan kaçının............ (K.S. 7038 C.17 S.448 Akçağ 1993 alıntısı, İbnu Mace 3488 )

120- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Kim hacamat olmak isterse. Ayın veya 19 veya 21’ini arasın. Sakın, kan fazlalaşmak suretiyle birinize galebe çalıp onu öldürmesin.” (K.S. 7037 C.17 S.447-448 Akçağ 1993 alıntısı, İbnu Mace 3501 )

Görüldüğü gibi, hacamat yani kan aldırma hakkında, bütün hastalıkların tedavisi olduğu, yapılması lazım gelen günleri ve hacamatçıya ücret ödenmesi gerektiği yolunda rivayetler uydurarak bunu insanlara çok büyük bir tedaviymiş gibi tavsiyede bulunmuşlardır. Buna rağmen kendi kendilerini yalanlayan şu rivayetleri de uydurmaktan geri durmamışlardır:

121-............ Râfi’b. Hadic (r.a.), Rasûlullah (S.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“-Hacamat edenin ücreti pistir, köpeğin satışı karşılığında alınan para pistir, fahişenin zina karşılığı aldığı ücret pistir. (Ebu Dâvud, K.el-İcâre (22) Bab 38 H.3421 C.12 S.497 Şamil, diğer rivayet edenler; Müslim, müsakât 40,41; Tirmizi, büyû 46; Nesai, sayd 15. )

122- Resûlullah’a atfen: “Kazancın en kötüsü, fahişenin mehri, köpeğin parası ve haccamın kazancıdır.” (Müslim 40/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

123- Resûlullah’a atfen: Köpeğin parası habistir; Fahişenin mehri habistir; haccamın kazancıda habistir.” (Müslim, 41/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

124-........... Ebû Cuhayfe’nin oğlu Avn şöyle demiştir: babam Ebû Cuhayfe bu köleye emretti de, onun kan alma âletleri kırıldı. Ben babamdan bu kırmayı sordum. O şöyle cevap verdi: Peygamber (S) köpek bedelinden, kan alma ücretinden nehyetti.......... (Buhâri, Kitabu’l-Buyû 38 C.4 S.1929 Ötüken 1987 )

Hacamatın serbest, hacamat ücretinin yasak olduğu şeklinde rivayet ettiklerinin anlaşılmaması gerekir, zira diğer bir rivayette hacamatçılardan uzak durulması gerektiği rivayet edilmiştir, Şöyle ki:

125-......... Haccâm çağrılınca Ömer şöyle dedi:
- Resûlullah (s.a.)’ı şöyle derken işittim:
“-Ben teyzeme, kendisi için bereket olacağını umarak bir köle hediye ettim ve ona; köleyi hacamatçıya, kuyumcuya ve kasaba verme dedim.” (Ebû Davud, K. El- İcâre (22) Bab 41 H.3430 S.507 Şamil 1991 )

Böylece çok övdükleri bir konuda kendi kendilerini yalanlamış oldular.

Yine rivayet ettiler ki:

126- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Sa’d İbnu Mu’âz radıyallahu anh kolundaki (can) damarından isabet aldığı zaman Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onu elindeki uzunca bir demir çubukla bizzat dağladı. Ancak yarası tekrar şişti. Resûlullah ikinci sefer dağladı.” (K.S. 4018 C.11 S.324 Akçağ, alıntısı Müslim, Selam 75,(2208); Ebû Dâvud, Tıbb 7,(3868) )

127- Tirmizi nin Hz. Enes’ten yaptığı bir rivayette, Enes radıyallahu anh der ki: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Sa’d İbnu Zürâreyi sivilce sebebiyle dağladı.” (K.S. 4019 C.11 S.325 Akçağ 1991, alıntısı Tirmizi, Tıbb 11,(2051) )

128- İmrân İbnu Husayn radıyallahu anhumâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bizi dağlama yapmaktan nefyetti. Ancak biz, (ona başvurmaya zorlu yan) durumlarla karşılaştık. Birçok defalar dağlama yaptık, rahatsızlığımızdan kurtuluş bulamadık.” (K.S. 4020 C.11 S.325 Akçağ 1991 alıntısı, Tirmizi, Tıbb 10,(2050); Ebû Dâvud, Tıbb 7, (3865) )

129- İmran İbnu Huseyn radıyallahu anhumâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Ümmetimden yetmiş bin kişi  (Mahşer’de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!” buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Bular kimlerdir?” diye sual edildi.
“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye baş vurmayanlar, teşâ’üm’e (uğursuzluğa) inanmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir!” buyurdu............... K.S. 4034 C.11 S.350 Akçağ 1991 alıntısı, Müslim, İman, 371, (218). )

Dağlama konusundaki rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır.

Yine rivayet ettiler ki:

130- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir........ (K.S. 4093 C.11 S.464 Akçağ 1991, alıntısı Ebû Dâvud Tıbb 24,(3910); Tirmizi, Siyer 47, (1614). )

131- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ne sirayet (bulaşma), ne de uğursuzluk vardır.......... (K.S. 4094 C.11 S.465 Akçağ 1991 alıntısı, Buhâri Tıbb 44,54; Müslim, Selam 113,(2224); Ebû Dâvud, Tıbb 24, (3916); Tirmizi, Siyer 47, (1615). )

Görüldüğü gibi, kesinlikle uğursuzluk diye bir şey olmadığını hatta bir şeyde uğursuzluk telakki etmenin şirk olduğunu, ayrıca hastalık bulaşması diye bir şey olmadığını rivayet ettiler. Bu iddialarının yanında birde şu rivayetleri tahdis ettiler:

132- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam dedi ki: “Ey Allah’ın resûlü! Biz bir evdeydik, oradayken sayımız çok, malımız bol idi. Sonra başka bir eve geçtik. Burada sayımız da azaldı, malımız da.”
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Burayı zemim (addederek) terkedin! buyurdular. (K.S. 4099 C.11 S.472 Akçağ 1991, alıntısı, Ebû dâvud Tıbb 24, (3924). )

Burada kabul edilen ‘zemimlik’ uğursuzluk manasında kullanılmıştır, yoksa evin sağlık şartları bakımından elverişsiz olması değildir, zira mallar, bağ, bahçe olabildiği gibi, altı, gümüş v.s. De olabilir, mal deyimi genel bir ifadedir ve ayırım yapılmamıştır.
Zaten başka bir rivayette uğursuzluğu açıkça kabul etmişlerdir, şöyle ki:
 
133-.......... Bana Mâlik, İbn Şihâb’dan; o da Umer’in iki oğlu Hamza ile Sâlim’den; onlarda babalarından olmak üzere tahdis etti ki, Resûlullah (S): “Uğursuzluk kadında, evde ve atta olur” buyurmuştur.(Buhari, Kitâbu’n-Nikâh 31 C.11 S.5187 Ötüken 1988 )

Böylece adetleri üzere yine kendi kendilerini yalanlamış oldular.

Kur’an’a göre, insanların başına bir musibet geldiğinde bu onların işlemiş olduğu işler yüzündendir. Yoksa onların kullanmış oldukları ev, elbise, binek v.s. İle ilgisi yoktur, buna göre uğursuzluk veya günlerin birbirinden farkı yoktur. Zamanın kendisi uğursuz sayılamaz, zaman belalı gelmişse bu işlenmiş olan işlerden o işi işlemiş olanlar yüzündendir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, işlediklerinizin) birçoğunu da affeder. 42/30

Yine rivayet ettiler ki:

134- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) aramızda doğrulup:
“(Hastalık nev’inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!” buyurmuşlardı ki bir bedevi:
“Ey Allah’ın resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne kuyruğu ile haşefesini uyuzlaşmış bir deve gelince hepsini uyuzlu yapar! dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Pekalâ birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, ne safer vardır......... (K.S. 4836 C.14 S.17 Akçağ 1992 alıntısı, Tirmizi, Kader 9, (2144). )

Rivayet ettikleri bu hadislerle hastalık bulaşması diye bir şey olmadığını rivayet ettiler. Bu ise gerçeklere uymayan bir husustur, ilk deveye kim bulaştırdı demek, ilk deveyi kim doğurdu demeye benzer, bunun ise bir mantığı yoktur, ilklerin başlaması ilk aşama olarak kendi başlarınadır. Bazı hastalıkların bulaştığı tıbben sabittir. Kendileri de bu rivayetlerini yalanlayan aşağıdaki rivayeti tahdis ettiler:

135-............ İbn Abbâs dedi ki, Resûlullah (S)’ten işittim şöyle buyurdu: (Veba hastalığı hakkında) “Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zamân oraya girmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde vâkı’ olursa, oradan kaçmak için sakın o yerden dışarı çıkmayınız!” Abdullah  - Bunun üzerine Umer, Allah’a hamdetti, sonra ayrıldı, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Tıbb 44 C.12 S.5757 Ötüken 1988. )

Yukarıdaki iki rivayet birbirleriyle çelişkili olduğu gibi, kendi içerisinde de çelişkili olan şu rivayeti tahdis ettiler:

136-............ Bize Said ibnu Minâ tahdis edip şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre (R)’den işittim, şöyle diyordu: Resûlullah (S): “Hastalığın (sâhibinden bir başkasına) kendi kendine sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin te’siri ve kötülüğü) da yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. (Bunlar Câhiliyet hurâfeleridir.) Fakat ( ey mü’min) sen cüzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t-Tıbb 27 C.12 S.5740 Ötüken 1988 )

Madem ki hastalık bulaşması yoktur Cüzâmlıdan kaçmanın manası nedir ki, bu açık bir çelişkidir.

137- Sa’id İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim her sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün geceye kadar ona ne zehir ne de sihir zarar verir. K.S. 3987 C.11 S.270 Akçağ alıntıları, Buhâri, Tıbb 52,56, Et’ime 43; Müslim, Eşribe 154,(2047); Ebû Dâvud, Tıbb 12, (3875,3876). )

Bu öyle bir iddiadır ki, boş bir iddia olduğu basit bir deneme ile hemen anlaşıla bilir. Değil yedi acve hurması, kişi yedi sepet acve hurması yerse kendisine verilecek biraz güçlü bir zehirin etkisinden kurtulamaz. Zira acve hurmasının öyle bir etkisi olsaydı ilaç olarak eczanelerde satılacak ve kimse zehirlenme yoluyla ölmeyecekti, fakat gerçekler bu iddianın aksi yöndedir. Bu rivayete inanan bir kimseye, haydi yedi adet acve hurması ye, bizde sana istediğimiz bir zehir verelim ve sana tesir etmediğini ispatla dersek, sanmam ki dünyada bunu göze alacak aklı başında bir kişi çıksın.

138- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva bulunmasın.” (K.S. 3986 C.11 S.268 Akçağ 1991 alıntısı, Buhari, tıbb 7; Selam 89, (2215); Tirmizi, Tıbb 5,(2042), 22,(2071). )
 
Çörek otunun her hastalığın ilacı olduğu yolundaki iddia, acve hurması için uydurulan türden boş bir iddiadır, Bir çok araştırmalara rağmen kanser gibi bazı hastalıkların ilacı bilinemezken, böyle bir iddia gerçeklere uymamaktadır.

140- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor:”Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim, diyordu ki:Rukyelerde, temimlerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır....”.... (K.S. 4035 C.11 S.353 Akçağ 1991, alıntısı, Ebû Dâvud, Tıbb 127,(3883). )

141- Hz. Ebu Sa’ad radıyallahu anh anlatıyor:”Biz,Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın çıkardığı askeri) bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip: “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyu verdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona :”Yahu sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak rukye yaptım” dedi. Biz kendisine “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a sormadan (bu verdiklerine) dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Aleyhissalâtu vesselâm “Fatiha!nın rukye olduğunu (tedavi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın! buyurdular.” (K.S. 4033 C.11 S.346 Akçağ 1991 alıntısı Buhâri, Tıbb 39, 33,İcâre 16, Fedâilu’l-Kur’an 9; Müslim, Selam 66,(2201); Ebû Dâvud, Tıbb 19,(3900); Tirmizi, Tıbb 20, (2064,2065). )

Rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır. 140. Rivayette rukye yapmak şirk olarak sayılmışken. 141. Örnekte ki rivayette güya, Resûlullah fatihayla rükne yapılmasını tasvip etmiş, hatta Fatiha’nın rukye olduğunu söylemiş ve ücret olarak alınmış olan koyunlardan pay istemiştir. Kesin olarak! Kur’an ayetleri hastaların üzerine okunup üflenmek için inmemiştir. Bu yönden şifa verme hususunda tesirleri yoktur. Böyle olduğu da denemeyle kolayca anlaşıla bilir. İnsanlar, Kur’an ayetlerini, baş ağrısı, karın ağrısı v.s. gibi hastalıklara okuyup üflerler, bu tip hastalıklar kendi kendilerine vücut direnci yoluyla geçebilen  hastalıklardır. Eğer ki böyle bir iddia gerçek olmuş olsaydı, yani örneğin, Fatiha rukye olmuş olsaydı sakat bir kimseye okunduğunda da tesir etmesi gerekirdi. hal bu ki sakat olan bir kimseye kıyamete kadar okunup üflense şifa yönünden tesir meydana gelmez, bu durum Kur’an’ın bir zaafı değildir. Zira Kur’an’ın iniş amacı bu değildir. Her gün milyonlarca kişi defalarca Fatiha Sûresini okumaktadır. Buna rağmen hastalandıklarında doktora gitmek zorunda kalmaktadırlar. Bundan da yapılan iddiaların tıbbi şifa yönünden gerçeklere uymadıklarını anlamak mümkündür.

Yapmış oldukları tedavi ile ilgili bazı rivayetler de okuyup üfleme yerine, okuyup tükürmeyi tahdis etmişlerdir. Amaçları saygısızlık etmektir, yoksa, Kur’an okumayla hastaya tükürmenin bir ilgisi yoktur, Şöyle ki:

142- Hârice b. Es-Salt, amcasından rivayet ettiğine göre: O (Hârice’nin amcası) bir kavme uğradı. Kavimdekiler onun, yanına gelip;
- Şüphesiz sen o zat (Hz. Peygamber)’in yanından hayırlı bir şey getirmişsindir, bizim için şu adama rukye yap, dediler ve kendisine iplerle bağlı deli bir adam getirdiler.
Harice’nin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fatiha Sûresini okudu. Sûreyi her bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor sonra da tükürüyordu. Adam sanki kösteğinden kurtulmuş gibi oldu, (iyileşti). (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata (ücret olarak) bir şey verdiler. Adam, Resûlullah (s.a.)’a gelip durumu haber verdi.
Efendimiz (s.a):
“-Ye, ömrüme yemin ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile yerler, sen ise hak bir rukye ile yersin.” buyurdu. (Ebû Dâvud, K. el-icâre (22) Bab 37 C.12 S.496 R.3420 Şamil 1991 ).

143-.......... Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdu Rabbih ibnu Sa’d’den; o da Amre bin tu Abdirrahman dan haber verdi ki, Âise (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) rukye tedâvisinde şu duâyı söylerdi: “Allah’ın ismiyle. Şu bizim yurdumuzun toprağı ve bâzımızın tükürüğüdür. Bunlardan Rabb’imizin izniyle hastamız şifâlanır!” (Buhâri, Kitabu’l Tıb 61 C.12 S.5769 Ötüken 1988 )

Putperestler taştan topraktan yaptıkları putlardan medet umarlardı, kim bilir, belki de tükürükten medet ummak onların bile aklına gelmemiştir. Peygamberi bunların iftiralarından tenzih ederim. Kur’an’la, tükürüğü bir olayın tamamlayıcı unsurları olarak düşünmek, Kur’an’a açıktan açığa yapılmış bir saygısızlıktır. Bütün bu gibi şeylerle esas olarak yapmak istedikleri, Kur’an’ın iniş amacıyla ilgili olarak insanları yanlış yönlendirmek ve Kur’an’ı onların gözünden düşürmektir, yoksa Kur’an’ın okunup hastalara üflenmesiyle veya tükürükle hiçbir ilgisi yoktur, neyi, neyin seviyesine indirmeye çalıştıkları çok düşündürücüdür.

Kur’an’ın, bunların iddia ettikleri gibi bir tedavi kitabı olmadığı konusunda Kur’an’dan mealen:

- Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yâhut arzın parçalandığı, yâhut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (bu Kitâb olurdu). Ama bütün işler Allah’a aittir. İman edenler hâla anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, bütün insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkar edenlerin, başlarına âni bir belâ gelecek, yâhut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah’ın va’di gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah, va’dinden aslâ dönmez. 13/31

Kur’an okunduğunda ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır, nede ölüler konuşturulabilir. Ancak hidayet bulmak için onun ayetlerinden istifada edilir. Yoksa, Kur’an ayetlerinin okunup hastaya üflenmesinin hastaya sağlayacağı hiçbir yarar yoktur. Bu gibi iddialar, Kur’an’ın iniş amacını saptırmaya yönelik iddialardır.
 
GÖZ YANİ NAZAR DEĞMESİ HAKKINDA DA BİR TAKIM ASILSIZ RİVAYETLER UYDURMALARI

144-............ Ebû Hureyre (R): Resûlullah (S) : “Göz değmesi haktır (sâbittir)” buyurdu ve döğme yapmaktan nehyetti, demiştir. Buhari, Kitâbu’l-Libâs 154 C.13 S.5952 Ötüken 1989, diğer rivayet edenler Müslim 2187; Ebû Dâvud 3879; Bak, K.S. 4042 )

145-............ Bize ez-Zuhri, Urve ibnu’z-Zubeyr’den; o da Ebû Seleme’nin kızı Zeyneb’den; o da annesi Ümmü Suleym(R)’den şöyle haber verdi: Peygamber (S), zevcesi Ümmü Seleme’nin evinde, yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gördü de: “Bu kız çocuğuna rukye tedâvisi yapınız! Çünkü bunda nazar değmesi vardır” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t-Tıbb 54 C.12 S.5765 Ötüken 1988 )

İddialarınca bir kimse yalnızca bakmak suretiyle, bir canlıya veya bir eşyaya baktığında onu fiziksel olarak etkiliye bilir ve ona zarar  verebilir. Buna inanan bir çok kimse başına gelen her çeşit felaketi veya istemediği bir durumu göz değmesine bağlamaktadır. Öyle ki: Hastalansa, bir yakını ölse, işi istediği gibi gitmese veya malına bir zarar gelecek olsa, kendisine nazar değdiği kanaatinde ve inancındadır, hatta kendisine nazar değdirdi diye, hiç ilgisi olmayan ve olması da mümkün olmayan kimseleri suçlama yoluna gider. Bu inançta olan kimseler, önlem olarak nazar boncuğu ve nazarlık diye adlandırdığı cam parçalarından ve hatta eşek veya at nalından medet ummakta, bunları kendi üzerine, yakınlarının üzerine veya mallarının üzerine asarak nazar değmesinden koruyacaklarına inanmakta ve dolayısıyla bunları putlaştıra bilmektedir. Veya nazarın kendi yerine bunlara değeceğine inanan kimseler de vardır, güya nazar değdirecek şahsın nazarı bunlara isabet edecek, böylece kendisinin veya malının nazardan korunacağı inancında olan bazı kimselerde bunları kullanmaktadırlar. Bu inançlar o kadar yaygın durumdadırlar ki, ülke çapında nazar boncuğu veya çeşitli nazarlıklar imal eden bir sanayi mevcut olduğu gibi, kitleler tarafından bunlara büyük bir talep vardır. Bütün bu inançlar İslam dininde yeri olmayan inançlardır, hiç kimsenin bakışında öyle bir etki olmadığı gibi, cam veya başka şeylerin, insanları bu iddia çerçevesinde koruma özelliği de yoktur.

Kendilerine İslam alimi diyen bir takım kimseler, nazarın varlığıyla ilgili olarak şu ayetleri delil getirmektedirler. Mealen:

-O inkâr edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. “O delidir” diyorlardı.
68/51

Ayette kafirlerin kin ve kızgınlıkları müteşabih olarak anlatılmıştır. Yani kaşlarını çatarak, sert sert baktıkları vurgulanmıştır. Nazara inanların ortak görüşü, kendilerine ait olan bir şeyin kıskanıldığı ve dolayısıyla kendilerine nazar değdiği şeklindedir. Ayette ise kafirlerin Kur’an’ı kıskandıkları veya Peygamberi kıskandıkları vurgulanmamıştır, tam tersine, kafirler kin ve öfkeleriyle, Kur’an’ı tebliğ eden peygamber için deli ifadesini kullanmışlardır. Bu yönden nazara inananların inancıyla mealini yazmış olduğum bu ayeti bağdaştırmak mümkün değildir. Diğer bir hususta, ayette kafirlerden kitle olarak bahsedilmiştir, eğer iddia edildiği gibi bir nazar değdirme olayı olmuş olsa, bu kafirlerin tamamının nazar değdire bilme özelliğine olup, nazar değdire bildikleri neticesine varılır ki bu da saçma bir iddi olmuş olur. Kaldı ki nazara inananlar bu özelliği, kafir olsun, Müslüman olsun ancak bazı özel kimselere isnat etmektedirler. Bu itibarla ayeti nazar değdirme olayı ile bağdaştırmağa imkan yoktur ve dolayısıyla İslam dinine göre nazar değdirme olayı da yoktur.

Nazar değdirme olayı iddialarına delil gösterdikleri bir diğer ayette ‘Yusuf Sûresi 67.’ ayetidir, mealen:

- Ve deki: “Oğullarım, (Mısır’a) bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin ama ben(ne yapsam) Allah(ın takdir)inden hiçbir şeyi sizden savamam, Hüküm, yalnız Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim, tevekkül edenler de O’na tevekkül etsinler!” 12/67

Ayet içinde geçen, ayrı ayrı kapılardan şehre girilmesi olayını nazar değmesine bağlamaktadırlar. O zaman şu soruyu sormak lazım, hep beraber bir kapıdan girdiklerinde kardeş olduklarını bilip onları kıskanmak suretiyle kim nazar değdirecekti, öyle ki birbirleriyle akrabalıkları olmayan bir kafile olarak yorumlanmaları da mümkündür. farz edelim ki kapıda kardeş oldukları bilindi ve kıskanılmak suretiyle onlara nazar değdirme olayı mümkün hale gelmiş olsun, aynı olay şehirde gezinmeleri halinde de mümkündür, nitekim hep birlikte gidip zahire istemişlerdir. Kapıda kendilerine nazar değdirilebiliyorsa şehirde de toplu olarak gezdiklerinde kendilerine nazar değdirile bilir. Halbuki ayette şehri gezdiklerinde, şehir içinde de ayrı ayrı gezmeleri bildirilmemiştir, hatta şehirden çıkmaları durumunda, hem de zahire yükleri de tam da doluyken ayrı ayrı kapılardan çıkmaları da söylenmemiştir. Bu itibarla, bu ayetin nazarla hiçbir ilgisi yoktur. Olsa olsa, şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerinin istenmesi, bir kısmı şehre girmekten engellense diğerleri girebilsin ihtimaliyle ilgili olabilir, bu da makul bir davranıştır. Böyle bir önlem mahzurlu olmamakla beraber, Allah’ın istemesi halinde, Allah’ın hükmünü hiçbir önlemin geri çeviremeyeceği ve Allah’a tevekkülün gerekliliğini vurgulanmıştır.

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, İslam inancında nazar değdirme olayı diye bir şey yoktur, bu konuda uydurulan rivayetler Kur’an’a uymamaktadır.
 
PEYGAMBERLER VE YAKINLARI HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

146- İbnu Abbas (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) :”Ey Allah’ın Resûlü, saçların ağardı yaşlandın” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu Vesselâm): “Beni, Hûd, Vâkı’a, Mürselât, Ammeyetesâelun ve İzâ’ş-Şemsü Küvviret sûreleri ihtiyarlattı” cevabını verdi”. (K.S. 659 C.4 S.29 Akçağ 1988, alıntısı, Tirmizi, Tefsir, Vâkı’a. (3293). )

147- ............ Usmân ibn Abdillah ibn Mevheb: Ben Ümmü Seleme’nin yanına girdim. O bizlere Peygamber (S)’in saçlarından bir miktar boyanmış saç çıkarıp gösterdi, demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Libâs 113 C.13 S.5929 Ötüken 1989 )

148- ......... Ebu Cuhayfe (şöyle demiş):
-Ben Resûlullah’a beyaz gördüm ihtiyarlamıştı, Ali’nin oğlu Hasan’a benziyordu. (Müslim 107/127 C.10 Sönmez Neşriyat).

Yukarıdaki üç rivayette, Peygamberin yaşlanmış olduğu ve saçlarının beyazlandığını, beyazlanmış olan saçlarını boyadığı tahdis edilmiştir. Diğer başka rivayetlerde ise şöyle demektedirler:

149-......... Sâbit el- Bunâni şöyle dedi: Enes’e Peygamber’in sakalını boyaması (vâki’ olup olmadığı) soruldu da, Enes (R):
- Şu muhakkak ki, Peygamber (S) saç sakal boyayacak dereceye ulaşmadı. Eğer ben O’nun sakalındaki beyaz kılları saymak isteseydim muhakkak sayardım, dedi. (Buhâri, Kitâbu’l-Libâs 111 C.13 S.5928 Ötüken 1989 )

150- Enes’e Peygamberin saçının ağarıp ağarmadığı sorulmuş da:
- Allah onu beyazlıkla lekelemedi, demiş. (Müslim 105/126 C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

Bu iki rivayetle diğer üç rivayet arasında açık bir çelişki vardır. Peygamberden hadis rivayet ettiklerini iddia eden bu kimseler, peygamberin şimali hakkında dahi ihtilaf edecek kadar onu tanımamaktalar. Onu tanımadıklarına dair diğer hadis örnekleri:

151- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm altmış üç yaşında vefat etmiştir.” (K.S. 5529 C.15 S.346 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari, Menâkıb 10; Müslim, Fezâil 115,(2349); Tirmizi, Menâkıb 28,(3655). )
 
152- ... İbni Abbâs’tan naklen: “Resûlullah, Mekke’de on öç yıl kalmış ve altmış üç yaşında vefat etmiştir.” (Müslim 117/135 C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

153-........ İbni Abbâs rivayet etti ki: “Resûlullah altmış beş yaşında vefat etmiştir.” (Müslim 122/138 C.10 Sönmez Neşriyat )

Görüldüğü gibi peygamberin yaşı konusunda ki hadisler çelişkili olup, İbni Abbâs’tan peygamberin vefat yaşını 63 ve 65 olarak rivayet etmeleri ilginçtir.

154- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah yüzüğünü sağ eline takardı.” K.S. 2100 C.7 S.474 Akçağ 1988 alıntısı, Ebû Dâvud, Hâtim 5,(4226); Nesâi, Ziynet 49,(8,175). )

155- İbnu Ömer (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzüğünü sol eline takardı ve kaşını avucunun içine getirirdi. İbnu Ömer de böyle yapardı.” (K.S. 2102 C.7 S.474 Akçağ 1988 alıntısı, Ebu Dâvud, Hâtim 5,(4227,4228). )

156-............. Bize Sufyân el-A’meş’ten; o da Ebû Vâil’den; o da Abdullah ibn Mes’ûd (R)’dan tahdis etti ki, Peygamber (S): “sizden hiçbiriniz sakın benim Yûnus’tan hayırlı olduğumu söylemesin” buyurmuştur. (Buhari, Kitabu’l-Enbiy3a 86 C.7 S.3224 Ötüken 1987. )

157-.......... Bize Şu’be, Katâde’den; o da Ebû’l-Âliye’den; o da İbn Abbâs (R)’tan tahdis etti ki, Peygamber (S) : “Hiçbir kul için: Ben muhakkak Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım, demesi uygun değildir” buyurmuş ve Yûnus’u babası Mettâ’ya nispet etmiştir. (Buhari, Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3225 Ötüken 1987. )

158- .......... Ben Humeyd ibn Abdirrahmân’dan; o da Ebû Hureyre (R)’den işittik ki, Peygamber (S): “Hiçbir kul için: Ben Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım demesi yakışmaz” buyurmuştur. (Buhari, Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3226 Ötüken 1987.)

159-... Resûlullah’a atfen: Beni Musa’ya üstün tutmayın” (K.S. 4337 C.12 Akçağ, alıntıları Buhari Enbiya 34-35; Müslim 2373; Ebu Davud 4671; Tirmizi 3240. )

160-...Resûlullah’a atfen: “Peygamberlerden birini diğerine üstün tutmayın.” (K.S. 4346 C.12 Akçağ, alıntısı Ebu Dâvud, sünnet 14(4668) )
 
Yukarıdaki rivayetlerle benzeri rivayetlerde hiçbir peygamberle diğer peygamberler arasında derece farkı iddia edilmemesi ısrarla vurgulanmıştır, buna rağmen şöyle rivayet ettiler:

161-......... Resûlullah’a atfen:
“Yaratılmışların en hayırlısı (Hayru’l-Beriyye) İbrahim peygamberdir.” (K.S.4335 C.12 Akçağ, alıntısı Müslim 2369; Tirmizi 2349; Ebu Dâvud 4672 )

162- ......... Ubeydullah’tan; o da Said ibn Ebi Said el-Makburi’den işitmiştir ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber’e
- İnsanların (Allah katında) en çok kerem ve ihsâna nâil olanı kimdir? diye soruldu.
Peygamber (S)
- “İnsanların en kerimi, en muttaki olanıdır” buyurdu.
Soranlar:
-Ey Allah’ın Peygamberi, biz Senden amel cihetiyle en kerim olanı sormuyoruz, dediler.
Bunun üzerine Peygamber:
- “İnsanların en kerimi Allah’ın Peygamberi Yusuf’tur.......... “buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Enbiy3a 48 C.7 S.3174 Ötüken 1987. )

Yukarıdaki rivayetlerle diğer rivayetlerin aksine, çelişkili olarak peygamberler arasında fark gözetilmiş ve İbrahim peygamberle, Yusuf peygamber, ayrı ayrı diğer peygamberlerden üstün sayılmıştır ve buna rağmen şöyle demişlerdir:

163-.......... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Bir keresinde Rasûlullah’ın sofrasında et yemeği getirildi ve kendisine bir kol kaldırılıp sunuldu. Çünkü Rasûlullah etin bu kısmını severdi. Ondan ön dişleriyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle anlattı:
“Ben kıyâmet gününde bütün insanların seyidiyim, efendisiyim.......” dedi. (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir 233 C.10 S.4514 Ötüken 1988 ).

164- Resûlullah’a atfen: “Ademoğlunun Allah’a en kerim olanı da benim, Bunda fahr yok!” (K.S. 4347 C.12 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Menâkıb 2(3614) )

165-..... Resûlullah’a atfen: “Kıyamet günü geldi mi, ben peygamberlerin imamı, hatibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye  yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.” (K.S. 4348 C.12 Akçağ, alıntısı Tirmizi 3617. )

Böylece tahdis ettikleri rivayetlerle tekrar çelişki meydana getirmiş olmaktadırlar. İddia ettikleri bu konularla ilgili olarak Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Andolsun biz, Adem oğullarına çok ikrâm ettik, onları karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yaratıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. 17/70

Yukarıda mealini yazdığım ayette görüldüğü gibi hiçbir insan yaratılmışların en üstünü değildir. Ancak insan oğlu yaratılmışların bir çoğundan üstün yaratılmıştır. Bu itibarla İbrahim peygamber veya başka bir Adem oğlu için yaratılmışların en üstünüdür demek Kur’an’la bağdaşmaz. Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a ve torunlara indirilene; Mûsâ’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız.” 3/84

Yukarıda ki ayet mealinde görüldüğü gibi peygamberler arasında ayırım yapılmaması emredilmiştir . Yani bir kısmı kabul edilip bir kısmı red edilemez, aynı zamanda, Allah tarafından peygamberlere indirilmiş olanların tamamına ayırım yapılmadan inanmak şarttır, bu hususlar Allah’a iman etmeyle birlikte sayılmıştır. Tabi ki, Allah tarafından indirilenden kasıt gerçek manada indirilmiş olanlardır, örneğin, kullar tarafından uydurulup, Allah’ın indirdiğine katılmış olan hususlar değildir. Bu hususun tespiti içinde Kur’an ölçüsünün rehberliği şarttır.

Kabul veya red yönünden peygamberler arasında İslam'a göre ayırım yapılmamakla beraber, Peygamberler arasında derece farkı vardır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, göklerde ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir (O, peygamber olmağa kimi lâyık görürse onu seçer). Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık, Dâvûd’a da Zebûr’u verdik. 17/55

görüldüğü gibi peygamberler arasında derece farkı olmadığını söylemeleri Kur’an’la bağdaşmamaktadır.
 
166-  Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a: “Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle!” denilmişti. Şu cevabı verdi:
“Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!” (K.S. 5347 C.15 S.144 Akçağ 1992, alıntısı Müslim, Birr 87, (2597). )

167-... Aişe’den naklen: Resûlullah’ın yanına iki adam girdi, ve onunla ne olduğunu bilmediğim bir şey konuştular da gadaplandırdılar, O da kendilerine lânet ve sitem etti. Çıktıkları vakit ben:
- Yâ Resûlullah! Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir şey kazanabilir, dedim:
“Ne o?” buyurdu.
- Sen onlara lanet ve sitem ettin! Dedim.
“Sen benim Rabb’ime konuştuğum şartı bilmiyor musun? Allah’ım! Ben ancak bir beşerim, Müslümanlardan hangisine lânet ve sitem edersem bunu onun için bir zekât ve ecir kıl, dedim” buyurdular. (Müslim, 88/553 C.10 Sönmez Neşriyat )

İki rivayet çelişkili olduğu gibi. Müşriklere lânet söz konusu olunca, Peygamber rahmet peygamberidir, kimseye lânet etmez. Fakat Müslümanlara ise lânet eder. Güya bu onlar için bir zekat oluyormuş. Gerçekte ise istedikleri söz kalabalığı yaparak, peygamberi Müslümanlara lânet ettirmekten başka bir şey değildir.

 
PEYGAMBERİN EHLİ BEYTİ YANİ HANE HALKININ KİMLER OLDUĞU KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ
 
168-  Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Şu âyet indiği zaman (meâlen):”... Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir müddette, Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ)’nın kapısına uğrayıp:
“Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt” Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!” buyurdu.” (K.S. 4495 C.12 S.418 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Tefsir, Ahzâb 3204 )

169- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ), üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan geldi onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu. Sonra Fatıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da:
“Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33 ) buyurdu”. (K.S. 4496 C.12 S.418 Akçağ, alıntısı Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 61,(2424). )

170- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın evinin kapısında iken şu âyet nazil oldu:” ... Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33). Evde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve:
“Allah’ım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!” buyurdu. Ben atılıp:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben ehl-i beyt ten değil miyim? Dedim. Bana:
“Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resûlullah’ın zevcesisin!” diye cevap verdi. (K.S. 4494 C.12 S.416 Akçağ, alıntısı, Tirmizi, Menâkıb, (3870). )

171- Yezid İbnu Hayyân, Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu anh)’tan naklen anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâlâ’nın Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terk ederse dalâlete düşer. İkincisi itretim, Ehl-i Beytim’dir.” Biz, Zeyd İbnu Erkam’a sorduk:
“Kadınları da Ehl-i Beyt’inden midir?”
“Hayır! Dedi, Allah’a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle beraber olur. Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın Ehl-i Beyt’i aslı ve kendisinden sonra sadaka haram olan asabesi’dir.” (K.S. 4497 C.12 S.419 Akçağ, alıntısı Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 37,(2408). )

Görüldüğü gibi ısrarla, Peygamber eşlerinin, Peygamberin Ehl-i Beyti olmadıklarını, Peygamberin Ehl-i Beytinin, Damadı ve Amca oğlu Ali’nin, Ali’nin eşi, kızı Fâtıma ve Torunları Hasan ve Hüseyin’in oldukları rivayet edilmiştir. Buna delil olarak Ahzâb 33 âyetini göstermektedirler.
 
Kavram olarak Ehl-i Beytin manası, akrabalık bağıyla birlikte, aile reisinin geliriyle geçinen ve bir eve bağlı olarak yaşamlarını sürdüren kimseler manasına gelir. Bir aile reisinin ehl-i beyti, kendisiyle akrabalık bağı olan, onunla bir çatı altıda yaşayan, gelir ve giderlerini karşıladığı kimselerdirler. Ehl-i Beyt’in Türkçe’deki karşılığı Hane Halkı demektir. Bu itibarla bir kimsenin amca oğlu damadı dahi olsa, hiçbir zaman, ayrı bir eve ve gelir gidere sahip olması halinde onun ehl-i beyti kapsamına girmediği gibi, evlenip baba ocağını terk eden kızlar de artık kocalarının ehl-i beyti dirler, zira, baba evinden ayrıldıkları andan itibaren geçimlerinden, babaları değil , kocaları sorumludur. Fâtıma’da, Ali’nin eşi olarak, Ali’nin ehl-i beyti idi, zira Ali’de kendi başına bir aile reisi idi. Kendisine ait evi, geliri ve gideri olan bir kimse olarak, peygamberin ehl-i beyt’i kavramı kapsamına girmesi mümkün değildir. Peygamberin ehl-i beyti, eşleri ve onunla birlikte bir çatı altında , bir aile olarak yaşamlarını sürdüren ve geçimlerinden sorumlu olduğu çocuklarıdırlar. Ehl-i Beyt kavramının kapsamı bu olmakla birlikte, ayrı bir hane halkı olarak yaşayan çocukların durumu nedir diye sorulsa, onlar ehl-i beyt olarak değil de, ehil olarak çok daha üstün bir yakınlık konumundadırlar, örneğin, evlilik yoluyla ehl-i beyt kapsamına giren eşler, boşanma olması halinde ehl-i beyt’lik vasıflarını kaybederler. Nesep yoluyla gelen ehillik ise yaratılıştan gelen bir durum olması nedeniyle insani tasarruflarla kopması mümkün olmayan bir akrabalık bağıdır. Bundan dolayı, ehl-i beyt’lik yoluyla kazanılan akrabalık bağından çok daha üstün bir bağdır. Zira birisi geçici olabilecek bir konumda diğeri ise kalıcıdır, bundan dolayı ehilliği, ehl-i beyt’likle tanımlamak, kalıcı vasıflar taşıyanı, geçici vasıflar taşıyan ile değiştirmektir, bu ise doğru ve üstün bir tanımlama olmaz. Bundan dolayı, Ali’nin, Fâtıma’nın, Hasan ve Hüseyin’in peygambere olan akrabalık bağları, ehl-i beyt’lik dışında olan ve insani tasarruflarla kopması mümkün olmayan, Peygamber Ehli olma durumudur ve bu durum üstün bir bağdır. Onlara ehl-i beyt’demek yaratılıştan gelen bu durumlarının yok sayılmasıdır, bu ise iyi bir şey değildir. Biz onları peygamberin “Ehli” oldukları için çok seviyoruz.

Ehl-i Beyt tanımıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım” 33/28
 

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” 33/29

-Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır.  33/30

-Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kat veririz ve (çenette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31

-Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

-Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliyle (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33

-Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah lâtiftir, haber alandır. 33/34

Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’dan Hûd Sûresi 71,72,73, ten gösterebiliriz, mealen:

-(İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71

-(İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!”  11/72

-(Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur.” 11/73
 



SONRAKİ 6. BÖLÜM İÇİN ANA SAYFAYA GİT =   ANA SAYFA